“Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı.” (Emma Goldman)
Amerikan tarihinin en düşük katılımlı seçimlerinden biri olduğu söylenen 2000 yılı seçimlerini anlatan yarı-belgesel film Recount, Florida eyaletinde kullanılan bir oy pusulasının ekrana getirilmesiyle başlıyor ve boynundaki Davud Yıldızı kolyesini seyircinin gözüne sokarak oyunu Al Gore’a veren bir kadın görüntüsüyle devam ediyor. Seçimler esnasında adaylardan Al Gore’un seçim ofisindeki kampanya sözcüsünün şöyle dediği duyulur. “Demokrasinin kuruluşu, vatandaşların oy verme haklarına dayanmaktadır. Amerikalı olarak her birimizin görevi bu sorumluluğu yerine getirmektir çünkü her oyun önemi olduğunu asla unutmamalıyız.” Demokrasi denilen sistemin savucularının çekinmeden altına imza atacağı bu sözlere karşın arkadaşının verdiği yanıt hayli şaşırtıcıdır. “Bu martavalı okuduğunda samimi konuştuğuna inandığım tek kişisin.”
Recount filminin yapımcılarının amacı neydi? Demokrasiyi bir martaval olarak mı görüyorlardı yoksa martaval olarak görenleri açığa çıkarmak mı istiyorlardı? Seçimlere hile karıştırıldığını mı düşünüyorlardı veya her ne olursa olsun sistemin işleyişinden duydukları memnuniyeti mi dile getirmek istiyorlardı, bilemiyorum. Demokrasinin bürokrasinin dişlileri arasında ezildiği, adaletin kılıcının caydırıcılığını ve gücünü yitirdiği, terazisinin artık adaleti eşit olarak dağıtmadığı, “vicdanlarıyla cüzdanları arasına sıkışanların” adil ve hakka uygun karar vermek yerine kendilerini o makamlara atayanların istekleri doğrultusunda davranacak olmalarının doğal karşılandığı bir dünyada olduğumuz çok açık.
Seçmenin anlayacağı basitlikte hazırlanmayan kılavuzlar, seçmenin niyetinin ve iradesinin açıkça ortaya konmasını engelleyecek biçimde olmasına karşın değiştirilmeyen hatalı oy pusulaları, yanlış sonuçlar veren oy sayım makineleri, muğlâk ve istenilen her yöne çekilebilecek kanun maddeleri, fakir mahallelerdeki eski sistemler, tam eşleşmeyen isimler yüzünden sandık başından geri çevrilen ve oy veremeyen on binlerce kişi, seçim kartlarından silinen adaylar, yanlış dizilen oy pusulaları, geçersiz sayılan oylar, kaybolan veya erkenden kapatılan seçim sandıkları ve yeniden sayımların her seferinde farklı sonuç vermesi gibi adına demokrasi denilen kavramla asla bağdaşmayacak pek çok şey 2000 yılındaki bu seçimde ve herkesin gözleri önünde yaşanmıştır.
Bazı bölgelerde Al Gore’un sürpriz bir biçimde kaybedişine, Gore’a oy verecek on binlerce insanın basit sebeplerle seçmen listesinden silinmesine, itiraz sonucu yeniden yapılacak oy sayımının makul bir gerekçe gösterilmeksizin mahkemeler tarafından durdurulmasına göndermelerde bulunarak bu seçimin çalınmış bir seçim olduğunu, Bush ve ekibinin amaca ulaşmak için her şeyi yaparken, Gore ve ekibinin nedense ciddi bir mücadele vermediğini iddia eden Recount filmi demokrasinin en temel ve vazgeçilmez niteliklerinden olan seçme/seçilme hakkının yasalar içerisinde kalınarak engellenmesinin, yavaşlatılmasının, durdurulmasının hatta ortadan kaldırılmasının mümkün olduğunu gözler önüne sermektedir.
“Bush galip ilan edilirse Demokratlar yolsuzluk iddialarıyla mahkemeye başvuracaklarını söylüyorlar. Cumhuriyetçiler de Gore’un kazanması durumunda Demokratların Iowa’da 5 bin 253, Wisconsin’de ise 5 bin 921 oy farkla seçimi kazandığı yerlerde yeniden seçim yapılmasını isteyecek.”
Seçime itiraz eden veya edecek olan parti yetkilileri tüm oyların değil kendi çıkarlarına uygun olan ve kazanma olasılığı bulunan yerlerdeki oyların sayılmasının peşindeler… Partililerin işlerine geldiği gibi davranmaları, demokrasinin bir amaç olarak değil de bir araç olarak görüldüğünün en açık göstergesi sayılabilir çünkü hedef “seçmenin iradesini hangi adaydan yana koyduğunun” öğrenilmesi değil her türlü yolu kullanarak kendi adayının kazanması sağlamak oluyor. “Doğru olanı yap, varsın cennet yıkılsın” sözlerinin kitaplarda kalmaya mahkûm olduğu günümüz demokrasisinde, seçimi kazanan taraf için iddia ettikleri “yolsuzluğun” önemi kalmıyor.
Amerikan düşüncesi, dünyayı kendi suretinde yaratacak “ilahi” bir seçilmişliğe dayanır. 1765’de John Adams “Amerika’nın kuruluşu bence Tanrı’nın hala tutsaklık durumuna bulunan insanlığı aydınlatıp ve zincirlerinden kurtarmak yolunda taşıdığı bir niyet gibidir hep” derken, 1916’da Başkan Wilson “Allah’ın takdiri ile bu kıta başkaları tarafından kullanılmamış olarak bırakıldı; özgürlüğü ve insan haklarını her şeyden çok seven barışçı bir ulus gelsin, yerleşsin ve bencil olmayan bir birlik kursunlar diye bekletildi” diyebilmiştir. Başkan Kennedy ise 1961’de yaptığı konuşmada “…unutmayalım ki yeryüzünde Tanrı’nın yapacağı işi yapmakla biz görevliyiz. Çok kimse yeryüzünde Tanrı’nın yapacağı işi yapmanın çok güç olduğunu düşünür. Ama şükürler olsun, Amerikan demokrasisi, bütün öteki siyasal sistemlerden daha çok bu çabayı üstüne almak üzere kendini yetiştirmiş ve hazırlamıştır” demiştir. Alexis de Tocqueville, Amerika’yı anlattığı kitabında ‘’ABD’de egemen olan dindir, bundan ötürü de, hepimizde ortak olan tek nokta ikiyüzlülüktür’’ sözlerinden hareketle tüm bu “ilahi seçilmişlik” kurgularının Amerikan silahlı gücünün ve zorbalığının üzerini örtmek için olduğu düşüncesinde olduğumu söylemeliyim. Yakın dönem Amerikan dış politikasına şekil veren en önemli aktörlerden Henry Kissinger şöyle diyor.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Amerikan liderleri, kendi değerlerini o kadar doğal bir şeymiş gibi kabul etmişlerdir ki, bu değerlerin başkalarına en kadar devrimci ve her şeyi yerinden oynatacak nitelikte göründüğünü kavrayamamışlardır. Dünyada hiçbir ulus, Amerika kadar kendini ahlaki değerlerle bağlamış değildir. Dünyada başka hiçbir ülke, tanımı gereği mutlak olan değer yargıları ile bunların uygulanması gereken somut durumlar arasındaki boşluğu doldurmak için kendine bu kadar eziyet etmemiştir. Amerika’nın başlıca ideali olarak, demokrasinin gelişmesi devam edecektir.” (Henry Kissinger, Diplomasi)[/box]
Bir Siyu kabile reisinin “Bizim için doğa, vahşi değildi. Bizim için doğa ancak doğudan beyaz adamlar gelip de gaddarca bir coşkuyla bize ve sevdiğimiz insanlara onca haksızlığı yaptığında vahşi oldu. Ormandaki bütün hayvanlar onun yayılmasından kaçmaya başladığında, işte o zaman ancak o bizim için “Vahşi Batı” başladı.” sözlerini unutmadan yukarıda verdiğim örneklerin yeterli olduğunu ve “Amerikan seçilmişliğinin” kısa zamanda neler “başardığına’’ bir bakalım.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Fransa’nın 12 milyon, İspanya ve İtalya’nın 9 milyon, İngiltere’nin 4 milyon nüfusa sahip olduğu bir dönemde; 1500 yılında Meksika’nın 25 milyon olan yerlilerinin sayısını 1650’de 1 milyona, kıtanın tamamının 80 milyonluk nüfusunu yine aynı sürede 10 milyona indiren bir “uygarlık” söz konusuydu. Batı uygarlığı, dini misyon desteğinde, Amerika’nın yerli halklarının kişiliğinde 150 yılda insanlığın beşte birini yok etme başarısını gösterdi.” (Cemal Bali Akal, Modern Düşüncenin Doğuşu, İspanyol Altın Çağı)[/box]
Amerikan halkı, doğrudan Başkanlarını seçmek için değil, tek işi başkan seçmek olan bir meclisin “electoral college” (seçici kurul) delegelerini belirlemek üzere oy vermekte, 538 üyeden oluşan bu kurulda üyelerin verdiği oylarla Başkan belirlenmektedir. Eyaletin seçici delege oyları bir bütün olarak “kazanan hepsini alır” ilkesiyle işliyor ve en çok oy çıkaran aday bütün üyeleri kazanıyor. Bu sistemden dolayı seçici delege oyu sayısı fazla eyaletlerde kazanan adaylar daha şanslı hale gelmekte, örneğin California (55), Texas (34), Pennsylvania (21), Ohio (20), North Carolina (15), New York (31), New Jersey (15), Michigan (17), Illinois (21), Georgia (15) ve Florida (27) gibi 11 eyaleti kazanan aday, diğer 39 eyalette kaybetse bile Amerikan başkanı olabilmektedir. Seçici Kurul’un salt çoğunluğunu elde eden yani 270 seçici delege oyunu kazanan aday başkan seçilmiş kabul edilse de eğer üçüncü bir adayın delege oylarını paylaşır ve kimse 270 oya ulaşamazsa, Başkanı seçici kurul değil, Temsilciler Meclisi seçmektedir. 2000 yılı seçimlerinde özellikle Florida’da yaşanan karışıklık, Amerikan seçim tarihi açısından hafızalardan silinmeyecek izler bırakarak, insanların demokrasiye olan inançlarına “onarılamaz zarar” ve Başkanlık koltuğuna mahkeme kararlarıyla galip gelen Bush oturmuştur.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Amerika’daki başkanlık seçimleri, bir üçüncü dünya ülkesini aratmayacak karmaşaya dönüştü. Demokrat Parti’nin itirazıyla Florida’daki oyların yeniden sayılması bu sabaha karşı tamamlanmasına rağmen Başkan belirlenemeyecek. Eğer bu iş Nijerya’da ya da Afrika’nın herhangi bir yerinde olsaydı tüm dünya gülerek izlerdi.” (Hürriyet Gazetesi)[/box]
“İnsanlar bu seçim hakkında atıp tutacaklar. 154 oy fark olduğunu Bush’un kardeşinin vali olduğunu Yargıtay’ın bize hediye ettiğini söyleyecekler. Ama şunu hatırlayın ki her tekrar sayımı kazandık. Gore’a karşı hiç geri düşmedik. Listeler kapanmadan haber ağlarının Florida’yı Gore’a vermesiyle kim bilir kaç oy kaybettik. Ama hepsinden önemlisi sistem işledi. Sokaklarda tanklar gezmiyor.” Ne güzel değil mi? Sistemlerinin işlediğinden bahseden ancak dünyanın geri kalanının kendi sistemlerini işletmesine fırsat vermeyen ve kendi çıkarlarına uygun yönetimleri başa geçirmek için sokaklarında tanklar yürütmekten çekinmeyen bir zihniyetle nasıl baş edilebilir, bilemiyorum. “Dünyanın gözü bizde, teorik olarak son kalan demokrasiyiz” diyen Amerikan zihniyeti demokrasi yaymak, demokrasi götürmek fikrini her taşın altına yerleştirmiş olsa da dünyanın pek çok yerinde, ilkel, zorba ve baskıcı diktatörlükleri desteklemekten, onlarla işbirliği içine girmekten asla çekinmediği bilinmektedir.
Anlamını soylu, mertçe ve insan onuruna yakışır biçimde davranma görevi olarak bildiğim bir deyim vardı. Bu deyim aklıma geldikçe Çernobil reaktörünü kapatmak için ölüme giden insanları düşünür ve “işte” derdim, “soylu bir davranış.” Ancak “noblesse oblige” deyiminin soylu davranış olarak değil de salt kendi çıkarlarının selameti açısından gören aristokratların –günümüzde finans-kapital temsilcilerinin- halktan gelebilecek bir bilinçlenme ve devrime karşı kendi birlik ve beraberliklerini koruma adına birlikte hareket etmek demek olan “soyluların yükümlülükleri” anlamına geldiğini öğrendiğim andan itibaren yaşadığım şaşkınlığı anlatmaya kelimeler yetmez. Bir yandan demokrasi halkın kendi kendini yönetmesi denilirken diğer yandan bu “egemenler” arasına “halktan” kimsenin karışmaması için dayanışma içine giren soysuzların, alçakların ve halk düşmanlarının varlığını bilmek uykularımın kaçmasına neden oluyor. Marks’ın tarihsel sözünü acaba “demokrasi, hakların afyonudur” diye uyarlayabilir miyiz, bilemiyorum.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Ne var ki Recount bütün Florida eyaletinden oyların nasıl sistemli bir şekilde aşırıldığına, önceki oy kayıtlan arasındaki istatistiksel anormalliklere ve Bush’un olması gerekenden çok fazla, Gore’unsa çok az oy aldığı bölgelerde yapılan esas sayımlara hiç değinmiyor. Yüksek Mahkeme’nin Florida genelinde oy pusulalarının elle sayımına müdahale etmesi gibi bir skandala ve medyanın ortak çalışmasıyla gerçekleştirilen oyların elle sayım sıralamasında “seçmenin niyeti”nin kriter olarak alınması halinde Gore’un kazanacağı sonucuna da yer vermiyor. Bush-Cheney Çetesi Jeb Bush ve Florida’daki Cumhuriyetçi Parti mensupları ile Yüksek Mahkeme’deki beş yandaşın yardımıyla bu şekilde başkanlık koltuğunu kapmıştır. Sonuç olarak tarihteki en rezil, en yoz, en muhafazakâr rejim ortaya çıkmış, bu zulüm saltanatıyla ilgili belgesellere ve diğer filmlere dünya kadar malzeme sağlamıştır.” (Douglas Kellner, Sinema Savaşları)[/box]
House of Cards dizisi ile siyasetin arka kapısından içeri girmemizi sağlayan Kevin Spacey’in ve kendini “dünyanın önderini seçmek üzere adanmış bir İncil kahramanı” olarak gören bir karakteri oynayan Laura Dern’in göz kamaştırıcı oyunculuğunun kesinlikle görülmesi gerektiği düşüncesindeyim. Başkan Clinton’un yardımcılığını yapmış ve sistemin içinden biri olan Al Gore “Kazansam bile kazanamam” demekle ne kasetmiş olabilir, 2016 seçimlerinde şüpheli sonuçlarla kaybederse sonuçları kabul etmeyeceğini ve seçimleri mahkemeye taşıyacağını söyleyen Trump niçin böyle söylemiştir bilemiyorum ancak dünyayı bir ışıldak gibi aydınlatmak ve Tanrı’nın işleri yapmakla yükümlü olduğunu iddia eden Amerikan seçkinlerinin demokrasi oyunu hala “güvenli mi” sorusunu soran film kesinlikle izlenmeyi hak ediyor.
Öteki Sinema için yazan: Salim OLCAY