Bugüne kadar yapılmış en iyi casusluk temalı filmlerden biri olan Spy Game (2001) rahmetli Tony Scott’ın geride bıraktığı en güzel seyirliklerden biri. Birden fazla mekânda, geniş bir zaman diliminde geçen hikâyeyi, tek bir merkezden işleyerek oldukça başarılı bir olay örgüsü yaratan Scott; izleyicinin bir an olsun olaydan kopmamasını sağlayarak, olabilecek her şeyi layıkıyla sunmuş: Karakter gelişimi, aşk hikâyesi, aksiyon, gerilim, gizem ve politika bir arada.
Öteki Sinema için yazan: Emel Bilge Çınar
Filmin konusunu kısaca özetledikten sonra detaylara geçmek istiyorum.
CIA’in saha ajanlarından biri olan Nathan Muir, Merkezi Haber Alma Teşkilatı’ndaki son günündedir. Ofisini toplayıp, emekliğe yelken açmak için herkesle vedalaşmaya hazırlandığı bir günün sabahında, Hong Kong’dan beklenmeyen bir telefon alır. En iyi öğrencisi ve meslektaşı Tom Bishop, Çin Hükümeti tarafından yakalanmış, idamını beklemektedir. Ve Bishop’ı kurtarma görevi yaşlı kurt Muir’a kalır.
Filmin konusuna bakıldığında, derin bir iç çekmemek olası değil; Yine mi tek adam, yine mi Çin, yine mi CIA, yine mi usta-çırak ilişkisi diyor insan. Fakat Scott sağ olsun -keşke sağ olsaydı- Michael Frost Beckner’ın bu klasik öğelerle süslü hikâyesini öyle zengin ve çok katmanlı işlemiş ki film bittiğinde, hakkıyla aktarılmış bir istihbarat hikâyesi izlemiş olmanın sevincini yaşıyorsunuz. Çünkü onca potansiyele rağmen, ne yazıktır ki Amerika’nın dönemsel dış politikasını cilalama hareketinden fazlasını genelde görmüyoruz. Bu anlamda Spy Game de %100 temiz sicile sahip değil, ama en azından vicdani bir ikilemde kaldığını açık seçik belli ediyor. Bir İngiliz olan Scott’ın, uluslararası istihbaratın atası olan soydaşlarından genetik bir mirası devraldığını söyleyebiliriz herhâlde :)
Eğer bu klasik bir Hollywood filmi olsaydı, olaylar şöyle gelişirdi:
Tom Bishop, insanüstü becerilerine ve koskoca Çin’i rezil rüsva edecek hünerlerine rağmen, bir şekilde düşman eline düşer ve iş; onu kurtarmak üzere devreye giren Nathan Muir’a kalırdı. Nathan Muir da yaşına başına bakmadan bavulunu toplar, bir zulada istiflediği sahte kimlik, silah ve pasaport tomarını alır, Çin’e gider, herkesi bizzat pataklar ve Tom Bishop’la duygusal buluşmasını yaşadıktan sonra, herkesi artistik hareketlerle öldürerek anavatana geri dönerdi. En fazla 5 mekânda geçen ve çizgisel bir kurgu ile devam eden film, bir Amerikan şehrinde çekilmiş “uç uca park eden arabalardan çıkıp, pis işler çevirmeye hazırlanan kodamanlar sahnesi” ile biter, olası bir devam filmine göz kırpılırdı. Neyse ki Spy Game’i Tony Scott çekti ve Muir’la Bishop’ın hikâyesi tamamen farklı bir çehreye büründü. Eğer böyle olmasaydı ne Berlin’deki çatı sahnesini izleyebilir, ne Victor Ostrovsky’nin anılarından derlenen Training Montage’ı görebilir ne de bugün True Detective ile fenomen haline gelmiş “sigara içme düsturunun” sinematografik önemine vakıf olabilirdik.
Yönetmeni övmekten kendimi alamadığım için, filmin diğer iyi yönlerinden bahsedemedim. Kısaca onlara da değinmek istiyorum.
Artık gerçek anlamı ile bir efsane haline gelen Robert Redford ile o dönemlerde hâlâ nasıl bir oyuncu olduğu tartışılan Brad Pitt’in arasındaki kimya muazzam. Adeta baba-oğul gibiler. Zaten bu uyum Robert Redford’ın bence en iyi filmlerinden biri olan Sneakers’a yapılan gönderme ile taçlandırılmış; Pitt’in karakteri Tom’a Redford’ın Martin ‘Marty’ Bishop rolüne ithafen “Bishop” soy ismini vermişler. ( Bugünlerde NSA ve Heartbleed skandalı ile sarsılan dünyanın eğlenceli bir öngörüsünü yapan Sneakers’a (1992) ayrıca bir yazı hazırlamak lazım.)
Robert Redford Nathan Muir karakterine öyle bir inandırıcılık katıyor ki; o sinsi gülümsemesi, kendinden emin hali ve her şeyi “tufandan önce” görebilme yetisine ışık tutan jestleri ile kafadan Nicholai Hel klasmanına giriyor. Pitt ise masum yüzü, haylaz gülümsemesi ve vicdani ikilemleri ile Muir’ın adeta evlat sevgisi ile hareket etmesine neden olan o iyi ruhu, son derece başarıyla canlandırmış. Zaten Tom Bishop karakteri, başlı başına filmin “vicdani altyapısını” oluşturuyor. Ha, Muir’ın dünyayı yönetse falso vermeyecek müthiş sekreterini canlandıran Marianne Jean-Baptiste’i de unutmamak lazım tabii. Bu üçlünün çevirdiği dümenler, sabaha kadar sürse izlenir.
Harry Gregson-Williams’ın ana haber bültenlerinde hacamat edilen efsanevi film müziği, Spy Game’in dünyaya kazandırdığı en güzel şeylerden biri. Explosion and Aftermath’i dinleyip de gözünden bir damla yaş gelmeyecek uzaylı bile tanımıyorum.
Filmin sinematografisi, ışığı, rengi, her şeyiyle çok özel bence. Paul Greengrass Bourne ile yeni bir alternatif yaratmamış olsaydı, casusluk filmlerinde Berlin’deki çatı sahnesinin klonlarını izliyor olurduk hala. Bu arada Scott, o sahneyi çekmek için helikopter kiralamak istediğinde, stüdyo çok pahalı olduğu gerekçesi ile bu isteği reddetmiş. Fakat yönetmen, bu sahnenin film için önemine çok inandığından, kendi cebinden para verip sahneyi tamamlamış.
Hep övdüm, kusurlardan hiç bahsetmedim. Filmde en dikkatsiz izleyicinin bile fark edebileceği birçok devamlılık hatası var. Fakat bu kadar fazla mekânda ve farklı zamanlarda geçen bir film için, bunun çok da büyük bir günah olmadığını düşünüyorum. Sonra Muir’ın planında aksayan hiçbir şeyin olmaması, CIA yöneticilerinden birinin durumdan epey şüphelenmesine rağmen Muir’ı enselemeye yönelik ciddi bir önlem almaması, Elizabeth Hadley’in hikâyesinde havada kalan detaylar –ki silinmiş sahneleri izlerseniz, aslında Muir ile birbirlerini tanıdıklarını görüyorsunuz, bu bütün hikâyeyi temelden değiştiren bir şey- filmin güzelliğine gölge düşürüyor. Bishop’ın gösterişe kaçan hareketleri –Beyrut’taki kahvaltı sahnesi-, Çin ve Ortadoğu konusunda bir türlü üstesinden gelinemeyen “karikatürize etme” durumu, oryantalizm, eser miktarda Amerikan değerleri propagandası… Kusur aranırsa, oldukça fazla bulunabilir. Ama toplama baktığımızda Spy Game’in karnesi geçer notlarla dolu.
Ajanların hayatına yönelik daha gerçekçi bir tutum barındırması sebebi ile birçok “casusluk” filminden çok farklı olduğunu söyleyebiliriz. Bishop’ın gizli kimliğinin sağlaması için Time’da yayınlatılan makale, Muir’ın karıları ve Operation Dinner Out esprisi bile filmi kendine has kılan detaylar.
Tüm bunlar bir araya geldiğinde “Operation Spy Game is a go!” diyorum. Mutlaka bir şans verin.
Herkese iyi seyirler!