Casino Royale (2006) yeni bir James Bond’la bizi tanıştıran en iyi “giriş filmi” olabilir. Açılışından finaline dek makine gibi tıkır tıkır işleyen bir film ve ilk bakışta fark edilemeyecek kadar çok nüansla örülü.
Terry Gilliam’ın ilk solo atağı olan ama bizde pek bilinmeyen Jabberwocky (1977) çamur kokan bir Ortaçağ fantezisi, Monty Python gölgesinden çıkıp kendi grotesk dilini
Amerikan punk’ı konusunda birbiri ardına izlediğim bir belgesel ve bir film punk’ın doğduğu mekanlar etrafında oluşan organik ortamı oldukça iyi anlatıyor: Danny Garcia’nın Nightclubbing
Yeni film Predator: Badlands, bana göre tüm serinin “en Disneyleşmiş” halkası. Artık avcı değil, neredeyse terapiye gitmesi gereken bir Predator izliyoruz.
Cobra Thunderbolt, aslında biraz derme çatma görünen, dandik bir araç ama film onu bir süper araç olarak yansıtmayı başarıyor bir şekilde. Son 20 dakikalık
Parçalı Yıllar, Yeşilçam’ın lanetlenmiş sayfalarına cesurca bakan bir film. Bu toprakların sinema tarihine sızmış ama hep halının altına süpürülmüş bir dönemi, yoksul bir tiyatrocunun
Alper Çağlar'ın uzun zamandır beklenen İlk Göktürk filminin fragmanı yayınlandı ve birkaç dakikalık görüntülerin bile sinemamızda yıllardır rahatsız edici bir sessizlikle üzeri kapanmış bir alanı yeniden titrettiğini fark ettim.
Yeşilçam’ın seks furyasına baktığımızda, sadece müstehcenliği değil; bir toplumun modernleşme sancılarını, köyden kente göçün travmalarını, sınıfsal öfkenin mizaha ve cinselliğe bürünmüş hâlini görürüz. O
Çiçek Abbas filmi alternatif bir etik önermez; yer değiştirmeyi ödüllendirir. Abbas başka türlü davranabilir miydi? Evet—ama bunun için filmin evrenine “yer değiştirme” yerine “kurum değiştirme”
Abuzer Kadayıf (2000) da benim nazarımda ilginç bir fikirle başlayan, umut vaat eden ama bu ilginç konuyu yeterince incelikli olarak işleyemeyen, keçiboynuzu gibi bir
Atıf Yılmaz’ın yönettiği 1969 yapımı Menekşe Gözler, yerleşik Yeşilçam melodram kalıplarına bilinçli bir meydan okuma sergiler. Safa Önal’ın ödüllü senaryosuna sahip film, tipik bir
HBO Max’te önüme düşen bir filmi izlerken yine o tanıdık baygınlık dalgası geldi. Festivallerde kaçmıştı, burada yakaladım diye sevinmiştim ama karşıma çıkan şey gene aynı: iyi oyuncuların elinde eriyip giden, ne duyguyu geçirebilen ne sahnenin enerjisini taşıyabilen, tuhaf biçimde körelmiş bir “okur
İnternetin ilk yılları, belki de insanlığın en saf paylaşım dönemiydi. İnsanlar sahip olduklarını satmak için değil, paylaşmak için yüklüyorlardı. Müziği, filmi, oyunu, yazılımı… Hepsi bir dayanışma biçimiydi. O dönemde kimse “abonelik” nedir bilmezdi. Her şeyin parayla alınmadığı bir dünyayı, kısa bir süreliğine
Türkiye’de eleştirinin toplumsal etkisinin azaldığı artık bir veri. "Bir kültür Antikası Olarak Film Eleştirmeni" başlıklı yazımda buna değinmiştim ancak bu kayıp, “okur ilgisizliği” ya da “medya dönüşümü”yle açıklanamayacak kadar derin ve kazmaya devam ediyorum.
OFCS (Online Film Critics Society) üyesiyim, prestijli bir online eleştirmenler topluluğu. Dünyanın her ülkesinden üyeleri var. Bu topluluğa üye olmanın en tatlı yanı, vizyona girmeden önce yüzlerce filme erişebilmek. Eskiden şirketler Blu-ray ya da DVD gönderirdi, şimdi bir link yolluyorlar. Bu, sinema
Dehşet Bey, biçim olarak modern, ruh olarak anımsız. Murat Menteş’in edebi mizahını ve Kutlukhan Perker’in grafik zekâsını sinemaya çevirmeye çalışan film, “Türk John Wick’i”
Daha birkaç yıl önce hepimiz aynı şeyi söylüyorduk: “Televizyon öldü.” Meğer öldü sanılan şey aslında sadece biçim değiştirmiş. Netflix, Prime Video, Max, Disney+ hepsi
Bir zamanlar televizyonun mezarını kazanlar, şimdi onun ruhunu platformlara çağırıyor. Ekran küçüldü, yayın akışı dağıldı, reklam araları bitti ama hikâyenin özü aynı kaldı: uzun,
Hollywood işi biliyor! Hikaye bitince bilgisayar oyunlarına dadandılar. Sonuç karlı ama seyirci açısından biraz sıkıntılı oldu. İşte bilgisayar oyunlarından uyarlanmış en bilinen 5 film!