Pasolini (2014)

Pasolini

İtalyan Sineması’nın en aykırı yönetmenlerinden biriydi o. Dramatik şekilde hakkın rahmetine kavuşması, sinema tarihine yeni bir soru işareti ekledi. Her ne kadar türlü türlü spekülasyonlar olsa da, Pasolini’nin ölümü yürek burkan bir cinayet. Muhakemesi bana düşmez. Ölümünden sonra “miras (şiddetin ön ayak olduğu, müphem bir miras bu) kavgasına” tutuşan birçok yönetmen oldu. Bunların en huysuzu Abel Ferrara, ustasından kalan mirası kabul etmemiş. Üstelik film çekerek “bizim redd-i miras sözümüz havada kalmaz, peliküle geçer” demiş. Filmekimi’nde seyrettiğim ilk film olan “Pasolini”, yönetmenin son günlerini, ailesi, mazisi, insan ilişkileri, eşcinselliği, film taslakları, düşleri üzerinden hiç şaşırtmadan anlatıyor. Woody Allen’ın “Yaramaz Harry”sinde olduğu gibi film içine dalan Pasolini, yapmak istediklerini yapmanın memnuniyetiyle gelir beyaz perdeye. Gelir gelmesine de, müthiş bir potansiyel barındıran hayat, Ferrara’nın kendini bilindik senaryo numaralarına kaptırmasıyla kullanılamaz. Salondan çıktıktan sonra filmin üzerimdeki etkisini iyiye vurmuştum. Biraz kafa yorunca, bunun böyle olmadığını anladım. Senaryo aşamasında neler olup bittiğini tahmin etme cüretini kendimde buluyorum. Üstadın diş gösterir hallerini silah gibi kullanmaya yeltenmiş Ferrara. Ağzından dökülen standartlara uymayan kelimelere tutunmuş. Bir gazetecinin devreye girmesiyle iştahı artan Ferrara, zılgıt çekme seansı olarak addedilecek sahneyi bile kötü çekmiş. Bu sahnenin konulma sebebi, Pasolini’ye saygıda kusur etmemek. Zaten etmiyoruz, kafamıza bastonla vurmaya ne gerek var? Eşcinsellikle de zorlu bir sınav veriyor yönetmen. Pasolini’nin provakatif hallerinin keskinliği yetersiz gelmiş olacak ki, cinsellik aslolan mesele oluyor. Yukarıda bahsettiğim spekülasyonlara bir yenisi katılıyor. Ah Abelciğim vah Abelciğim! Keşke şu Yaramaz Harry hallerinde dışlasaydın cinselliği. Sesinizi duyar gibiyim, elbet biliyorum Pasolini’nin kafasından geçenler bunlar. Sadece görsel yansımasına itirazım var. Yıldızın peşinden koşan film karakterleri, yıldızı yakalamadan önce cinselliğe çarpmasın. Oraya gelene kadarki Pasolini dünyasını ihmal etme. Bizler Sodom’un en iğrenç sahnelerinde Pasolini resitaline kulak kabartmışken, sen televizyon dizisi “Spartacus”un fantazyasına giriş yapmaya niyetlenmişsin. Neyse artık. Pek sevdiğim Norman Bates’in durulmuş halini andıran Pasolini, aslında ana kuzusundan hallice. Kemiklerini sızlatmayayım, hakikatlere uzağım ama her sanatçının başarısının arkasındaki kadın anne çıkmasın yahu! Hadi başarıyı attım, Sodom’lu açılışa ihanet ettin be Abel! Filmin önemli bir bölümünü teşkil eden Pasolini ve annesiyle olan ilişki konusundaki eleştirilerim finalde haklı çıkarttı beni. İki finalli bir filmle karşı karşıyayız. Çağan Irmak dramlarını hatırlatan finali bizlere mendil mi ıslatmalı, bilmiyoruz. Müziğin çok az sustuğu (Türk filmlerinde eleştiriliyor ya, vurun kırbacı), iki üç sahnesiyle gönlümü almaya çalışan ama bunda başarılı olamayan Pasolini, zayıf olduğunun farkına varamayacak kadar ciddiye alıyor kendini. Willem Dafoe, rolüne yakışmış ki yüz hatları benziyor Pasolini’ye. Ona olan sevgim, beni tarafsız yapamıyor. Kısa bir rolde görünen Maria De Medeiros, inanır mısınız bilmem ama Pasolini’den de çılgın yahu. Filme hurra saldırmış gözüksem de, salondan çıktığımda “beğendim” demiştim. Demek ki Büyülü Fener Sinemaları’nın havasız salonlarında alamadığım oksijeni çıkışta alınca zihnim ferahladı. Pasolini’yi havadar ortamda izlemenizi salık veriyorum.

Adieu au langage/Dile Veda (2014)

Adieu au langage

Of! Yine Godard’la ilgili bir şey yazmaya çalışacağım. Haddime mi? Haşa. Geçtiğimiz Haziran takip ettiğim Ankara Film Festivali’ne bir pazar gecesi veda ederken yanımda Jean Luc Godard, Peter Greenway, Edgar Pera (halen tanımıyorum bu ismi) vardı. Üç yönetmenli ve 3D konseptli “3x3D” festivalin son filmi olmayı hak etmiyordu. Gümbürtüye gitti. Hatta yazdığım sinema sitesine bu filmle ilgili yazı vermemiştim. Vermedim değil aslında, kaçtım. Sonra anladım ki, Yeni Dalga’nın babasını idrak edemeyen bilmem kaçıncı kişiyim. İşin ilginci Godard’ın ilk dönem filmlerine daha kolay giriyorum. Meselenin Anna Karina’dan kaynaklandığını düşünmek istemiyorum. İtiraflar için geç kalsam da, Godard ne yapmış merak ediyorum. Cannes’da Jüri Özel Ödülü alan (akranım Xavier Dolan’ın “Mommy”si ile birlikte) “Dile Veda”, Godard’ın “merhaba Yeni Dünya” dediği film olmuş. Yeni sıfatını ekleyince akla Türkiye geliyor son günlerde. Yeni Türkiye’nin eski alışkanlıklarından kopamaması tartışılıyor hatta. Godard da Yeni Dünyası’na eski isimleri getirerek 3 boyut içinde de meşruiyet çığlıkları atıyor. Görünürde iki bölüm olan ama ilerledikçe iki bölüm daha (yoksa daha mı fazla?) doğuran, üstelik “Doğa” ve “Metafor” adını verdiği bölümlerin cebine karmaşa sıkıştıran film, Godard’ın günümüz insanına önerdiği bir cep kitabı olarak da değerlendirilebilir. Bu kitabın adı “İNSANLIK İÇİN BİLGİLER” olabilir. Peki, neden bahsediyor bu adam? Yaşı çoktan kemale erdi, hala neyin felsefesi? Filmdeki parçaların en büyüğü insansız değil tabi ki. Adem ile Havva’nın modern versiyonlarını karşımıza getiren Godard, birbirlerine siz diye hitap eden bu karakterlerle eşitlik mertebesine ulaşmanın yollarını arıyor. Yasak Elma’dan bugüne, birleşmenin yollarını arayan erkek ve kadın, mutabakat sağlamak için dile sarılıyorlar. Dört duvar arasında olsalar da, doğaya aitler. Üstlerinde başlarında kat kat giysi yok, belki de birleşmenin ilk durağı çıplaklıktır. En nihayetinde “erk” bir sonuca varıyor! Parçaların arasına sıkışan ve filmin en başarılı oyuncusu olan köpek, filmin “dilsizliğini” temsil etmekte. Çiftimize çıplaklık köşesinden temas etmeyi unutmayan köpek, dört duvar arasına girdiğinde, hatta kapalı kapılara tırnak geçirdiğinde dahi bize benziyor. Parçalar arası evrende (de hadi de, paralel evren de) yalnızlık pozları kesen bu köpeği çok sevdiğimi söylemeliyim. Filmin içinde dikkat geçen iki genç daha var. Uzaklaşmak isteyen bu gençleri Kraliyet koşullarına iten Godard’a kucak dolusu sevgiler. İşte Yeni Dünya’nın eskiyle arasındaki bağ. “Heil Hitler” bağını düşünmeyelim şimdi, o da yaşandı eyvallah da biraz milliyetçilik kokuyor orada üstad. Şak diye yazıyı keseyim diyorum. Ana düşünceden anladığım şu: Her şeyin bitişi doğada, biz doğanın içinde gururlu zerreleriz. Metafor barındırıyoruz. Doğada eski yeni olmaz. Sağ gözünü kapatırsın solu görürsün, sol gözünü kapatırsın sağı görürsün. Doğa boyutu, metafor boyutu, ee üçüncü boyut? Ah Dil!

The Disappearance of Eleanor Rigby: Them/Aşkın Halleri (2014)

The Disappearance of Eleanor Rigby

Son yıllarından en şeker filmlerinden biri “Aşkın 500 Günü” değil mi? Sevimli oyuncuları Joseph Gordon Levitt ve Zooey Deschannel’in inandırıcı oyunculukları sayesinde çarpmıştı beni. Senaryosu da “baştacı edilecek” cinstendi. İşte o filmin ruhuma kattıklarının bir benzerini bulabileceğime inanarak gittiğim “Aşkın Halleri”, selefinin yanında bitemese de, iki saatlik süresi boyunca hülyalı hülyalı bakmama neden oldu. İsmindeki “hâl”, hem kadın hâlini hem erkek hâlini ifade ediyor. İlk bakışta, çok sıradan bir isim gibi gelebilir. Açıkçası ben de sırf isminden dolayı filmin üstünü çizecektim. Filmin, orijinalindeki (The Disappearence of Eleanor Digby) “kayboluş” sahiden de çıkış noktası. Yönetmen Ned Benson, 2013 yılında ayrı ayrı incelemiş meseleyi. Kayboluşu hem erkek hem kadın gözünden irdelemiş. Bu sefer “onlar” adındaki kurgusuyla Filmekimi’nde Ankaralılar’ın yanağından makas almaya gelmiş. Başrol seçimi tam isabet. Nerden buluyorlarsa, nasıl eşleştiriyorlarsa, doğru kimyayı tutturuyorlar. Buz gibi güzelliği olan Jessica Chastain, Ferzan Özpetek’in fetiş oyuncusu olmaya aday Isabella Ferrari’yi hatırlatırcasına dolanıyor bir orda bir burda. Aslında çok da kaybolduğu söylenemez. Burada bir yerde. Görmesini bilene tabi. 2000’li yılların başında ucuz bir Alman korku filminde (ismi Havuzdu) keşfettiğim James McAvoy, o günlerdeki acemiliğini çoktan geride bıraktı. Romantik jön olarak da kabul gördü. Hollywood’un kıvama getirmek için tertiplediği “insan avında” av olarak görülebilir. Zira bebek yüzlü! Neyse ki, her iki oyuncu da oyunculuklarını konuşturarak türden türe atlayan filmografiler inşa ettiler. Henüz sakinleşme vakitleri gelmedi. Yüzleri eskimez, tasalanmayın. Film, birbirlerini delicesine seven bir çiftin, yaşadıklarını trajediyi hazmedeyip yollarını ayırması üzerine bir hikâye gibi görünüyor. Yer yer Hollywoodvari bir arabesk içine dalsa da, bunun filmin lehine olduğu su götürmez. Başka filmlerde sırıtması muhtemel sözlerin, karelerin zamanlaması iyi. Vuslatın değil, kaybolmanın merakı içinde kalıyor seyirci. Tahmin edilebilir bir sona koşsak da, onu detaylarla zenginleştirmiş ve bir üslup oluşturmuş Benson. Detaylar arasında bölünmeler yok değil. Karakterlerin çoğu, filmi manasız bir muhafazakar çizgiye sürüklüyor. Kadın karakterin ailesinde uyumsuzluk göze çarpıyor. İki dev oyuncu William Hurt ve Isabelle Huppert, anne-baba rollerinde neresinden bakarsanız bakın göz tırmalıyor. Gençlik yıllarında delişmen olduğunu söyleyen anne, sakin bir muhitte şarabını yudumlayarak vatanı Fransa’daymış gibi davranıyor. Hiçbir şekilde evlenmeyeceği adamla evlenmiş sanki. William Hurt -çok severim o ayrı- bu role gitmemiş. Modern bir baba görünümünde olsa da, filmin en tutucu karakteri. Kızının kopuşunda/kayboluşunda rahat görünüyor görünmesine ama bağlayıcı kararları tek başına alabilen bir reis en nihayetinde (bilhassa havada kalan psikolojik destek sahnesi). Erkeğe döndüğümüzde anne noksanlığı göze çarpıyor. Baba rolünde bir başka kıymetli oyuncu Ciaran Hinds var. Oynamadan oynuyor adeta. Yalnız orada da sakat bir durum var. Aile, güveneceğimiz bir limandır. Buna çıt çıkarmam. Fakat karşılaştığımız ilk büyük başarısızlıkta baba evine yelken açacaksak nasıl büyüyeceğiz? Erkekte de bu tavır var, kadında da. Sanırım, o koca koca binalar içindeki 2+1 odalarda yalnız yaşamak, hayata yalnız başına diklenmek daha cazip geliyor bana. Hoş, ben de başarısızlık sonucu evdeyim! Sanırım perdede görmek istediklerim sahiden hayal ettiklerim. Bu iki cümleyi görmeyiverin. Filme, ekrandaki en şahane oyuncunun ismini zikrederek döneyim: Viola Davis. Davis, bambaşka bir yerden oynuyor. Canlandırdığı akademisyen çok iyi yazılmış doğrusu. Onun hikayesinden de bir “kayboluş” efsanesi yaratılabilir, benden söylemesi. Efendim, filme döndüm dedim ama sözün bitme vakti geldi çattı.”Aşkın Halleri”, senaryodaki boşluklara ve üzerine yeterince kalem oynatılmayan karakterlerine rağmen kendini izlettiren, “dünya tersine dönse, vazgeçmem” gibi hastalık kokan bir cümleyi ehlileştiren bir çalışma. Filmekimi’nde kaçıranlar üzülmesin, Başka Sinema’nın Ekim Programı’nda yer alıyor film.

Boyhood/Çocukluk (2014)

Boyhood

Filmekimi’nin en merakla beklenen filmi “Çocukluk” olmalı. Gösterime girecek mi, girmeyecek mi vb. tartışmalardan ötürü herkesi bir korku sardı. Girdiğim kuyrukta fısır fısır konuşuldu film. Bilen bilir Ankara’da da festivallere hürmet gösteren seyirciler vardır. En az İstanbul’daki kadar film konuşan, kuyruğun “kaymağını” yiyen, planlı programlı hareket eden seyircilerdir bunlar. İşte Çocukluk o seyircileri doyurmak için çekilmiş görünüyordu. Maalesef daha da acıktırdı beni. Gerçi sinema sevgimizi çok yaralamıyor (günah çıkartma seansı değil). Konu zaten dillere pelesenk oldu, bir çocuğun büyümesine odaklanıyoruz. Konuyu farklı kılan özellik, 6 yaşında bizleri selamlayan küçük Mason’un (Ellar Coltrane) 18’ine kadar aynı oyuncu tarafından canlandırılması. “Biz büyüdük ve kirlendi dünya” sözünü hatırlatmayan film, kendi içinde gizli bir polyannacılık oynuyor. Siz de benim gibi 20li yaşların ortalarındaysanız, daha sinir bozucu şeyler cereyan edebilir. “Before” serisiyle bilinen ama “A Scanner Darkly”, “Tape”, “Waking Life”, “Me and Orson Welles” gibi tuhaf filmlere de imza atan Richard Linklater meğer saman altından su yürütüyormuş. Belki ajanslara servis etmiştir Çocukluk’u aralıklarla çektiğini. Ben hiç işitmedim. Peki, Linklater’ın çocukluğa dair anlattıkları nelerle kesiş(em)iyor? İlk olarak, Linklater’ın popüler kültürü çok iyi gözlemleyemediğinden yakınıyorum. Aslında karakterin geçirdiği değişimi betimlemede zevklerin ön planda olması çok doğal. Esir eden filmler Harry Potter ve Twilight’ın aynı filmde dillendirilmesi zamanın işe yarar bir şekilde kullanıldığını gösteriyor. Sözgelimi, 8-9 yaşlarında Büyücü Harry’ye rastlayan Mason’un ona hayran oluyor. 14-15 yaşındayken Twilight’tan tiksiniyor. Sorun neden aramakta. İnsan neden tiksinir Twilight’tan? Yaş büyüyünce otomatikman küçük mü görürürüz bu filmleri? Yoksa sahiden zevklerimiz mi değişmiştir. Çok basit bir kanaldan meseleye girmiş görünsem de, Richard Linklater’ın filmin esas sorununa çare bulamadığını düşündüm. Karakterin fiziksel değişimi sollamış iç dünyasını. Büyüme aşamalarında karşılaşılan zorluklar Mason için en ufak bir acı vermemiş. Gözyaşından mahrum bırakılıyoruz. Bu iddiamızı destekleyecek yığınla örnek var. Hayatının en kritik döneminde taşınmak zorunda kalan Mason’un böyle bir acıyı göğüslemesi şaşırttı.6 yaşında gamsız olmayı öğrenen Mason’un bu özelliği sinema için bırakın öncelik olmayı, elverişli dahi değil. Taşınmaya karşı hissizlik zincirin halkalarından biri. Anne rolünde Patricia Arquette’in habire koca bulması ve hepsinde kader kurbanı olması tam Ayşe Özgünlük. Haklı olarak yalnız kalmak istemeyen anne, yanlış adımlar atıyor. Bu adımların kalıcılığı Mason’un gamsızlığını komikleştiriyor. Defalarca hata yapmasına rağmen bundan ders almayan anne (ilginçtir, ünivesitede ders geçmekte pek becerikli, demek ki hayat dersi zorluyor kadıncağızı), ağlama duvarı arıyor film boyunca. Arquette’in kötü ve isteksiz oyunculuğuna tahammül edemedim ama yine de salondaki diğer seyircilerle ağlama duvarı oldum. Onlar bu duvarın bir parçası oldular mı bilmem ama ben bir anda yıkıldım. 166 dakikalık filmin en absürd sahnesinde “mukadderat değil tesadüf” cümlesiyle gelen yönetmen, bir boru ustası sayesinde pohpohlama girişimde bulunuyor anneye. Nafile! Böyle bir anneye sahip olan Mason’un sinirlerinin bozulmaması, ya sabır dahi dememesi çok ilginç. Tamam, feleğin çemberinden geçmiyor. Sadece isyan eksikliği teşhisi koyuyoruz Mason’a. Bir an için anneyi unutalım. Ergenlik döneminde alkolik üvey babayla başbaşa kaldığınızı düşünün. Şiddete maruz kalmasanız da, o alkolik insanın evdeki varlığı tedirgin etmeye yeter. Tabi Mason gibi süper çocuksanız, müsterih olun. Richard Linklater, olayları sadece gösterdiği için derinlikle bağını kesmiş oluyor. Bu sahnelerle kangren olan film, dakikalar ilerledikçe ayağına kurşun da sıkıyor. Yalnız çok geç, kangren bütün filme yayılmış. 166 dakikada olayları kısa kısa geçiyorsan, vay haline! Filmde ağzıma bal çalmasına müsaade ettiğim isim Ethan Hawke oldu. Yönetmenin fetiş oyuncusu, iletişimi bir an olsun bile kopartmayan uçarı baba rolünde fena değildi. Biraz terellelli kendisi. Kötü üvey babalar sayesinde ona daha da yaklaşıyoruz. Senaryoda birkaç zorlama sahnesi yok değil. Küçük kusurlar deyip ortalığı daha fazla velveleye vermeyelim. Tüm bunların dışında, uyuz abladan gıcık sevgililere, okul kabadayılarından diploma törenlerine, cinsel deneyimden uyuşturucuya bilindik mevzuların bir bir ekrana geldiği “Çocukluk”, belki öf pöf dedirtmiyor ama 12 yılda bu mu geldi sorusunu haklı olarak sordurtuyor. Festivalin balonu ödülüne aday gösteriyorum. Reçeteye de birkaç trajedi yazıyorum. 12 yıl boyunca almalısınız sayın yönetmen.

Force Majeure/Turist (2014)

Force Majeure

Filmekimi’nde ışıkları kapatmadan önce hayıflanıyordum. “Dile Veda”, seyrettiklerim arasında en beğendiğim film olsa da, filmin tahtını kaptırmasını istiyordum. Çünkü Godard – her ne kadar 3D olayıyla fingirdeşse de- keşif sayılamazdı benim için. Bilmediğim diyarlardan bir film çalmalıydı kapımı. Neyse ki daha fazla beklemedim ve zil sesi duyuldu. Godard’ın diyarı Fransa, bu kez mahrem kalmış alanlarıyla keşfe değer gözükecekti. Fransız Alpleri’nde tatil yapan ve bir çığ neticesinde çetrefilli muhasebeye girişen ailenin hikâyesini, nefis bir senaryoyla bizlere aktaran Ruben Östlund, “Turist” adını verdiği filminde ailenin içine sızan bireyselliği işliyor. Ahlaki sorgulamanın dibine vuran yönetmen, şaşırtıcı bir anlatım tarzı tutturmuş ve unutulmayacak yan karakterlerle meselesini yavaş yavaş enjekte etmiş. Baba, ailecek yenilen bir öğle yemeği sırasında, üzerlerine gelen çığı görür. İlk başta “aman canım, ne olacak” diye rahat davranan baba, bu rahatlığın özde değil de sözde olduğunu acı bir şekilde anlayacaktır. Burada kastettiğim acıyı, sinek ısırığına benzetmeyi uygun görüyorum. Biliyorsunuz, sinek ısırığı acıtmaz ama kaşındırır. Bir nevi “süründürme”. Baba aldığı anlık kararla ölmekten kurtulsa da, sürüm sürüm sürünüyor. Eşsiz doğa manzaralarıyla bezeli (görüntülerin filmin gizli başrolü olduğunu sıkıştırayım) filmi izlerken, türler arası yolculuğa çıkacak seyirci. Dram-komedi-gerilim el ele. Yönetmen böyle bir işe kalkışarak “özgüvenim tam” mesajı veriyor. Anne karakterinin “içini dökme” anlarında ilk kroşesini vuran film, annenin çocuklarının üzerine titrediğini, içgüdüler arası savaş fonunda göstermiş. Burada anlık kararların tek bir süzgeçten geçirilmesinin elzem olduğunu düşündürüyor film, aileden kaynaklı içgüdü süzgeci. Bunu yaparken de “madde (cep telefonu) vurgusuna” önem veriyor yönetmen. Sağlı sollu giden senaryo, sade ama etkili diyaloglarıyla da alkışı hak ediyor. Diyalogların felsefeye göz kırptığı sahnelerde devreye mükemmel bir yan karakter giriyor. İlk Çağ filozoflarını andıran, aslında daha çok Norveç’in Zach Galifianakis’ı diyebileceğimiz Kristofer Hivju, gözüktüğü dakikalarda ilgiyi üzerinde topluyor. İsmini masamın bir köşesine yazabilirim o derece! Normal şartlarda hikâyeyi dağıtabilecek bu karakter, babanın kendini bulmasına yardımcı olarak misyonunu kabul ettiriyor. İnkârdan hak vermeye uzanan süreçte baba, bir değişim geçiriyor. Fena halde sarsıcı, dudağımızı ısıracağımız cinsten bir değişim bu. Hüzün barındıran sahnelerde bile acı acı gülümsetiyor film. Dram komedi doğuruyor, gerilim bir baba figürü gibi “bakıyor” onlara. Yalnız buradaki gerilimi “tir tir titreten” seviyede görmemeli. Ne otelde bir Jack Torrance var, ne de otel vahşi bir canavar hüviyetinde. Röntgenleyen var ama o karakterlerin arkalarını toplayan bir refakatçi. Kurgunun, ışık kullanımının, klasik müzikle kurulan dirsek temasının dört dörtlük olduğu filmin eleştirilebilecek (cinsiyetçilik babında) finali, bana göre cuk oturmuş. Filmekimi’nin kapanışını kendime yabancılaşmadan yaptığım için bilseniz ne rahatım. Sözlerimi bitirmeden, filmin iki küçük çocuğunu da gözlerinden öpeceğim. Gerçek hayatta kardeş olan bu çocuklar filmde olmasa, bu film olmazdı. Şu hayatta bir çocuklarımız var, bir de çocuklarımız. “An”ın altında olmalılar. Dolayısıyla, ben olsaydım …

Not: Film Cannes’da Belirli Bir Bakış Jüri Ödülü’nü aldı. Ayrıca İsveç’in Oscar Adayı.

Öteki Sinema için yazan: Oğulcan Çomak

blank

Misafir Koltuğu

Öteki Sinema ekibine henüz katılmamış ya da başka sitelerde yazan dostlarımız her fırsatta harika yazılarla sitemize destek veriyor. Size de okuması ve paylaşması kalıyor...

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

İnönü Üniversitesi 7. Kısa Film Festivali’nin Ardından…

Deneysel, belgesel ve kurmaca olmak üzere üç ayrı dalda yarışan
blank

Münih Türk Film Günleri 35. Kez İzleyicisi ile Buluşmaya Hazırlanıyor

Almanya’nın Münih kentinde bu yıl 17-21 Nisan tarihleri arasında düzenlenecek