Eva Sørhaug, sinema kariyerine kısa filmlerle başlayan Norveçli bir yönetmen. İlk uzun metrajlı filmi olan Lønsj / Cold Lunch’ı 2008 yılında çekmiş. İkinci uzun metrajlı filmi olan 90 Minutter / 90 Minutes’i ise dört yıl sonra çekmiş. Son yıllarda ise TV’ye çektiği işlerle tanınıyor.
Kısa filmden uzun metrajlıya geçen Norveçli yönetmenlerde bir eğilim var. İlk uzun metrajlı filmlerinde ayrı hikayeciklerden oluşan kesit filmlerine meylediyorlar. Dag Johan Haugerud’un Som du Ser Meg / I Belong’u (2012), Eskil Vogt’un Blind’ı (2014) buna örnek. Hikayecikler yönetmenin varmak istediği yere bağlı olarak birbirine bağlı olabildiği gibi, birbirine sadece bir noktadan temas eden gevşek bir yapı da oluşturabiliyor. Sørhaug’un ilk filmi buna iyi bir örnek. Ama o ikinci filminde de aynı anlayışın uygulamasını hemen hemen aynı oyuncu kadrosuyla tekrarlasa da karakteri ve atmosferi birbirinden farklı ikinci bir film çekmeyi başarabilmiş.
Dilerseniz Sørhaug’un iki filmine ayrı ayrı göz atalım.
Lønsj / Cold Lunch (2008)
Cold Lunch beş kahramanın hayatından kesitleri anlatıyor. Leni, Christer, Heidi, Kildahl ve Turid. Leni (Ane Dahl Torp), babası Farsethas (Knut Husebø) ile birlikte yaşayan içine kapanık bir genç kızdır. Bir parazit gibi ailesinin ve arkadaşlarının sırtından geçinmeye çalışan Christer (Aksel Hennie), günün birinde sorumsuzluğu yüzünden bir kazayı tetikler ve Leni’nin babası Farsethas’ın ölümüne neden olur. Farsethas ölünce oturdukları evin kontratı boşa düşer ve bu yüzden emlakçı Odd (Kyrre Haugen Sydness), Leni’yi sokağa atar. Bir çocuk gibi korumasız ve tecrübesiz olan Leni’nin önünde uzun ve zorlu bir yol vardır artık. Diğer önemli kahramanlardan Christer, tüm “otlakçılık” olanakları bir anda tükenmiş ve hayatını sürdürmek için zor kararlar vermenin eşiğine gelmiştir. Leni’yi sokağa atan emlakçı Odd’un eşi Heidi (Pia Tjelta) ise Odd’un evliliğin gerektirdiği iş bölümünü hiçe sayan tavırlarına ve zaman zaman sergilediği fiziksel ve cinsel şiddete göğüs germekte zorlanmaktadır.
Film her ne kadar beş küçük hikayecikten oluşuyor gibi görünse de bir ana hikaye -ki bu Leni’nin hikayesidir- ve buna bir noktadan bağlanan ama bir daha aynı aksa girmeyen iki yan hikayeden oluşuyor. Felçli eşiyle yaşayan Kildahl (Bjørn Floberg) ve patronunun (veya sevgilisinin) karıştığı ölümlü bir kazada suçu üstlenmek zorunda kalan Turid’in (Birgitte Victoria Svendsen) hikayesi ise açıkça bu kurgunun dışına düşüyor.
Filmi beş ayrı öykü olarak değil de Leni’nin ana öyküsünden ayrılan iki yan öykü olarak görmemin sebebi ana karakterin Leni olması. Leni kakasını yapıp yapmadığı bir koca bebek iken bir anda babasız ve evsiz kalarak hayata zorunlu iniş yapıyor. Bunu anlatan çok güzel bir sahne var. Kendine evden çıkması tebliğ edilen Leni, beyaza yakın çok açık renkli bir odada, bembeyaz giysilerle, valizi hemen yanı başında olmak üzere evden atılmayı beklediği sahne bu. Güvenli rahimden tekinsiz dünyaya, beyazdan hayatın karman çorman renklerine, sessizlikten kakofoniye atlayışın hemen arifesi. Leni’nin dönüşümünün tamamlanıp hayata tutunuşunun başarılı olduğu ise bir başka sahnede gene bir renk oyunuyla anlatılıyor. Denize girmek için bikini almak isteyen Leni’nin önüne topu topu iki bikini konuyor. Biri kırmızı, biri yeşil. Leni ise hem endişeden hem de mutluluktan ağlamaklı olarak şöyle diyor: “Bu kadar seçenek olduğunu bilmiyordum.” Yeşil doğaya yakın bir renk olarak kamufle olmayı, dikkat çekmemeyi, kırmızı ise yasak olanı ve dikkat çekeni temdil ediyor. Leni de seçimini yapıyor.
Hayatını sürdürmek için para arayan Christer’in ve eşinin hoyratlığına katlanmak zorunda kalan ve bunu da unutkanlığın şefkatli kollarına atılarak yapan Heidi’nin öyküsü bir sonuca bağlanmıyor. Ama Yunan tragedyalarını hatırlatan bir yöntem ile hem Leni’nin, hem Christer’in, hem de Heidi’nin akıbeti, bir kehanet sahnesi ile anlatılıyor. Hani Yunan tragedyalarında bir kahin, bir tanrı veya yenilen bir kahraman bir kehanette bulunur da finali izleyiciye erkenden sezdirir ya işte öyle. Kehanet için kullanılan araç ise gene eski Yunan toplumunda yaygın bir yöntem olan kuşların hareketlerinden kehanet okunması(1) oluyor. Üç kahramanın akıbetinin deniz ile alakalı olacağını haber vermek de tabi ki Oslo’nun martılarına kalıyor.
Cold Lunch “dünyayı kurtarmıyor”. Öykünün kurgusunu aksatan aksaklıklar da görülüyor. Üstüne üstlük final sahnesi de kötü düzenlenmiş. Ama Annie Lennox’un buğulu sesi herşeyi silip götürüyor. Oynadığı diğer filmlerde çok donuk bulduğum ve beylik oyunundan sıkıldığım Ane Dahl Torp’un kariyerinin en farklı rolü olarak Leni’nin yeri ayrı.
90 minutter / 90 Minutes (2012)
Sørhaug 4 yıl sonra çektiği ikinci uzun metrajlı filminde hemen hemen aynı oyuncu kadrosunu oynatmış. Tabi bir fark ile; ilk filmde Christer’i canlandıran Aksel Hennie, Max Manus (2008) ve Headhunters (2011) adlı filmlerdeki başarısı ile bir star haline gelmiş. Sørhaug, onun kötü bir karakteri canlandırmak isteyeceği konusunda şüpheliyken Hennie bunu bir meydan okuma ve fırsat olarak değerlendirip rolü kabul etmiş.
90 Minutes, üç erkeğin hayatının son 90 dakikasını anlatıyor. Bu üç erkeğin yani Trond, Fred ve Johan’ın birden fazla ortak noktası var. Her üçü de bitmiş veya bitmek üzere olan ilişkilere/evliliklere sahip. Yine her üçü de artık gerçeklik ile olan bağını çoktan yitirmiş. Uyuşturucu bağımlısı Trond (Aksel Hennie), muhtemelen çocuk sahibi olduktan sonra ayrılmak isteyen eşi Karianne’yi (Kaia Varjord) yatağa kelepçeleyip bir köle haline getirmiş ve pencereden bile bakmasına tahammül edemediği eşine her gün dayak ve tecavüz ile dolu bir hayat yaşatmaktadır. Polis memuru Fred (Mads Ousdal), boşandığı eşi Elin’in (Pia Tjelta) hayatından bir türlü çıkmak istememekte ve sık sık eski evine gelerek hayatına müdahale etmektedir. Johan yoğun şekilde çalışan eşi Hanna’yı (Annmari Kastrup) daha çok görmek istemekte ama bir çıkar yol bulamamaktadır.
Karakterlerin üçünün de gerçeklik ile bağı çoktan kopmuştur. Her üç karakter de evliliklerinde çeşitli nedenlerle oluşan sıkıntıları kabullenmek istememektedir. Her şey bu kadarla kalsaydı, bunun bir inkar olarak travmanın gayet insanı bir aşaması olduğunu söyleyebilirdik. Ama Trond, Fred ve Johan’ı anormal yapan şey bu inkar evresini bir türlü aşamamış olmalarıdır. Trond eşini yatağa kelepçelemiştir. Ona tecavüz ederken kendi cinsel performansının son günlerde düştüğünden falan bahsederek adeta özür dilemektedir. Fred hala eski eşinin evine giderek çocuklarına babalık etmeye çalışmakta ve hatta Elin ve yeni eşine rahatsızlık verdiği gerçeğini aklından bile geçirmemektedir. Johan kzıyla telefonda görüşürken çok yoğun olduğundan, çok çalıştığından bahsetmektedir ama gerçekte yaptığı bütün gün bilgisayarın başında boş boş oturmaktır. İnkarı aşıp travmayla pazarlığa oturup sonra da travmaya alışmaları gerekirdi. Oysa onlar kronik bir inkarın gerçek dışılığına kapılıp kendi köktenci çözümleri ile kol kola trajediye doğru ilerlemektedir.
Üç sorunlu ilişkinin tasvirinin üç değişik yöntemle iyi yapıldığını söyleyebilirim. Trond ve Karianne’nin evinde şiddet ve tecavüz anlatısında bazen kamera sabit bir planda kalarak örneğin kapı aralığından görerek izleyiciyi nötr bir konuma, bir şahitlik konumuna alarak şiddetin muhasebesi ile başbaşa bırakmaktadır. Fred ve Elin’in evinde diyalogların sahiciliği mekanın iç daraltıcılığı ile güçlenmektedir. Johan’ın yalnızlığı ve mutsuzluğu yakın plan çekimler ile verilmekte ve her şey yüz çizgilerinden okunmaktadır. Burada bir alkış da pek sevdiğim Bjørn Floberg’e gelsin.
Burada Aksel Hennie için bir parantez açmak istiyorum. İlk filmde saçlı/peruklu hallerine tanıklık ettiğim çıtkırıldım, hatta biraz da efemine bir karakteri canlandıran Aksel Hennie’yi bir yanıma, bu filmde uyuşturucu bağımlısı, maço, şiddet meraklısı, kopuk bir karakteri canlandıran Aksel Hennie’yi de öbür yanıma koyuyorum. Sonra da Max Manus, Headhunters, Pioneer ve Kongo Murders filmlerindeki Aksel Hennie performanslarını aklımdan geçiriyorum. Hem oyunculuğuna hem de binbir suratlığına hayran oluyorum.
Ortak bir tema etrafında anlatılan birbirinden bağımsız üç öyküyü anlatan 90 Minutes, kuşkusuz ilk filmden daha oturmuş bir kurguya sahip. Aynı zamanda daha sert ve daha karanlık da!
Sørhaug yaklaşık 11 senedir yeni bir uzun metrajlı film çekmedi. Üçüncü bir uzun metrajlı çeker mi, çekerse gene ilk iki filmin bol hikayecikli yapısına mı sahip çıkar, yoksa Eskil Vogt gibi farklı bir yöne mi kayar merak içindeyim. Yazımız, her iki film hakkında ufak bir merak uyandırabilmiş ise ne mutlu bize! İzlemek isteyeceklere iyi seyirler.
Öteki Sinema için yazan: S. Özgür Ilgın
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
(1) Kuşlardan kehanet okumak, eski Yunan edebiyatı ve tiyatrosunda pek çok kez işlenmiş bir olgu. Hemen aklıma gelen iki tanesi şunlar: Homeros’un Odyssea’sında Odysseus’un dönüşü pek çok kereler yabani kuşların hareketlerinden okunan kehanetler ile muştulanır. Sophokles’in Antigone’sinde ise Kreon’un, taht kavgasında ölen yeğeni Polyneikes’in cesedinin gömülmesine izin vermemesi üzerine kahin yırtıcı kuşlardan kehanet okuyarak Kreon’u vazgeçirmeye çalışır ama ceberut Kreon kararından dönmez ve kendine bildirilen kehanet başına gelir.
[/box]