Kıyamet manasına gelen apocalypse/apokalips sözcüğü köken bakımından apokoalipsis kelimesinden türemiştir ve orijinal anlamı “ifşa/vahiy”dir. Bu tanım, kutsal metinlerde karşımıza çıktığı şekliyle; insanların birtakım gizlerinin ifşa olacağı “hesap günü” tasvirleriyle örtüşür.[1] Post-apokaliptik filmleri (“kıyamet sonrası sineması”) kavramsal bir bütünlük içinde değerlendirmeden önce altını çizmemiz gereken ilk husus; kavramın, özü itibariyle inanca dair olduğudur. Apokalips yani kıyamet olgusu, metafizik bir gerçekliği ifade eder, yapısı itibariyle doğaüstüdür ve izlerini inanç tarihinde takip etmek mümkündür. McGinn’e göre, apokalips, yani ‘kıyamet’ kavramı “ilahi bir sırrın açığa çıkarılması”, “vahiy” (revelation) anlamına gelmektedir; kehanet ve eskatoloji ile yakından ilişkilidir.[2] Apokalips/kıyamet kavramı gerek uyandırdığı merak duygusu gerek hayal gücünü kışkırtması gerekse sunduğu ideolojik imkânlar nedeniyle zamanla edebiyatın en çok başvurduğu olgulardan birine dönüşmüştür.
Bugünlerde Jean-Baptiste Cousin de Grainville’in 1805’te basılan dinsel alegorisi Le Dernier Homme (Son Adam), modern bilimkurgunun ve dünyanın sonu öykülerinin temel taşlarından biri olarak kabul edilmeye başlandı. Ancak daha tanıdık ve genel olarak post-apokaliptik bilimkurgu türü üzerinde daha çok etkisi olmuş ilk “dünyanın sonu” senaryosunu, 22 yıl sonra basılan, Mary Shelley imzalı bir başka “Son Adam” öyküsünde buluruz. Mary Shelley’nin üç çocuğunu, kocası Percy Bhysse Shelley’yi kaybetmesiyle içine sürüklendiği, aile dostları Lord Byron’ın ölüm haberini almasıyla iyice koyulaşan yalnızlık hissinin ürünü olan The Last Man. Yirmi birinci yüzyılda bir salgın sonucunda insanlığın yavaş yavaş neslinin tükenişini anlatan kitap, kıyamet bilimkurgusu için ne kadar önemli bir zeminse, kitabın sonunda tanıdığı herkesi yitirmiş, sağ kalmış birilerini bulabilmek için çaresizce dolanan Lionel karakteri de günümüz kıyamet sonrası bilimkurgusu için o kadar önemli bir esin kaynağıdır. 19. yüzyılın sonunda ise bizi H.G. Wells’in Zaman Makinesi adlı kitabı bekler. Yaptığı makineyle zaman içinde seyahat edebilen bilim adamının öyküsü, bizi insanlığı bekleyen birçok dönemden geçirdikten sonra, savaşlarla harap olmuş bir dünyanın külleri üzerine kurulmuş, kırsal, ilkel ve hayli masum bir yaşamın sürüldüğü çok çok uzak bir geleceğe götürür. Ancak onca zaman içinde insanın (19. yüzyıl İngiltere’sinin sınıf sistemini epey bir çağrıştıracak şekilde) farklı türlere evrildiği ve o kırsal ve masum hayatı süren çocuksu Eloi’lerin yeraltında yaşayan Morlock’lara “yem olduğu” ortaya çıkar. Wells’in kurduğu pastoral, ütopik görünümlü bu gelecek tablosu, aslında altında bir kâbusu saklamaktadır. Bu yüzden Zaman Makinesi, kıyamet sonrası bilimkurgusuyla yakın akraba olan (zaman zaman bu alt türe dahil de olan) “sahte ütopya” öyküsünün de klasiklerindendir.[3]
Edebiyattaki ütopya öyküleri de başlangıcından itibaren dinsel metinlerle akrabalık taşır, Yunanca ou (not/olmayan) ve topos (place/yer) kelimelerinin birleşimi olan “ütopya” (“olmayan yer”) sözcüğünü isim olarak bu konudaki eseri Ütopya’nın merkezindeki adaya veren Thomas More’un Katolik bir köktendinci olduğunu ve hatta idamının da inancına olan bu tutkulu bağlılığından kaynaklandığını unutmamak gerekir. Ütopyalar ve 20. yüzyılda ütopik metinlerin bir nevi sonucu olarak ortaya çıkan distopyalar post-apokaliptik öyküleri besler. Övünç Cengiz “ütopik tasavvurda arzulanan mükemmellik durumunun hakikati cansızlık ve içeriksizlik olarak distopik metinlerde tasvir edildiğini” belirtir.[4] Teolojik açıdan batığımızda bu ikilinin bir nevi cennet-cehennem dikotomisi yarattığını öne sürebiliriz.
Herhangi bir dinin birçok düşünce sistemine kıyasla masaya koyduğu en önemli olgu; varoluşumuza dair bütünlüklü bir başlangıç (genesis) ve bir son (apocalypse) teorisi sunuyor oluşudur. O yüzden bilhassa tek tanrılı dinler, her ne kadar felsefi açıdan (ezeli ve ebedi Tanrı tasavvurları bakımından) tarihsellikten süratle uzaklaşma eğiliminde olsalar da insanlığı başı ve sonu belli bir döngünün içinde şimdiki zamana hapsetmiş gibi görünürler. Mitlerle/efsanelerle en büyük ortak özellikleri de bu başlangıç/doğuş ve son/kıyamet hikâyeleridir. Dini metinlerde ve kadim öğretilerde 19. yüzyıl edebiyatına kıyasla çok daha sert, çok daha acımasız ve dehşet verici kıyamet tabloları çizildiğini görürüz. Bu kaynakların resim, heykel, öykü, şiir ve roman gibi alanlarda yüzlerce yıl çok büyük etkisi olmuştur. 20. yüzyılda da çizgi roman, bilgisayar oyunları ve animasyonlar ile modern mitoloji inşasında (ya da mitolojinin yeniden üretiminde) en çok başvurulan araç olan sinema ve dizilere sıçramıştır.
“Kıyamet sonrası” anlamına gelen “post-apokaliptik” kavramı hem edebiyat hem de sinemada; sosyal veya siyasal yapının, kültürün, endüstrinin, ekolojik dengenin değişmesi; kitlesel çapta bir savaş, insanlığın büyük bir kısmını ya da tamamını etkileyen yıkıcı bir pandemi vakası veya başka bir nedenle yok olması ya da kökten değişmesinin ardından hayatta kalan insanların kurmuş olduğu bambaşka bir düzeni, yeni bir yapıyı veya koşulları göz önüne seren bir alt tür olarak değerlendirilir.[5] Peki sinemada nasıl ortaya çıkmıştır bu alt tür?
1895 yılında doğduğu kabul edilen sinema sanatının ilk 20 yılındaki öykülerde post-apokaliptik emareler görmeyiz, 1910’ların ikinci yarısından itibaren bir hareketlilik başlar. August Blom’un The End of the World’ü (1916), dünyada kalan son erkeği anlatan The Last Man on Earth (1924), dünyada kalan son üreme yetisi (fertilite) olan erkeği anlatan It’s Great to Be Alive (1933) ve William Cameron Menzies’in H. G. Wells uyarlaması Things to Come (1936) sinemanın ilk 40 yılındaki post-apokaliptik tema içeren başlıca filmlerdir.
Aktüel post-apokaliptik öykülerinin kökenlerine bakıldığında, keskin bir tanatofobi algısının bireyi yeniden etkisi altına aldığını gözlemleriz. Sürekli ölüm kaygısı ve korkusuyla ortaya çıkan nevrotik bir bozukluk olan tanatofobi; kitlesel yıkım ve toplumsal kıyamet endişelerinin temelinde bireysel düzeye indirgenen bir tutumdur.[6] Post-apokaliptik öykülerde temel amaç, tıpkı korku filmlerinde olduğu gibi, çeşitli korku ve kaygıları ideolojik hedeflere göre manipüle etmek ve mevcut/egemen ideolojinin devamlılığına imkân sağlayan bir düşünsel atmosfer yaratmaktır.
Sinema tarihine baktığımızda post-apokaliptik öyküleri tetikleyen temel gelişmenin Birinci ve İkinci Dünya Savaşı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bilhassa Amerika Birleşik Devletleri’nin 1945 yılında Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombalarının yarattığı toplu kıyım ile savaşın bitimiyle beraber başlayan Soğuk Savaş süreci post-apokaliptik sinemaya zemin hazırlar. İlk ve en büyük etki nükleer savaş/felaket/kıyım olasılığından gelir.
Mesela, nükleer kıyametin ardından hayatta kalan beş Amerikalının öyküsünü anlatan 1951 tarihli Arch Oboler filmi Five, bu tür “bomba ertesi” filmlerinin ilk temsilcilerinden ve genel olarak da türün klasiklerindendir. 50’li yılların post-apokaliptik bilimkurgusundan bahsedildiğinde, akla hemen bu film ve Pat Frank’in Alas, Babylon romanı gibi eserler gelir. Nükleer savaşın hemen “ertesi” ile ilgilenen bu tür öyküler, Soğuk Savaş sırasında atom bombası atılması halinde yapılacaklara dair alıştırmalardan, sığınaklarına erzak depolayan insanlara, bütün bir “felaket halinde kurtulma” kültürünün bir parçasıydı. Bunun bir uzantısı olarak, özellikle Alas, Babylon’un temsilciliğini yaptığı kulvar, “survivalist” yani kaba bir çeviriyle “hayatta kalmacı” kurmaca olarak adlandırıldı. 50’lerde ortaya çıkan bu yönelim, 30 sene sonra, 80’li yıllarda bir yeniden doğuş dönemi yaşayacaktı. Öte yandan, 50’li yıllarda bile medeniyetin sonu için başka senaryolar da üretiliyordu elbette. Bilimkurgu yazan John Wyndham’ın The Day of the Triffids romanı ve bu romandan uyarlanan filmde olduğu gibi. “Five”ın gösterildiği yıl (1951) ilk basımı yapılan The Day of the Triffids, bir meteor yağmuru sonucu insan nüfusunun neredeyse tamamının körleştiği bir dünyada, yürüyebilen ve son derece tehlikeli iğnelere sahip bir bitki türünün hâkim tür haline gelişini anlatıyordu. Wyndham’ın hayli karamsar öyküsü, kıyamet öykülerinin klasik araçlarından olan o “ertesi gün” girişine sahipti. Daha sonra zombi filmi 28 Days Later’ın (ya da The Walking Dead adlı çizgi romanın) hastanede uyanan kahramanlarını gördüğümüzde, gözündeki bandaj yüzünden İngiltere’de görülmüş en muhteşem meteor yağmurunu kaçıran Bill Masen’ı hatırlamamak zor. İlk film uyarlaması 1962’de yapılan The Day of the Triffids, dönemin en büyük korku kaynağı olan atom bombasından yola çıkmadan, bir “bürüme” öyküsü anlatıyordu. Yine ağırlıklı olarak 50’li yıllarda görülen istila ve bu tür “bürüme” öykülerinin artışında, şüphesiz İkinci Dünya Savaşı’nın anılarının da önemli etkisi vardı…[7]
Sinema tarihinde nükleer bir felaket sonrasını ilk resmeden film olan Five’ın (1951) dünyayı yok eden patlamayı gösterdiği jeneriğinden hemen sonra Kral James İncili’nden bir ayetle (Zebur/Psalm 103:16) başlayıp “Son” (The End) yazısı yerine yine bir ayetle (Vahiy Kitabı/Revelation 21) bitmesi, kıyamet sonrası sinemasının kimi zaman bir kehanet (prophecy) sineması olduğunu hatırlatması bakımından ilginçtir.
Five’ı (1951) Day the World Ended (1955), On the Beach (1959), The World, The Flesh and The Devil (1959) ve Panic in Year Zero (1962) gibi nükleer felaket (nuclear holocaust) filmleri izler. ABD’nin Türkiye ve İtalya’ya, SSCB’nin de Küba’ya nükleer başlıklı füze yerleştirmesi ile başlayan ve 1962 Ekim’inde dönemin iki süper gücünü karşı karşıya getiren ve dünyayı nükleer savaş tehdidi altında bırakan Küba Füze Krizi, erken dönem post-apokaliptik filmlerdeki endişeleri haklı çıkarır. Küba Füze Krizi sinema tarihine mal olmuş birbirinden güzel ve önemli iki filme ilham olur. İkisi de 1963 yılında çekilen ama Kennedy Suikastı nedeniyle gösterimleri 1964 yılına ötelenen Stanley Kubrick şaheseri Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb (1964) ve Sidney Lumet harikası Fail-Safe (1964). Dr. Strangelove, tıpkı en sıra dışı Mike Hammer uyarlamalarından biri kabul edilen kara film başyapıtı Kiss Me Deadly’nin (1955) finalinde olduğu gibi korkunç bir patlama ve yok oluşla biter.
Bu arada; uzaylı işgali, mutasyon, canavar ve bürüme filmleri üretilmeye, post-apokaliptik evren genişlemeye devam etmektedir. Godzilla (Gojira, 1955), World Without End (1956), The Time Machine (Zaman Makinesi, 1960), The Last Man on Earth (1964), The Time Travelers (1964) ve Late August at the Hotel Ozone (1966) bu kanonun önemli örneklerindendir.
Bu dönemde nükleer savaş tehdidi, literatürde McCarthy dönemi adı verilen Amerikan Karşıtı Faaliyetleri Araştırma Komisyonu (HUAC) soruşturmaları ve Kızıl/Komünist Avı post-apokaliptik filmlerde baskın unsurlardır. Ama 20. yüzyılın bilhassa ikinci yarısı sayısız başka sorunu/kaygıyı da beraberinde getirmekte gecikmez. İklimsel kazalar, biyolojik felaketler, dev jeolojik afetler, ekolojik sorunlar (sera gazı salınımı, ozon tabakasındaki deliğin büyümesi), tufan endişesi, göktaşı çarpması, hızlı nüfus artışı ve dünyanın bozulan demografik yapısı, istihdam sıkıntısı, artan gelir dağılımı eşitsizliği ve yarattığı yoksulluk, sınıf gerginliği ya da çatışmaları, kaynak kıtlığı (olası su krizi, petrol krizi), kirlilik (su, hava, deniz vb.), bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar, mülteci ve göçmen sorunları, teknoloji korkusu (teknofobi), robot, yapay zekâ ve yapay bilinç alanındaki gelişmelerden duyulan endişe, salgın hastalıklar gibi nice sorun post-apokaliptik filmlerin beslendiği kaynaklar olarak karşımıza çıkar. Hem post-apokaliptik sinemada hem de distopik öykülerde üssel bir artış söz konusudur.
1968 yılına kadarki dönemde post-apokaliptik ve distopik filmlerde tehdit genelde dışarıdan gelir ve toplumu/düzeni bozar. O nedenle hâkim görüş, bu filmlerin “ölümü gösterip sıtmaya razı eden” muhafazakâr filmler olduğu yönündedir. Mevcut rejimin/düzenin/statükonun korunmasına, iktidarın egemenliğini devam ettirmesine destek verdikleri yolundaki görüşler yaygındır. Ama ’68’deki atmosferin de etkisiyle iğneyi kendine batıran filmlerin sayıca arttığını, sinema sanatının -dönemin ruhuna uygun olarak- hafiften insanlığın/medeniyetimizin özeleştirisini vermeye başladığını görürüz.
Charlton Heston’lı post-apokaliptik sinema şaheseri Planet of the Apes (Maymunlar Cehennemi, 1968) eşi benzeri olmayan sarsıcı finaliyle Kitabı Mukaddes’teki Vadedilmiş Topraklar/Ülke (Promised Land) mitini ilk yıkan film olarak öne çıkar. Heston’ın canlandırdığı astronot George Taylor’ın hüsranla son bulan ısrarcı arayışı, tuzla buz olan kurtuluş umudu âdeta medeniyetimize verilmiş bir nota gibidir.
Aynı dönemde çekilen The Deserter and the Nomads (1968), Ecce Homo (1968), The Bed Sitting Room (1969), I Killed Einstein, Gentlemen (1970) gibi filmler de nükleer felaket sonrası dönemde ayakta/hayatta kalmaya çalışan insanları daha eleştirel bir süzgeçten geçirip anlatır. Bunların hemen ardından bugün post-apokaliptik filmlerin en iyi örneklerinden biri kabul edilen The Ωmega Man (1971) çıkagelir. Biyolojik savaşı konu edinen bu film de eleştirel bir bakış açısına sahiptir ve insanlığın kendine çekidüzen vermesi gerektiği mesajıyla biter. 1970’lerin ilk yarısındaki post-apokaliptik filmlerin içinde iki öncü film çevreci mesajlarıyla öne çıkar: Douglas Trumbull’ın Silent Running’i (1972) ve Richard Fleischer’ın Soylent Green’i (1973). Her iki film de dünyanın gidişatıyla ilgili kaygılarını çevreye duyarlılığıyla sunar.
Birkaç alt-türü harmanlayan farklı öyküsüyle Chosen Survivors (1974), kan donduran sürpriz finaliyle A Boy and His Dog (1975), Yul Brynner’lı The Barony (Ultimate Warrior, 1975) ve yine bir “son insan” öyküsü olan The Noah’ın (1975) ardından 1970’lerin en özgün post-apokaliptik filmlerinden biri olan Logan’s Run (1976) beyaz perdeyi şereflendirir. İnsan yaşamının 30 yaşında son bulması gerektiği bir gelecekte geçen bu ilginç film, daha sonra sayısız post-apokaliptik filme ilham verecektir. Korku sinemasının medarıiftiharı George A. Romero’nun kusursuz bir tüketim toplumu eleştirisi sunan anti-kapitalist zombi filmi Dawn of the Dead de 1978 yılında seyirciyle buluşur.
George Miller’ın Mel Gibson’ı bir gecede star yapan vigilante/intikamcı temalı post-apokaliptik filmi Mad Max (1979), Andrey Tarkovski’nin inancı masaya yatıran olağanüstü bilimkurgusu Stalker (1979), buzul çağında geçen bir Paul Newman bilim kurgusu olan Quintet (1979), Piotr Szulkin’in teknofobik çalışması Golem (1980), John Carpenter’ın kısa zamanda fenomene dönüşen B film şaheseri Escape From New York (1981), gelmiş geçmiş en iyi post-apokaliptik filmlerden biri kabul edilen Mad Max 2: The Road Warrior (1981), Luc Besson’u tüm dünyaya tanıtan The Last Battle (Le Dernier Combat, 1983), James Cameron ve Arnold Schwarzenegger’i bir anda A (sınıfı) klasmanına çıkaran gişe canavarı (blockbuster) The Terminator (1984), dünyadaki yaşama ağır bir darbe vuran kuyrukluyıldız faciası sonrasını anlatan Night of the Comet (1984), Hayao Miyazaki’nin hümanist dokunuşlarını taşıyan Nausicaa (Rüzgarlı Vadi, 1984) ve George A. Romero anti-militarist zombi şaheseri Day of the Dead (1985), Çılgın Max üçlemesinin son filmi Mad Max Beyond Thunderdome (1985) ve “dünyada kalan son insanlar” filmlerinin ilgiye değer örneklerinden The Quiet Earth (1985) bu dönemin diğer dikkate değer post-apokaliptik filmleridir.
Aynı dönemde, 1970’lerle beraber iyiden iyiye hızlanan nükleer silahlanma, çift kutuplu dünyanın duyarlı sinemacılarını da derinden etkiler. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu tarafından nükleer santraller kazalarının seviyesini değerlendiren ölçü birimi olan Uluslararası Nükleer Olay Ölçeği’ne (INES) göre geniş sonuçlar doğuran ilk önemli nükleer reaktör kazası kabul edilen Üç Mil Adası Kazası (1979) ile Fukushima’yla (2011) birlikte gelmiş geçmiş en önemli nükleer kaza olarak görülen Çernobil Faciası (1986) arasındaki yedi yılda atom bombası ve nükleer savaş teması içeren çok sayıda post-apokaliptik film üretildiği görülmektedir. The China Syndrome (1979) ile başlayan bu kanonda, Memoirs of a Survivor (1981), The Atomic Cafe (1982), Whoops Apocalypse (1982), Silkwood (1983), WarGames (1983), Barefoot Gen (1983), Special Bulletin (1983), Testament (1983), The Day After (1983), Threads (1984), O-Bi, O-Ba – The End of Civilization (1985), When the Wind Blows (1986), The Manhattan Project (1986) ve Letters from a Dead Man (Dead Man’s Letters, 1986) gibi önemli filmler yer almaktadır.
1988 yılında post-apokaliptik animasyonların Yurttaş Kane’i kabul edilen Akira seyirciyle buluşur. Bugünlerde dizi uyarlamasıyla tekrar gündeme oturan distopik The Handmaid’s Tale ile 1990 yıllara girilir. Terminator 2: Judgment Day (1991), cyborg ve teknofobi filmlerinde âdeta çığır açar. Delicatessen (1991), Freejack (1992), Chris Marker’ın 28 dakikalık post-apokaliptik şaheseri La Jetee’nin (Dalgakıran, 1962) yaratıcı bir yeniden çevrimi olan 12 Monkeys (1995), gelmiş geçmiş en iyi Vadedilmiş Ülke filmlerinden Waterworld (1995), distopik Judge Dredd (1995), robot işgalini/istilasını anlatan Omega Doom (1996), daha insancıl ve naif bir tavır takınan The Postman (1997) ve hibrit post-apokaliptik filmlerde bir dönüm noktası olan şiddet operası Blade (Bıçağın İki Yüzü, 1998) ile 1990’ların sonuna yaklaşılır.
1999 yılında, Milenyum son bulmak üzereyken, post-apokaliptik sinemanın en seçkin örneklerinden biri olan The Matrix gösterime girer ve bir daha hiçbir şey eskisi olmaz. Köklerini Terminator ve Planet of the Apes gibi klasiklerden alan The Matrix, sadece bir kıyamet ideolojisi filmi değil, aynı zamanda gerçeklik üzerine akıl yürüten felsefi bir eserdir ve kanımca en büyük başarısı, bunu dur durak bilmeyen bir aksiyon paketi içinde sunabilmiş olmasıdır. 20. yüzyılın son büyük bilimkurgusu The Matrix’ten sonra post-apokaliptik ve distopik filmler ivme kazanır ve eskiye kıyasla biraz daha sistem-karşıtı ve özgürlükçü bir hüviyet edinmeye başladıkları görülür. Ya da kim bilir, belki de Brazil’de (1985) olduğu gibi “sistem”, öyle düşünmemizi istiyordur.
Ertan Tunç
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
(1) Yürür, Fatih. (2017). Kıyametin Sineması: Post Apokaliptik Filmler, İstanbul: Cinius Yayınları, s. 194
(2) Boz, M. ve Takımcı, D. (2019). Amerikan Post-Apokaliptik Bilimkurgu Sinemasında Kıyamet İdeolojisi (1924-2000), Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, Haziran (31), s. 381.
(3) Kutlukhan Kutlu: Post-Apokaliptik Bilimkurgu (otekisinema.com)
(4) Cengiz, Ö. (2018). Distopik Kurgunun Felsefi Motivasyonları, (İzmir Felsefe Günleri 2017-2018 Bildiri Kitabı, Doç. Dr. Özlem Duva ve Dr. Öğr. Üyesi Ezgi Ece Çelik), s. 111
(5) Yürür, Fatih. (2017). Kıyametin Sineması: Post Apokaliptik Filmler, İstanbul: Cinius Yayınları, s. 193
(6) Yürür, Fatih. (2017). Kıyametin Sineması: Post Apokaliptik Filmler, İstanbul: Cinius Yayınları, s. 193
(7) Kutlukhan Kutlu: Post-Apokaliptik Bilimkurgu (otekisinema.com)
[/box]
Not: Bu yazı daha önce Ayrıntı Dergi’de yayımlanmıştır.