Nevi şahsına münhasır kültürü ve özgün yapısıyla Latin Amerika, yüzü hayata ve sokağa dönük herkesin kalbinde atan bir efsanedir yıllardır. Politik duruşuyla, direngen ve bıçkın mizacıyla yüreğinde başka dünya mümkün umudu taşıyanların pusulasıdır.
Askeri darbelerin, cuntaların gölgesinde, tropikal iklime rağmen ayazda kalmış çiçekler gibi inatla büyüyen özel insanlar yetiştirdi Latin Amerika. Yeni Şarkı akımıyla dünya müzik kültürünü dönüştürdü; Che ile, Fidel ile, Salvador Allende ile ilham verdi; Frida ile yaşamın kıyısının gönül atlasında tam olarak nereye tekabül ettiğini gösterdi; Plaza Del Mayo Anneleri ile çocuklarının kemiklerini bulmadan ölmekten korkan annelerin ortak kederini yüzümüze vururken umudun dilinin ortaklığını tekrar etti…
Latin Amerika sineması da kuşkusuz en çok politik damarıyla anıldı. 80’lerde ve özellikle 90’larda pek çok yerde olduğu gibi, bir tür gerileme dönemine girse de, 2000’lerden sonra yeniden ayağa kalktı. Günümüzde Latin Amerika sineması; pek çok farklı türde filmler yapan, janr sinemasından psikolojik dramlara uzanan geniş bir yelpazede dünya sineması tutkunlarını hayli tatmin eden tarz ve zevk sahibi yönetmenleriyle sinemanın büyü ve sihirle bir alakası olduğunu hatırlatmaktan geri durmuyor.
Alejandro González Iñárritu, Amores Perros (2000)
İki kısa filmden sonra ilk uzun metrajlı filmi Amores Perros ile sinema severleri şoka sokan Mexico City doğumlu Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu, Latin Amerika sinemasının yeniden parlamasında büyük katkıları olan bir yönetmen.
Amores Perros’tan sonra 21 Gram (2003), Babil (2006), kişisel favorilerimden biri de olan Biutiful (2010) ve Birdman (2014) gibi nefasetli filmlere imza attı. Kendine has tarzını hiç bozmadığı gibi; Biutiful ile görsel anlamda zirve yaptı. Sinemasında gırtlamığımıza kadar sembolizme batıyor, ama bundan hiç şikayet etmiyorduk. Amores Perros ise, sadece Iñárritu’nun en iyi filmlerinden biri olmakla kalmıyor; özel dili ve varoluşçu sinemaya getirdiği yeni solukla, dünya sinemasının mihenk taşlarından birine dönüşüyor.
Fernando Mierelles, Cidade De Deus (2002)
1955 São Paulo doğumlu Fernando Mierelles, televizyona bir dizi iş yaptıktan sonra 2002’de kendinden sonra gelen tüm getto-suç filmlerine yaptığı katkıları yadsınamayacak olan Tanrı Kent ile bir anda dikkatleri üzerine çekiyordu. Aslında Tanrı Kent’i bir diğer Brezilyalı yönetmen olan Katia Lund ile beraber çekmişlerdi ve Paulo Lins‘in yarı otobiyografik romanından uyarlamışlardı; ancak film genellikle hep Mierelles ile ilişkilendirildi.
Mierelles daha sonra The Constant Gardener (2005) ve José Saramago‘nun romanından uyarlanan The Blindness (2008) ile adından söz ettirse de; en iyi filmi Cidade De Deus dersek yanlış olmayacak. Cidade De Deus, 60’lardan 80’lere kadaar geçen bir süre zarfında Rio De Janeiro‘nun favela‘larındaki uyuşturucu bağlantılı suç dünyasına ve bu dünyaya rağmen var olmaya çalışanlara sert ama içten bir bakış atıyordu. Cidade De Deus da, tıpkı Amores Perros gibi varoluşçu sinemaya yeni bir soluk getirmiş ve varloluşçu bakış açısını kendi kendinden bile kurtarmıştı.
Carlos Reygadas, Batalla En El Cielo (2005)
İçsel ve kişisel meseleleri kendine dert edinip gene de evrensel olabilmeyi başaran kaç yönetmen var ki? Kaç yönetmen bir kişinin ya da kısıtlı bir topluluğun derdinden tasasından yola çıkıp evrensel bir sancıyı anlatabiliyor ki? 1971 doğumlu genç Meksikalı yönetmen Carlos Reygadas, bunu başarabilenlerden biri.
Carlos Reygadas’ın en iyi filmini seçmek diye bir şey yok aslında. Zira tüm filmleri kendi çapında birer başyapıttır. Japón (2002), Stellet Licht (2007), Post Tenebras Lux (2012) yönetmenin diğer uzun metrajlı filmleri ve her biri de son derece değerli filmler.
Batalla En El Cielo, Reygadas’ın deyim yerindeyse “en Meksikalı” filmi olmasının yanı sıra; sinemada sembolizmin nasıl işlenmesi gerektiği konusunda ders niyetine okutulabilecek kadar başarılı bir film.
Amat Escalante, Los Bastardos (2008)
Meksika’dan çıkan son dönemin en genç ve en iyi yönetmenlerinden Amat Escalante, son filmi Heli (2013) ile doğrusu biraz hayal kırıklığına uğratsa da, Sangre (2005) ve Los Bastardos (2008) ile dönemin en farklı yönetmenlerinden biri olduğunu yüksek perdeden haykırıyordu.
Los Bastardos, başından sonuna kadar ironi ile ilmek ilmek dokunmuş yumruk gibi bir toplum eleştirisiydi. Ters köşe denilen hadisenin sadece yapmış olmak ve şaşırtmak için yapılmadığında nasıl da harikulade, nasıl da tatlı tatlı seyirciyi gıdıklayabileceğini gösteriyordu. Amat Escalante, filmlerine gidip kendinizi dövdürmek isteyeceğiniz o acayip yönetmenlerden biri yani.
Claudia Llosa, La Teta Asustada (2009)
Sinemada şiirselliği sevenler için neredeyse tapınılacak kadar kusursuz bir görselliği sahip La Teta Asustada; sadece dili ve görselliği ile değil, aynı zamanda ele aldığı konunun ağırlığıyla da dikkat çekiyor.
Peru‘nun son dönemde ortaya koyduğu en iyi filmlerden olan La Teta Asustada, Peru’da iç karışıklıkların yaşandığı tekinsiz yıllarda tecavüze uğrayan ve o çocukları dünyaya getirmek zorunda kalan kadınların kız çocuklarına emzirdikleri süt ile aktarıldığına inanılan “acı süt sendromu”na dair çok çarpıcı ve kırılgan bir hikayeydi.
Claudia Llosa Acı Süt‘ten önce Madeinusa (2006) ile de dikkat çekmişti. Madeinusa da tıpkı Teta Asustada gibi son derece Peru’ya has bir meseleyi evrensel ve şiirsel bir dille beyaz perdeye aktarıyor ve bazı şeylerin her dilde ve her kara parçasında aynı olduğunu hatırlatıyordu.
Lucrecia Martel, La Ciénaga (2001)
Arjantin sinemasının Avrupa art-house tarzını andıran yoğun ve ağdalı bir dili vardır genel olarak. Her yönetmende ve her filmde var olduğu söylemez elbette, ama o dili illa az çok hissedersiniz. Arjantinli yönetmen Lucrecia Martel, o etkinin kolaylıkla hissedilebildiği leziz yönetmenlerden.
La Ciénaga, yükseliş dönemi bitmiş ve artık çöküş dönemine girmiş iki kadın ve onların ilişkileri etrafında gelişen bir dizi olayın ele alındığı, resmen bol bol şarapla kutsanmış bir film. Filmin öyle bir atmosferi var ki, adeta sarhoş olan sizsiniz ve alkol kafasıyla izlediğiniz bu film öylece bulanık bulanık akıp gidiyor.
La Mujer Sin Cabeza (2008) ve La Niña Santa (2004) Lucrecia Martel’in diğer önemli filmleri. Psikolojik, içsel ve tuhaf durumları en az durumların kendi kadar tuhaf bir dille anlatmayı tercih eeden Martel, Arjantin’den çıkmış en sevdiğim yönetmenlerden de biridir.
Alfonso Cuarón, Y Tu MamáTambién! (2001)
Gravity‘den (2013) önce Children Of Men (2006) vardı; ve Children Of Men’den önce de Y Tu Mamá También (2001)…
Alfonso Cuarón, yönetmenlik kariyerinin erken yıllarında Hollywood‘a transfer olmuş ve hatta bazılarının pek sevdiği, benimse pek hazzetmediğim Ethan Hawke‘lı ve Gwyneth Paltrow‘lu Great Expextations‘ı (1998) çekmişti (belki filmi sevmememin nedeni Gwneth Paltrow’a hiçbir zaman ısınamamış olmamdır). Ama sonra Cuarón’un Children Of Men’den önceki başyapıtı geldi; Ananı Da! Ananı Da, dünyanın en güzel yol filmlerinden biri olmasının yanı sıra, cinselliğin keşfine dair de en evrensel anlatılı filmlerden biri.
Juan Pablo Rebella ve Pablo Stoll, Whisky (2004)
2006’da kendini vurarak intihar eden Juan Pablo Rebella ve Pablo Stoll‘un çok fazla film çektikleri söylenemez. Ancak çektikleri filmleri inanılmaz bir kara mizahla süsledikleri ve yaptıkları işin en iyisini yaptıklarını kabul etmek gerekiyor.
Whisky, Mujica henüz devlet başkanı değilken ve herkes Uruguay‘a hayran değilken çevrilmiş, ancak Uruguay sinemasında gerçekten de çok sık rastlanan kara mizahı elden hiç bırakmamış son derece tatlı bir film. Whisky; Hollywood’un her zaman yakalamak istediği, ama bir şekilde içini dolduramadığı, kişisel buhrandan yola çıkan o çok katmanlı filmlerden biri.
Adrian Caetano, Bolivia (2001)
Aslen Uruguay doğumlu olan Adrian Caetano, sonradan Arjantin’e yerleşmiş ve böylece gelmiş geçmiş en iyi Arjantin filmlerinden biri olarak kabul edilen Bolivia‘ya da imza atma şansı bulmuş. Bolivia’yı bu kadar özel kılan Uruguay’ın kara mizahı seven dilini Arjantin’in art-house seven mizacıyla birleştirmesininin yanı sıra; bir Bolivya göçmeninin maruz kaldığı ayrımcılığı anlatanın da aslen Güney Amerika’nın bir diğer yoksul ülkesinden göçmüş bir yönetmen olması.
Arjantin, Güney Amerika ülkeleri arasında en çok göçmen nüfusa sahip olan ülke. Göçmenlerin büyük çoğunluğu da Arjantin’e göre daha yoksul ülkeler olan Bolivya, Peru, Uruguay ve Paraguay’dan geliyor. Bu göçmenlerden hayatları boyunca düşük ücretlere çalışıyor ve “Beyaz Arjantinliler”den deyim yerindeyse kötek yiyorlar.
Sebastián Silva, La Nana (2009)
Şili’den çıkan genç ve yetenekli yönetmenlerden biri Sebastian Silva. Son olarak Magic Magic (2013) ve acayip San Pedro kaktüsü kafasındaki Cyristal Fairy (2013) ile benden tam not almıştı. Ama aslında kendisinin en iyi filmi diyebileceğimiz La Nana, çok daha “toplumsal içerikli” bir film idi.
Bir aileye tam 23 yıl hizmet eden hizmetçi ve bakıcı Raquel’in hayatı, aile ona bir yardımcı almaya karar verince orta yerinden çatırdıyor. Hayatının anlamının ekseni bir anda kayan Raquel kimlik bunalımından varoluş problemlerine kadar, 40 yaşından sonra gecikmiş bir ergenlik geçiriyor adeta.
Patricio Guzmán, La Nostalgia De Luz (2010)
Şili’nin en önemli belgeselcilerinden Patricio Guzmán, 2010’da şiir gibi bir belgesele imza attı; La Nostaliga De Luz. Dünyanın en kuru noktalarından biri olan ve üzerinde hiçbir canlının yaşayamadığı Atacama Çölü’nde iki farklı grup insan ışığı arıyordu.
Birincisi dünyanın bu en karanlık noktasında evrene bakan ve evrende ışığı, her şeyin başlangıcını ve türlerin kaynağını arayan bilim adamları. Diğeri ise dünyanın seçimle başa gelen ilk sosyalist lideri Salvador Allende’nin devrildiği ve öldürüldüğü darbeden sonra gözaltında işkenceyle kaybedilen çocuklarının Atacama Çölü’ne atılmış kemiklerini arayan anneler…
Sebastián Cordero, Crónicas (2004)
Ecuadorlu genç yönetmen Sebastián Cordero; Ratas, Ratones, Rateros (1999), Rabia (2009) ve Pescador (2011) gibi Latin Amerikalı filmlerin yanı sıra 2013’te çektiği bilim-kurgu Europa Report ile de tanınıyor.
Cronicas’ta Miami’den gelen bir muhabirin Babahoyo Canavarı olarak bilinen bir seri katili araştırmasına tanıklık ediyoruz. Ancak işler pek de planladığı gibi gitmiyor. Cronicas, seri katillik müessesesinin Hollywood’un tekelinden alması anlamında da önemli.
Francisco Vargas, El Violin (2005)
İki tane kısa film, bir tane belgesel ve ardından da El Violin… Francisco Vargas, kesinlikle film listesi uzun bir yönetmen değil. Ancak El Violin‘in muhteşem bir film olduğunu kimse inkar etmiyor.
Adı belirtilmeyen herhangi bir Latin Amerika ülkesinde, herhangi bir hükümet halka zulüm etmekte, insanları öldürmekte, yıkıp yağmalamakta, kadınlara tecavüz etmektedir. Askerler bir kasabayı basar ve tüm isyancıları öldürürler. Bir oğlu ve bir torunu olan yaşlı bir adam, elinde kemanıyla askerleri geçmeye çalışır. Ama kumandan kemancıdan müzik dersi almaya karar veriverir. Müzik ve şiddetin kesiştiği yerkürenin bu tuhaf parçasında işler nereye varacaktır ki…
José Padilha, Tropa De Elite (2007)
Brezilyalı karikatürist dostum Calos Latuff‘un en sevmediği ve devlet propogandası olarak gördüğü Tropa De Elite, bana göre son dönemde favelalara yapılan baskınları gerçekçi bir gözle anlatması bakımından hayli önemli bir film.
Çatışmaların şiddetini, favela sokaklarının labirenti andıran yapısını, robocop gibi techizatlarla donatılmış pek elit özel timin bile korkuyu hissettiği anları görmek hayli güzeldi. José Padilha’nın daha sonra Robocop‘u (2014) çekmesi de bir tesadüf değildi yani. Ayrıca Tropa de Elite 2 ve yine başka bir şahane film olan Onibus 174 de José Padilha imzalı filmlerden.
Marco Bechis, La Terra Degli Uomini Rossi (2008)
Marco Bechis tam bir melez. Şili, İsveç, İtalyan ve Fransız kökenleri var. Hayatı ise Sao Paulo ve Buenos Aires‘te geçmiş. La Terra Degli Uomini Rossi’den daha çok bilinen filmi ise 1999 yılının en iyi filmlerinden olan Garaje Olimpo. Arjantin’de gerçekleşen darbeden sonra yapılan işkenceleri gözler önüne seriyor ve unutulmaz bir sahne ile final yapıyordu.
La Terra Degli Uomini Rossi ise (ya da uluslararası adıyla Birdwathers), Brezilya kırsalında yaşayan topraksız köylülerin kendi topraklarını yeniden ele geçirme ve işgal etme sürecini anlatıyor. Bir grup Guarani yerlisi tıkılıp kaldıkları rezervasyon alanını işgal edip bir zamanlar atalarına ait olan toprağı yeniden ele geçirmek istiyorlar. Bu da onları bölgedeki toprak sahibiyle karşı karşıya getiriyor.
Andrucha Waddington, Casa De Areia (2005)
Casa De Areia, 2005 yılının en çok ses getiren filmlerinden biriydi. Andrucha Waddington kariyerine Eu Tu Eles (2000) ile başlamış, Casa De Areia ile şahlanmıştı ve Lope (2010) ve Os Penetras (2012) ile de devam etti.
1910’da Brezilya’nın çöllerle kaplı bir bölgesine hapsolmuş bir anne kızın tuhaf hikayesinin anlatıldığı Casa De Areia, imgelerle örülü şiirsel ve epik bir film.
Lucia Puenzo, El Niño Pez (2009)
La Puta y La Ballena (2004), XXY (2007) ve Wakolda (2013) filmleriyle dikkat çeken Arjantinli yönetmen Lucia Puenzo’nun 2009’da çektiği ve bir birinden farklı sosyal sınıflardan gelen iki genç kadının aşkına odaklanan Balık Çocuk, hem tutkulu bir aşk hikayesi, hem de bir suç filmi. Doğrusu bir festival filmi olmak için gereken tüm öğeleri barındıran film, klasik bir festival filminden daha “gerçek” olmayı başarabildiği için bu listeye dahil olabildi.
Hector Babenco, Carandiru (2003)
Amores Perros ve Cidade De Deus ile başlayan suça varoluşçu yaklaşma tarzının o dönemde gelen in iyi örneklerinden biriydi Carandiru. 1981’de Pixote gibi bir başyapıta imza atmış Hector Babenco’nun da en iyi filmlerinden biridir.
Brezilya’nın en büyük hapishanesi olan Carandiru’da bir dönem yaşananlardan bir kesit sunan ve aslen AIDS üzerine araştırmalar yapmak için hapishanede gönüllü çalışmakta olan Drauzio Varella‘nın anılarından uyarlanmıştır. Carandiru; onca mahkumun eziyet gördüğü, yüzlercesinin öldürüldüğü, kendi içinde bir tür habitata dönüşmüş olan ve suçla var olmayı sürdüren bu Carandiru gezegenini yeni gerçekçi tarzla gözlerimizin içine sokuyor.
Rigoberto Pérezcano, Norteado (2009)
Meksika – ABD sınırını geçip ABD’de daha iyi koşullarda yaşamayı düşleyen binlerce Meksikalıdan biri olan Andres’in başından geçenlere odaklanıyor Norteado. Meksika’nın güneyinden ve en demokratik eyaletlerinden olan Oaxaca‘dan gelip ülkenin en tehlikeli şehirlerinden ABD sınırındaki Tijuana‘da sıkışıp kalan Andres’in hikayesi, Latin Amerika’da belli bir sosyal sınıfa mensup herkesin hikayesini özet geçiyor aslında.
Luis Estrada, El Infierno (2010)
Bandidos (1991), Ambar (1994) ve La Dictadura Perfecta (2014) gibi filmleriyle bilinen Meksika’nın en sevilen yönetmenlerinden Luis Estrada’nın son dönemin giderek büyüyen kültürel varoluş biçimi “narco cultura” (uyuşturucu kültürü) ile ilgili çektiği bir kara mizah öerneği El Infierno.
El Infierno, görsel açıdan oldukça başarılı ve narco cultura olayını eleştirmede ustalık noktasına ulaşmış bir film. Meksika son yıllarda hükümeti protesto eden öğrencilerin uyuşturucu kartelleri tarafından öldürüldüğü, twitter’da kartel liderleri hakkında tweet atanların kaçırılıp öldürüldüğü, hiçbir gazetecinin uyuşturucu kartellerine dair gerçek haberler yapmaya cesaret edemediği bir ülke halini aldı. Tüm bu şiddeti kutsayan şey ise yükselişe geçmiş olan narco cultura. Bu bağlamda El Infierno cesur da bir film…
Pablo Larrain’i unuttunuz herhalde.