2010 Sonrası İngiltere-İrlanda Korku-Gerilim Sineması

28 Ağustos 2015

2000’ler İspanyol korku sinemasının yükselişiyle geçmişti. Guillermo Del Toro, Alejandro Amenabar gibi yönetmenler, çok otantik bir post-modern duruş sergilemiş ve eskiyle yeniyi ustaca harmanlamıştı. Klasiklere büyük saygı besledikleri ve onlardan feyz aldıkları hemen belli oluyordu. Neticede milenyuma uygun yepyeni bir tarz yarattılar ve dünya sinemasını etkilediler, dönüştürdüler. Korku sineması adına vasat geçen 90’lardan sonra (Scream serisini saymazsak), bu alana yeniden soluk verdiler.

Şuan bu olgunlaşmış İspanyol tarz, yolculuğuna devam ediyor. Ancak 2010’ların başından beri başka bir ülkenin de özgün bir tarz yaratma konusunda atağa kalktığı söylenebilir. Bu ülke İngiltere‘den başkası değil…

Doğrusu İngiliz sinemasının kendine has bir tarzı olmadığını söylemek haksızlık olur. Absürt komedide üstlerine yoktur, aksiyonda özel bir tarzları vardır ve korku dendiğinde kimse Hammer filmlerini görmezden gelemez. Son dönemdeyse İngiltere ve İrlanda adalarında orta karar sinemada bir hareketlenme var.

Hammer Films

2010’lar tam anlamıyla bir remake‘ler ve reboot‘lar çağı oldu. Bu hastalık 2000’lerde başlamıştı, ama bu son beş yılda işin iyice cılkı çıktı. Dev bütçelerle çevrilen çoğu remake ya da reboot doğrusu bana hiç zevk vermiyor. Klasiklere saygısızlık olduğunu düşündüğüm gibi, bu işleri yaratıcılıktan da son derece uzak buluyorum. Üstelik sadece beş on yılda sinema dünyası bir remake’ler çöplüğüne dönüştü bile. Daha sinemanın kapısından çıkarken unuttuğunuz işler bunlar. Oysa son dönemde genç Britanyalı yönetmenler remake yapmak yerine; işin içine yaratıcılık da katarak, eski tarza saygılarını sunan ama yeni şeyler de söyleyebilen bir sinema yarattılar.

Son dönem Birleşik Krallık korku-gerilim sinemasının bir yönetmen sineması olduğu söylenemez. Çünkü bu yönetmenlerin çoğu genç yönetmenler. Henüz ya ilk filmlerini çekmişler ya da tam anlamıyla tarzlarını oturtmamışlar. Üstelik bu filmlerin çoğu yüksek sanatsal değer taşıyan işler de değil. Ancak orta karar bir sinemanın da gayet emek sarf ederek, yaratıcılığı işin içine dahil ederek yapılabileceğini kanıtlıyorlar. Ve bence yavaş ve sağlam adımlarla ilerliyorlar… Aşağıda bu yeni filmlerden kayda değer olan 10-15 tanesini bulabilirsiniz. Ama emin olun sadece son beş yılda daha onlarcası çevrildi Birleşik Krallık adalarında…

White Settlers (2014)

White Settlers ya da bir diğer adıyla The Blood Lands, bir “home invasion” (ev istilası) filmi. Ancak sebepsiz şiddet ya da “zenginleri öldürücez hazır olun” gibi nedenlerle değil, bu sefer ırksal nedenlerle gerçekleşen bir ev baskını bu. Gene de hafif de olsa bir sınıf farkı meselesi de yansıtılıyor gibi filmin başlarında. Bu nedenle de The Strangers‘tan (2008) ya da The Purge‘den (2013) çok, Sam Peckinpah‘ın Straw Dogs‘una (1971) benziyor denebilir. Ama yani andırıyor sadece diyebiliriz.

Film fena başlamıyor, ortalarda biraz sıkıcı bir hal alıyor ama kendini benzerlerinden ayıran bir şekilde final yapıyor. İskoçya‘nın kırsal bölgesine taşınan İngiliz bir çiftin başından geçenleri anlatan filmin zamanlaması da manidar. Zira film İskoçya İngiltere’den ayrılsın mı ayrılmasın mı referandumunun yapıldığı dönemde yayınlanmış ve bu manidar zamanlama sayesinde de takdir toplamış.

İngiltere Korku Sineması 1

Altar (2014)

Doctor Sleep (2002) ile tanıdığımız Nick Willing‘in yönetmenliğini yaptığı Altar, klasik bir haunting yani hayalet musallatı filmi. Ve bu türün tüm klişelerini de bir tanesini bile atlamadan yerine getiriyor. Benim gibi bu türün gerçek bir fanatiğiyseniz ve İngiltere’nin o “Avalon” topraklarının, puslu havasının da sevdalısıysanız, film sıkıcı olmayı bırakın süper bir eğlencelik oluveriyor.

Dediğim gibi film klasik haunting filmlerinin tüm klişelerini toplamış. Ama en azından klasik bir filmin remake’i olma iddiasıyla karşımıza çıkmıyor. Altar da zaman zaman sıkıcı olan, zaman zaman da temposunu ayarlamakta başarılı olamayan bir film. Hiç kusursuz değil başka bir deyişle. Ama gözümde Poltergeist‘in remake’inden, deyim yerindeyse, daha harbi bir film. Çünkü hiç olmazsa koca bir klasiğin arkasına saklanıp onun ekmeğini yemeye çalışmıyor.

Blackwood (2014)

Blackwood da bir haunting filmi. Ancak Altar’ın aksine Blackwood’un türe katacakları var ve yeni bir şeyler söylemekten de çekinmiyor film. Daha önce daha ayrıntılı da değindiğim Blackwood (2014), “insan kaderinden kaçabilir mi?” ve “haunting nedir?” gibi sorulara cevap arayan bir yapım. Burada bahsettiğimiz Amityville tarzı bir haunting. Ama yönetmen Adam Wimpenny’nin bu konuya yaklaşımı oldukça enteresan.

Blackwood bence son dönemde haunting adına yapılmış en kayda değer işlerden biri. Ne çok muazzam oyunculuklara sahip ne de gerçek anlamda kusursuz bir kurguya. Ancak baktığı pencere ve o pencereden görünen manzara beni tatmin etmeye yetti.

The Canal (2014)

Herkesin çılgınlar gibi Babadook‘tan bahsettiği bir dönemde gözden kaçan ve bence süper “underrated” kalan, hakettiği ilgi ve alakayı elde edemeyen bir film The Canal. Bana göre 2014’ün en iyi filmlerindendi ve kesinlikle Babadook’tan çok daha iyi bir filmdi.

İrlandalı yönetmen Ivan Kavanagh, süper karamsar ve inanılmaz boğucu bir atmosfer yaratmış ve adeta bir adamın çıldırışına bizi de ortak etmişti. Korku filmlerinin korkutmak, tedirgin etmek gibi gayelerden çok eğlendirmek için çekildiği, özellikleri ve içeriği daha adından bile anlaşılabilen birer “ürün” olarak sunulduğu bu dönemde, gerçekten orijinal bir film yapmanın ne kadar da zor olduğunu hatırlattı bize The Canal (2014). Remake olsun olmasın, daha izlemeden tam olarak nasıl bir film izleyeceğimizi bildiğimiz korku filmlerinden ben kendi adıma çok sıkıldım. Oradan buradan çıkan birkaç katil ya da hortlakla hopladıktan ve bol bol güldükten sonra biten filmlerden… Neyse ki Ivan Kavanagh gibi cesaretli ve vizyon sahibi yönetmenler de var…

İngiltere Korku Sineması 2

Let Us Prey (2014)

İrlandalı yönetmen Brian O’Malley‘in yönettiği Let Us Prey, güzel bir gizem-gerilim filmi. Tuhaf bir yabancının küçük bir kasabaya gelmesiyle bir biri ardına patlak veren acayip olaylara ve bir gecede bir karakolda yaşananlara odaklanıyor. Bir anlamda 70’lerde Avrupa’da bolca çevrilen şeytan, günah, günahkarlar filmlerine modern bir yaklaşım diyebiliriz.

Let Us Prey’i izlemeye başladığımda vasat bir film bekliyordum, ama ortalamanın üstünde bir film çıktı. Burada da yönetmen kadar oyuncuların da payı büyük. Çünkü bu tür filmler oyuncular tarafından iyi canlandırılmazsa ortaya ilkokul piyesi gibi işler çıkıyor. Ayrıca Games Of Thrones‘un Sir Davos‘u Liam Cunningham başrolde.

In Fear (2013)

Minimal oyuncularla tek mekanda ya da kısıtlı bir bölgede çekilen filmlerin sıkıcı olmamayı başarabilmesi bile başlı başına bir şey. Çünkü bu tür sıkıcılığa o kadar müsait ki, film oynarken bir yandan da tavla bile atabilirsiniz sıkıntıdan. Neyse ki In Fear gayet de sürükleyici.

Ben arabayla kaybolunan, arabayla hayaletli bir yola girilen, arabayla karanlıkta çaresiz kalınan filmleri çok severim (ama arabaların başka arabalarca takip edildiği korkuları pek sevmem). Bu nedenle In Fear da oldukça hoşuma gitti. Jeremy Lovering’in çektiği In Fear’ın yüzde 80’i belki 90’ı boyunca sadece iki oyuncu görüyoruz. Bu iki genç oyuncu da son derece doğal birer performansla sıkılmanıza engel oluyorlar. Tavsiye ediyorum.

Citadel (2012)

Bu yıl Sinister 2‘nin yönetmeni olarak karşımıza çıkan Ciaran Foy‘un 2012’de hayli beğenilen filmi Citadel, aslında acayip bir film. Hem karanlık, hem de biraz fantastik bir atmosferi var. İrlanda – İngiltere ortak yapımı olan Citadel, bana bir yanıyla Children Of Men‘i hatırlatıyor, nedendir bilinmez.

İngiltere Korku Sineması 3

When The Lights Went Out (2012)

Poltergeist‘in remake’i olmak gibi iddialara hiç girmeden, kendi çapında bir poltergeist filmi olan ve 70’li yıllar İngilteresinde geçen When The Lights Went Out, benim o yılki en sevdiğim filmler listemde de yer alıyordu. Her yerinden retroluk fışkıran ve inanılmaz bir görselliğe sahip film bence gerçekten de yılın kayda değer yapımlarındandı. Film genç bir kız çocuğuna musallat olan kötü bir varlığı, bir poltergeist olayını ve ailesinin bu duruma reaksiyonunu konu alıyor. Akıllara biraz Enfield musallatı vakasını getiriyor filmin konusu. Ama film bunları temsil ettiğini ya da anlattığını iddia etmeden, hiç o işlere girmeden tertemiz bir şekilde kendini gerçekleştiriyor, yılın küçük ve başarılı filmlerinden biri olarak kayda geçiyor.

Wake Wood (2010)

2010 İrlanda yapımı Wake Wood, daha amatör sayılabilecek bir sinematografiye sahip. Lakin hikayesi ve de senaryosu itibarıyla dikkate alınması gereken bir film. Wake Wood da başka benzer filmlerden, bu alanın klasiklerinden ve hatta biraz da Stephen King‘ten feyz almış bir film. Ama bu temanın Amerikalılığını pek güzel İrlanda’yla, Birleşik Krallık’la birleştirmiş.

Ve küçük bir not; filmin yönetmeni David Keating, bu yıl Cherry Tree ile dönmüş ve de gene okültün, paganın sınırlarında dolaşıyor. Fragmanına bakılırsa o da gayet güzele benziyor…

Outcast (2010)

Bazı eleştirmenlerin pek sevmediği Outcast’i şahsen ben sevmiş ve bir kenara not etmiştim. Sonradan Sherlock ve Peaky Blinders‘ın bazı bölümlerinin yönetmenliğini de yapan İskoçya doğumlu yönetmen Colm McCarthy‘nin yönettiği Outcast, genç bir çifti ve peşlerindeki tuhaf bir canavarın hikayesini anlatıyor. Pentorella, İskoçya’da yaşayan bir Roman ve Fergal, adada seyahat eden bir İrlandalı. Üstelik işin içinde Kelt efsaneleri ve İngiltere’nin işçi sınıfının yaşadığı o kahverengi mahalleleri de var. 2010’un kayda değer filmlerinden Outcast’i izlemediyseniz izleyin derim.

İngiltere Korku Sineması 4

The Awakening (2011)

2011 yapımı The Awakening’e gösterilen olağanüstü ilgi, tıpkı ben gibi bazı insanların hayalet musallatı yani haunting filmlerine her zaman aç olduğunu gözler önüne seriyor. Nick Murphy‘nin çektiği The Awakening de bu listedeki diğer haunting filmleri gibi, “haunting aslında nedir” sorusuna cevap arayan filmlerden biri.

Haunting söz konusu olduğunda İngiliz ve Amerikan filmlerini ayıran temel özellik de bu zaten. İngiliz sineması haunting olayının temelinde ne olduğunu arayıp duruyor. O “old school” hayalet hikayeleri gibi, işin derinine, felsefesine kadar inmek istiyor. Oysa Amerika’dan çıkan son dönem haunting filmleri, saklanbaç oynayan beş yaşında çocuklar gibi odalardan bir anda karşımıza çıkan hortlaklarla korkutma derdinde. Bir buçuk saat süren, ecnebilerin “jumpscare” dediği ani korkular silsilesi ve hop, film bitmiş bile… Oysa bazılarımız kanepede sıçramak ya da biramızı üstümüze dökmek derdinde değiliz. Bazılarımız da ürpermek istiyor. Yavaş yavaş gerilmek ve o gizemli atmosfere doğru usulca emilmek… The Awakening size bu deneyimi sunan filmlerden.

Kill List (2011)

Finaliyle herkesleri şok etmiş bir Ben Wheatley şaheseri olan Kill List, gerçekten de acayip ve kalburüstü bir film. Kısa sürede bir “esinlenme” filmi olmadığı ve özgünce kotarılmış bir iş olduğu hemen anlaşılıyor. Sanki sıkılıyormuşsunuz gibi hissederken, bir de bakıyorsunuz ki film sizi tamamen kendisine bağlamış ve sonunda da deyim yerindeyse ağzınızın ortasına okkalı bir şomar patlatmış. Essex doğumlu İngiliz yönetmen Ben Wheatley, sanırsınız Yusufpaşa esnafını döven İrlandalı boksör…

Daha Amatör ve Daha Az Orijinal Birkaç Örnek Daha:

  • Panic Button (2011):

Klostrofobik uçak filmi ve “I want to play a game” filmi.

  • Backtrack (2014):

“Dört arkadaş bir gün kamp yapmak için doğaya salınır” filmi.

  • Storage 24 (2012):

“Ordu genetik deneyler yapıyor, sonra yarattıkları da geliyor kafamıza düşüyor” filmi.

  • Truth or Dare (2012):

Bir sürü genç öldürmek istiyorum slasher’ı.

  • The Wicker Tree (2011):

İngiliz efsanesi The Wicker Man’in (1073) ekmeğini yemeye çalışan bir diğer pagan filmi.

  • Stormhouse (2011):

“Ordu da var, doğaüstü fenomen de” filmi.

blank

Ezgi Aksoy

Sinema yolculuğu 80’li yıllar korku filmleriyle başladı. Ucuz filmlerle büyüdü. Sinema, yazından sonraki en büyük tutkusudur. Şuan LeMan, yeniHarman ve Bayan Yanı’nda araştırma dosyaları ve populer kült yazıları yazmakta ve medeniyet üzerine kafa yormaktadır.

2 Comments Bir yanıt yazın

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Yeni Distopya Estetiği

Son senelerdeki yeni distopya filmlerindeki estetiğe bakalım. Öncelikle filmlerin son
blank

Gülen Gözler’deki Suçlayan Bakışlar

Yaşar Usta iyidir, doğrudur, cefakardır… Ama Yaşar Usta, aile reisinin