Artık gelenekselleşen yılın “En”leri derlemesi, her sene olduğu gibi bu sene de huzurlarınızda. Geri dönüp baktığımızda hangi filmlerden keyif aldık, hangileri karşısında dumura uğradık, hangileri karşısında nutkumuz tutuldu ya da hangilerinden çaktırmadan etkilendik? Hepsi ve biraz daha fazlası aşağıdaki listede!
2014 yılı bağımsız sinemanın yılı oldu. Pekala, bu çıkarım tespit değeri taşımıyor onun da farkındayım! Artık izleyiciye ulaşması mesele olmaktan çıkan bağımsız filmler, neredeyse Hollywood blockbusterları ile eş zamanlı olarak önümüze düşmeye başladı orası kesin! Dolayısıyla derlemekten pek bir keyif aldığımız “Yılın ‘En’leri” listelerinin ana malzemesi haline gelmelerine şaşmak mümkün değik. Geçtiğimiz yıllarda dozu iyiden iyiye artan bağımsız sinema hakimiyeti, bu yıl ezici bir üstünlükle zafer bayrağını dikti popüler sinema çöplüğünün ortasına!
Bu bolluk, nitelikliyle niteliksizi birbirinden ayırt edebilmeyi de zorlaştırdı. Tam da bu sebeple listenin dışında kalan fakat burada anılması gereken son derece sağlam yapımların da kısa kısa adını anmayı gerekli gördük haliyle. Geçtiğimiz hafta vizyona giren Nightcrawler, Kevin Smith’in “alıcısına güzel” bağımsız hiti Tusk, yılın en başarılı korku – gerilim hadiselerinden biri olan Babadook, Nolan’ın her zaman olduğu gibi izleyicilerin farklı yorumlarına gark olan Interstellar’ı gibi ayrıksı örnekler akla gelenlerden…
Kevin Kolsch ve Dennis Widmyer ikilisinin kotardığı Starry Eyes, Ivan Kavanagh’ın yönetmen koltuğuna oturduğu ezber güzeli The Canal, Gerard Johnstone’un yazıp yönettiği Housebound ve Gregg Olliver imzalı Devoured, yılın en fazla dikkate değer tür denemeleriydi. Kristian Levring imzalı puslu, paslı intikam soslu western güzellemesi The Salvation, tür ile hasret gidermemize fırsat tanırken; William Eubank’in The Signal’i, melankolik suları kulaçlayan eli yüzü düzgün bir bilimkurgu örneği olarak dikildi karşımıza. Paralel evren mevhumuna sağ kanattan girişerek kafaları karman çorman eden Coherence, beyin kıvrımlarımıza tacizde bulunurken; önü alınamaz bir çalışkanlıkla durmadan, yorulmadan üretmeye devam eden James Franco, Child Of God ile birlikte rüştünü cümle aleme ispatlamış oldu.
Quentin Dupieux’un absürt üstü sinemasının son halkası olan Wrong Cops, meraklılarının bile yer yer gözünden kaçarken; Jude Law’ı son yıllarda en eğlenceli performansıyla izlediğimiz Dom Hemingway, kısa süreli de olsa kolektif hafızalarımızda yer edinmeyi başardı. Alex van Warmerdam’ın kafa kurcalarken, izleyicinin beyninin pekmezini akıtmayı başardığı Borgman, sinemaseverlere soru işaretleriyle tepeleme dolu bir çuval sunarken; Peter Netzel’in Child’s Pose filmi alışık olmadığımız cinsten bir anne – oğul ilişkisini karşımıza dikti.
Irvine Welsh’in namına layık uyarlamalardan biri olan Filth, James McAwoy’un perdeyi yırtan performansıyla akıllara kazınırdı. Akabinde Juno Mak’in yönetmenliğini üstlendiği Rigor Mortis, Hong Kong dolaylarından soframıza lezzet kattı! Nicolas Cage’i yıllardan beri ilk defa eli yüzü düzgün bir rolde izleme şansı bulduğumuz Joe, kendi ölüm saatini bekleyen Peder James’in, cevaplar peşinde koşturduğu öyküsünü perdeye taşıyan Calvary ve bir milyonda bir ihtimali sıcak bir aşk hikayesiyle buluşturan Lunchbox, yılın diğer önemli sinemasal mahsulleriydi!
Sözün özüne gelecek olursak eğer… Pek çok hayal kırıklığının ve blockbuster çöplüğünün yanı sıra, 2014 yılı ilginç keşiflere de ev sahipliği yapmış oldu. Peki, elenenler buradaysa, listeye girenler kimler? Öteki Sinema sizlere şaibesi bol, isyanlara gark 2014 yılın “en iyileri” listesini iftiharla sunar:
BLUE RUIN
Herkes intikam alabilir mi dersiniz? Peki dünyanın en pısırık ve beceriksiz adamlarından biri olan Dwight da buna dahil mi? Normal şartlar altında bir parodiye meze olacak bu soru, Jeremy Saulnier’ın ellerinde etkileyici bir dramın çıkış noktasını oluşturmuştu. Karşımızda duran film her anlamda çizgi dışı bir intikam öyküsü taşıyor perdeye!
Saulnier’ın bu öyküyü beslediği üç can damar var. Neredeyse şairane ve buram buram melankoli kokan görüntü işçiliği, izleyicinin ruhunu daraltacak atmosferi ve tabi Macon Blair’in sinir bozucu performansı. Bu üç noktayı birbirine ustaca diken Saulnier, hiç kuşkusuz yılın en etkileyici ve en sıra dışı öykülerinden birine imza atarak bizleri ödüllendirdi.
LOCKE
Artık “tek mekan” öykülerinin risk olmaktan çıktığı günlerdeyiz. Meseleyi ne kadar daraltırsanız elinizde kalan fazlalıklar da o ölçüce azalıyor. Dolayısıyla hem malzemesi hem de ihtiyaç duyulan sıvası belli öyküler çıkıyor karşımıza. Mekan ister bir tabut, isterse de motorları durmuş bir tekne olsun. Karaktere yaklaşırken meseleyi ince ince açan filmler risk havuzundan çıkalı çok uzun zaman oldu orası kesin.
Locke, bu anlamda en az risk taşıyan tek mekan gerilimi. Tamamı son model bir BMW’de Ivan Locke’un üç farklı kişiyle kurduğu kritik diyaloglar eşliğinde ilerliyor. Fakat yönetmen Steven Knight’ın alametifarikası, elindeki bu tutarlı malzemeyi yağ gibi kayıp giden bir kurguyla, göz yaşartan bir görsel işçilikle servis etmesi… Genellikle yüksekten uçan, sınırları zorlamayı seven Tom Hardy’i kariyerinin en dingin ve en etkileyici rollerinden birinde izlediğimiz Locke; tek mekan gerilimi konusunda tutturduğu kusursuz zamanlamasıyla da yılın en naif, aynı zamanda da en çarpıcı filmlerinden biri olarak listedeki haklı yerini aldı.
YOUNG ONES
Son yılların en bıktıran modalarından biri de, kırsalda ya da çorak arazide geçen hemen her öyküye “modern western” yakıştırması yapma hastalığı olabilir. Fakat bu tabirin bire bir karşılandığı gerçek bir örnek arıyorsanız eğer, gözünüzü rahatlıkla Young Ones’a dikebilirsiniz.
Neil Blomkamp’ın hayatımıza kattığı “tozlu bilimkurgu” geleneği, dönemin bilim kurgusal trendlerinden biri olarak yükselişe geçerken; türün karşımıza çıkan en taze örneklerinin güçlerini naiflikten aldığını iddia edebiliriz pekala!
Jake Paltrow’un yazıp yönettiği Young Ones, perdede gördüğümüz her açıya bilinçlice sindirilmiş western kokan kadrajları ve yükseklerden uçmayan bilimkurgusal motifleriyle, kesinlikle yılın en dikkate değer sinemasal hadiselerinden biriydi. Gücünü basitliğinden alan öykünün en ilginç kozuysa, Michael Shannon’u uzun bir aradan sonra “arızalı karakter” klişesinden sıyrılmış halde izlemekti ne yalan söyleyelim!
CHEAP THRILLS
Basit bir fikrin, perdede nasıl işler kılınabileceğine dair ilginç bir örnekti Cheap Thrills… Hatta bunu bir çeşit atölye uygulaması olarak bile değerlendirmek mümkün! Tamam, öyle aman aman bir orijinalliğe sahip değildi belki fakat seyir süresi boyunca bizi orijinal olduğuna inandırmayı başardı! Colin adındaki ultra zengin bir adamın bahis oyuncağı haline gelen Vince ve Craig’in girdiği sidik yarışı, hem rahatsız edici hem de tarifi zor bir biçimde eğlenceliydi!
Çiçeği burnunda yönetmen E.L. Katz, daha ilk filminde saçma sapan didaktik kasıntılıklara girmeden, insan – para – etik üçgeninin içini doldurmayı başarmıştı. Colin’in, karşısındaki bu iki faninin ahlak anlayışını adeta satın aldığı ilginç sınav, finale doğru çığırından çıksa da; izleyiciler olarak hiçbir karakterin safında yer alamadığımız mide bulandırıcı bir yozlaşmışlık karnavalına tanıklık etmiş olduk!
THE ROVER
Geçtiğimiz günlerde, köpeğinin intikamını alan Keanu Reeves’in bir mıntıka adamı kurşuna dizdiği John Wick’i; bir çeşit parodi olarak değerlendirdik. Peki ya John Wick2in daha hırpani ve post apokaliptik versiyonu olarak değerlendirebileceğimiz The Rover’ın farkı neydi? Çalınan arabasının peşinden koşan Eric’i neden Wick’ten daha samimi bulduk?
Joel Edgerton’ın kitabından uyarlanan film, post apokaliptik dünyasına dair neden ve sonuçlardan ziyade, arabasının peşine düşen Eric’in takip sürecini perdeye aktarmayı tercih ediyordu. Sıcak yaz günlerinde, insanın dilini damağını kurutan nefis bir görsel işçilikle öyküsünü servis eden yönetmen David Michod; organik anlamda birbirlerine dokunmayan, “bencil adamlar” ekseninde bir hesaplaşma meselesini çekiştiriyordu.
Guy Pearce’ı kariyerinin en etkileyici rolünde, en hırpani haliyle perdede gördüğümüz filmde, Robert Pattinson’u gerçek manada oyunculuk sınavı vermeye çalışırken izlemek bile kâr sayılabilirdi. Nihayetinde önemli olan biraz da niyetti ve bizler de Michod’un niyetinin eli yüzü düzgün bir post-apokaliptik suç filmi çekmek olduğuna fazlasıyla ikna olduk!
BIG BAD WOLVES
“Katil kim?” sorusunu finale kadar ayaklarının üzerinde tutmayı başaran filmlere, izleyiciler olarak her daim kredi sağlıyoruz orası kesin! Hele ki ortada bir seri cinayetler silsilesi varsa ve son kurbanın babası / kardeşi / sevdiceği, intikam almak için kendi imkânlarını seferber ettiyse bu “katil kim” sorusu biraz daha manidar bir hal alıyor.
İşte Big Bad Wolves’u da çekici yapan bu denge oldu. Son kurbanın babası Gidi, fail addettiği Dror’u kaçırarak ve istediği itirafı ağzından çekip çıkarana kadar işkenceye maruz bırakması, bilindik metotları başarıyla uygulayan bir gerilim güzellemesiyle karşı karşıya olduğumuzun sinyallerini çalıyordu.
Seyirci olarak bir süre sonra Dror’un suçluluğu üzerine çöken sır perdesini elimizle dağıtmaktan vaz geçerek Gidi’nin yöntemlerini sorgulamaya başlıyorduk ister istemez. İsrail dolaylarından ekranlarımıza konan Big Bad Wolves, sadece yarattığı bu ilginç denge adına bile listede yer alabilecek ayakları yere basan bir gerilim örneğiydi!
ATTILA MARCEL
Sylvain Chomet’in ilk kurmaca denemesi olan Attilla Marcel, yönetmenin önceki işlerine göre biraz fazla konuşkan ama kesinlikle Chomet’ın masal merakından sonuna kadar nasiplenmiş bir örnekti!
En kaba tabirle, erken dönem Jean Pierre Jeunet ile Wes Anderson evliliği olarak görebileceğimiz Attilla Marcel, “kendini iyi hisset” kalıplarına yeni bir soluk getirmemiş olsa bile; izleyicilerin salondan şapşal bir gülümsemeyle ayrılmasını sağlayacak güzellikteydi. Ailesini trajikomik bir kaza sonucunda kaybeden ve zihninin derinliklerine hapsolan anılarını uyandırmak için Madam Proust’tan yardım alan Paul’un bu sessiz arayışı, yılın en sıcak öykülerinden birine ev sahipliği yaparken, karamsarlık sularını kulaçlayan örneklerin arasında rengarenk ışıldıyordu.
SNOWPIERCER
Buz tutmuş bir dünya ve bu dünyanın etrafında durmaksızın hareket eden bir tren… Her vagonu insanlık tarihinin farklı bir evresini simgeleyen bu pek de portatif olmayan buz kıracağında bastıran bir isyan ve avam sınıfının gönlünde alevlenen devrim ateşi!
Joon ho-Bong, meselenin nedenleri ve nasıllarıyla ilgilenmeksizin, izleyiciyi doğrudan bu metal yığınının içine atıyor! Aşina olduğumuz hemen hemen tüm distopya gevelemelerini de ardı ardına sıralıyor. Peki, bu durumda Snowpiercer’a özerk kılan ne oluyor? Sadece yaslandığı fikir mi, yoksa son yıllarda karşımıza çıkan distopya güzellemelerine oranla altı biraz daha doldurulmuş karakterleri mi?
Bizde asla yayınlanmamış olan Transperceneige çizgiromanından perdeye aktarılan yapım, hiç kuşkusuz geçtiğimiz yılın en ilginç sürprizlerinden biriydi. Ana akım sinemanın fütursuz saçmalıklarının birer birer önlerine dizileceğine inanan sinemaseverleri şaşırtabilmesi adına bile şapka çıkarılası bir post – apokaliptik distopya çeşitlemesi olarak, türün meraklılarının da saygısını kazandı.
FRANK
Geçtiğimiz yılın “bağımsız filmlerin” yılı olduğundan bahsetmiştik. Fakat bu bağımsız yapımlarda başarıyı garantileyen filmler de çoğunlukla “müzikli filmler” oldu.
Lenny Abrahamson’ın kompulsif karakteri Frank, şapşallık abidesi maskesiyle perdede göründüğü ilk andan itibaren kalbimizi çalmayı başardı. Biraz Spike Jonze, yarım ölçek Michel Gondry, alabildiğine Britanya havası… Nefesinizi tazelemek için kesinlikle ihtiyacınız olan en önemli şey! Yılın en haysiyetli Britanya mizahı örneği!
ENEMY
Denis Villeneuve, kamera arkasında, manevra kabiliyetinin çok daha geniş olduğunu, izleyicinin duygularına süngü taliminde sınır tanımadığı Incendies filmiyle kanıtlamıştı. Geçtiğimiz yıl Prisoners ile de polisiye – gerilim kulvarındaki rüştünü ispat eden Villeneuve, arayı fazla soğutmadan da Enemy’i masamıza koydu.
Sinemasal niteliklerinden ziyade, metaforik ögeleriyle tartışılan Enemy, aslında kopardığı abartılı patırtının aksine, alabildiğine sade ve duru bir öyküye ev sahipliği yapıyordu. Kariyerinin altın çağını yaşayan Jake Gyllenhaal’ın tüm filmi sırtlayıp götüren performansı, izole, simetrik ve karanlık mekanları, sürekli detaylarda gezinen kamerasıyla; Villeneuve, aslına ezber bozmayan fakat doğru noktalara parmak basan bir “modern insan” masalı anlatarak etkiledi izleyicisini…
GONE GIRL
Kariyerinin erken dönemlerinden itibaren neredeyse her projesini edebiyat arenasından perdeye fırlatan Fincher’ın, bu gün neden deha olarak nitelendirildiğinin en kanlı canlı kanıtıydı Gone Girl!
Üç saate merdiven dayayan öyküsüne, tokat maiyetinde iki adet sağlam twist sokuşturması, Seven’dan bu yana yarattığı en başarılı atmosferle izleyiciyi sarmalaması ve tabi Rosamund Pike’ın tüyler ürperten performansı… Her şeyiyle leziz bir gerilim örneği duruyordu karşımızda! Eğer ki hakkındaki tüm abartıları kucaklayacak omuz genişliğine sahip bir film arıyorsanız, mutluluğu uzaklarda aramanıza gerek yok!
THE TREATMENT
Çocukların maruz kaldığı cinsel taciz mevhumunun bile sündürüle sündürüle suyunun çıkarıldığı, hatta salt festivallerin kayıtsız kalamadığı bir çeşni haline getirildiği böylesine saçma bir dönemde, neredeyse hiçbir şey göstermeden izleyiciyi huzursuz etmeyi başaran The Treatment; meseleye en samimi biçimde yaklaşan yapımlar arasında yerini aldı!
Hans Herbots, yaranın üzerine tuz basmak adına, izleyiciyi grafik anlamda uyarmak yerine, hem ana karakteri hem de şüphelilerinin tutumlarıyla gerilim dozunu dengeli bir biçimde arttırdığı bir polisiye – gerilim örneğine imza atarak bizleri ödüllendirmiş oldu! Yer yer doz aşımına uğradığı “an”lar barındırsa da The Treatment, çocuk tacizi gibisinden trajik bir meselesinin sömürüsünü yapmadan perdeye taşımayı başaran, çarpıcı bir örnekti!
WHIPLASH
Whiplash için ekstra tanım aramaya gerek yok… Yılın en lezzetli sinemasal resitali! Tüm okula nam salan gudubet caz hocası Terrence Fletcher ise, son zamanlarda karşımıza çıkan en eğlenceli karakterdi tabi!
Klasik sayılabilecek bir senaryonun nasıl eğlenceli ve etkileyici bir seyirliğe dönüşeceğine, ders maiyetinde bir örnek olan Whiplash; Otoriteye kafa atmak, mükemmeliyetçiliğin yüzüne kezzap fırlatmak gibisinden bilindik teraneleri olabilecek en sıcak haliyle sunuyordu! Caz açlığını gidermek için daha iyi bir fırsat olamaz!
PREDESTINATION
Spierig Kardeşler, Daybreakers ile birlikte, vampir külliyatına sağ kanattan yepyeni bir soluk getirmeyi başarmış ve bu sayede radarımıza yakalanmışlardı. İkili, benzer metodu bu defa zaman yolculuğu konseptine uygulayarak, son yıllarda karşımıza çıkan en dikkate değer minimal bilimkurgu örneklerinden birinin altına imzalarını attılar.
Predestination’ın üzerimizde bıraktığı etki, 2 yıl önce Rian Johnsson’ın Looper ile yaşattığı sinemasal hissiyatla hemen hemen aynıydı. Tabi Spieriggiller, kendilerinden beklenildiği ölçüde içi doldurulmuş bir zaman yolculuğu öyküsüyle karşımıza çıktılar. İnce görsel işçiliği, eser miktarda kafa kurcalayıcı, zekice yazılmış öyküsüyle, her şeyden önce izleyicisini ciddiye alan bir bilimkurgu mahsulü vardı karşımızda! Türün meraklıları için 2014 yılının son dakika golü sayılabilirdi.
Bonus 1: BOYHOOD
Uzun zamana yayılan ve bireylerin değişim öykülerini perdeye yansıtmak konusunda, sinemasal arenanın en iddialı isimlerinden biri olan Richard Linklater’dan, yine çarpıcı bir büyüme öyküsü izleme şansı tanıdı bizlere Boyhood…
Patricia Arquette’in etkileyici performansıyla yoğurduğu Anne’nin kanatları altında büyümeye çalışan Mason’ın öyküsü, gençliğini / çocukluğunu 90’lı yıllarda yaşamış olan kuşak için çok şey ifade ediyordu kuşkusuz. Her biri ülkenin başka taraflarına savrulan bir ailenin, patlak veren münferit ayakta kalmasancılarını, duygu sömürüsüne kaçmadan –ve tabi buna gerek dahi duymadan anlatan Linklater; “büyüme öyküsü” klişelerinin üzerine koyacak bir taşı dahi kalmamış Amerikan Bağımsız sinemasına yeniden nefes aldırdı adeta!
Bonus 2: BEGIN AGAIN
Bundan birkaç ay evvel Keira Knightley’in şarkı söylerken aklınızı başınızdan alabileceğini iddia etselerdi tepkiniz ne olurdu? Ya da Adam Levine gibi şımarık bir adamın, perdede en samimi haliyle karşınıza çıkabileceğini?
Begin Again, “müzikli film” örneklerinin en kanlı canlı mensubu olarak karşımıza dikilmişti. Sadece afişine bakarak bu filmin şapşal bir romantik komediden fazlası olmayacağını düşünen benim gibileri ters köşeye yatırmakla birlikte; kulaklarımızın pasını da kafi miktarda sildi! Mark Ruffalo’yu derbeder prodüktör Dan rolünde izlerken aldığımız keyif bir tarafa, Gretta’nın gerilla usulü albüm kayıtları sırasında sesini duyduğumuz her an keyfimizi biraz daha yerine getirdi!
kişisel bir seçki olmuş ben bu filmleri ilk 20 listeme bile almam üstelik içlerinde türkiyede vizyona girmeyen filmler var
blue ruin,locke,cheap thrills,bid bad wolwes 2013 yapımı nasıl 2014 yılının en iyi filimleri oluyorlar anlamış değilim bana yazar bunu açıklasın
aynen ben de kişisel seçki yorumuna katılıyorum. Genel olarak bakarsak eğer listelerde görmek bir yana, arkadaş tavsiyesi istendiğinde hatırlanmayacak filmler. Başlığın değişmesi elzem olmuş :)
Elbette kişisel yorumu bu. Bir de sizin adınıza mı yorumlayacaktı filmleri? İlk 20 listesine bile almazmış, sanki kendi düşündüklerini değil senin düşündüklerini yazmak zorundaymış gibi.
gercekten babadook yerine listede rover mi var? film kotu oldugundan degil asla; fakat babadook’un türe getirdigi yeni soluk asla gözden kaçmamasi gereken bir noktada. ustelik korku sinemasinin son yillarda ne kadar bayat isler yaptigi dusunulurse. rover’i takdir etmekle beraber kendi adima yer yer gerektiginden fazla stilize olmaya calismasindan sikayet ettim.
Söylemeden edemeyeceğim: Fotoğraflarda 20 erkek, 4 kadın var. Bu nasıl bir oran? Acaba kullanılan fotoğraflar filmlerin içeriğini yansıtıyor mu? Bu erkek ağırlıklı sinema, erkek ağırlıklı listeler beni öldürecek.
Sahi başka kimsenin dikkatini çekmedi mi bu??
Sevgili Eymi, 4 değil 6 kadın var, Gone Girl’de fotoğraftaki kadını ve Frank filmindeki kısa saçlıyı kadından saymamışsın ama sakın ciddiye alıp cevap verdiğim sanma, Çok alemsin! Resmen, “liste eleştirmede beyin yakan sınır” bu :)
Fotoğrafların hepsi o filmden ve basına sunulan fotolardan seçildiği için ilk saçmalaman direk boşa çıkıyor, elbette içeriğini yansıtıyor, zaten içeriğinden bir kare…
Ha, şu cinsiyetçi hassasiyete gelince… Suçlusu biz değiliz, acı ama gerçek; sinema dünyası daha çok erkeklerden oluşuyor. Yapımcı-Yönetmen-senarist vs. Kadınlar ise en çok oyunculuk alanında öne çıkıyorlar. Kafa sayarak bu durumu eleştirmek yerine eline kamerayı alıp film çekmeye başlamanı öneririm. Tanıdığım pek çok kadın yönetmen var, biri de bu siteye yazar hatta (Özlem Akovalıgil) Bu alandaki zorluklar kadın-erkek ayrımı yapmıyor pek…
Sinema listelerinde yayınlanan fotolarda kadın-erkek saymak… Hey Allahım :)