Geçen yıl Türkiye’de aynı evvelki yıl olduğu gibi 40 yabancı korku filmi gösterime girdi. Vizyona giren toplam yerli korku filmi sayısı ise geçen yıl itibarıyla rekor bir rakama ulaştı: 34. Böylece 2019 vizyonunun toplam korku filmi sayısı; 34’ü yerli, 40’ı yabancı olmak üzere 74 ediyor.
Yabancı korku filmlerinin ülke dağılımına baktığımızda ise ABD’nin 21 film ile yine her zamanki gibi zirvedeki yerini iyice sağlamlaştırarak koruduğu görülüyor. Hatta ortak yapımları da dikkate alırsak bu rakam 26’ya çıkıyor. Geriye kalan 14 korku filmi ise İngiltere (5), Kanada (2), İrlanda (2), İspanya (1), Belçika (1), Avusturya (1), Almanya (1) ve Azerbaycan (1) yapımı olarak sıralanıyor. Geçen yıl toplam bir milyon 915 bin 224 bilet satmayı başaran yabancı korku filmleri arasında yüz bin barajını aşan filmlerin sayısı ise altı. Gişede en başarılı olan da 404.106 bilet satışı ile It: Chapter Two.
Yerli korku filmleri cephesindeyse değişen fazla bir şey yok. 2019’u toplam bir milyon 568 bin 952 bilet satışıyla kapatan yerli korku filmlerinin zirvesinde bu yıl da Alper Mestçi yer alıyor: Siccin 6, toplam 450.069 bilet satışı ile zirvede. Yüz bin barajını aşan filmlerin sayısı ise dörtte kaldı.
Aşağıdaki listede 2019 yılında Türkiye’de gösterime giren korku filmleri arasından öne çıkanları bir araya getirdik.
Us / Biz
Jordan Peele’ın ilk uzun metrajlı filmi Get Out (2017), sadece o yılın en çok konuşulan korku filmlerinden biri olmakla kalmamış, korku filmlerine pek layık görülmeyen Oscar heykelciğine dört dalda aday gösterilmiş ve en iyi özgün senaryo ödülünü kazanmıştı. Dolayısıyla bir sonraki filmi Us, korkuseverler bir yana, tüm sinemaseverler tarafından heyecanla beklenir olmuştu. Genel yapı olarak Get Out ile fazlasıyla benzeşen Us, -kabaca tarif edecek olursak- ev istilası (‘home invasion’) formatına uygun biçimde başlıyor. Daha sonra evin (ya da daha doğrusu evlerin) dışına çıkarak hayatta kalma mücadelesine dönüşüyor ve en nihayetinde de aynı Get Out’ta olduğu gibi kendine özgü bir mitoloji yaratmaya soyunuyor. Filmi oluşturan tüm bu bölümleri de ‘doppelgänger’ (çiftgezer) çatısı altında bir arada tutuyor. Peele, toplumsal sorunları dert edinen filmler çekmeye devam ediyor. Evet, Us çok beklenildiği gibi değildi ama üzerine konuşulan, güçlü korku filmlerine, çıtanın yukarıda kalması adına ihtiyaç var ve Peele, atanmadığı bu görevi layıkıyla yerine getiriyor.
The Dark / Karanlık Lanet
Justin P. Lange’in aynı adlı kısa filminin (2013) uzun versiyonu olan The Dark, toplum dışına itilerek ötekileştirilmiş istismar kurbanı iki çocuğun, tesadüfen bir araya geldikten sonraki hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Let the Right One In (2008) ve The Devil’s Backbone (2001) gibi filmlerle yakın akrabalık bağları kuran film, hayatta kalabilmek için “canavar” olmak zorunda bırakılan kurbanlar üzerinden “şiddet şiddeti doğurur” ve “bu şiddet döngüsü nerde son bulur” gibi mevzuları kurcalıyor.
Midsommar / Ritüel
Hereditary’den sonra ne çekeceği merakla beklenen Ari Aster, yine ses getiren bir filme imza attı. İsveç’te, The Wicker Man’dekine (1973) yakın bir düzenle dış dünyaya kapalı bir yerleşim biriminde geçen filmde, şehirden gelen bir grup gencin, tarikat ilişkisiyle birbirine bağlanarak aile olmuş yerel halkla karşılaşması sonrası varoluşu ve/veya yok oluşu anlatılıyor. Aslında bütün bu şaşalı yapının özünde ise filmin merkezindeki Dani’nin, yaşadığı travma sonrasında erkek arkadaşından ayrılma süreci var. Neredeyse tamamı, korku filmlerinde alışık olmadığımız biçimde gün ışığında geçen ama buna rağmen boğucu olmayı başarabilen filmin özenle tasarlanmış her anı müthiş zevk veriyor. Ancak film bittiğinde sormadan edemedim; “basit bir ayrılık hikâyesini anlatmak için bunca tantana niye?” Siz yine de bu serzenişime çok aldırmayın. Midsommar, önümüzdeki yıllarda da tekrar tekrar geri dönüp izlenecek cinsten özel bir film.
The Hole in the Ground / Kuyu
Bir nedenle oğlu Chris ile birlikte İrlanda kırsalına (niyeyse kasabanın da dışındaki ormanlık alana inşa edilmiş müstakil eve) taşınan Sarah, geçmişinden kaçmaya çalışırken bambaşka sorunlarla karşılaşıyor. Filmin adındaki “çukur/kuyu” ne derseniz, evin hemen yakınında, sanki koca bir meteor düşmüşçesine devasa büyüklükte bir subatan (çökme çukuru) bulunuyor. Bir aile trajedisini deşme isteğiyle yalnız anne Sarah’nın akli dengesini korumaya çalışmasını merkeze koyarak başlayan film, finale doğru The Descent’e bağlamaya niyetlenince biraz yönünü kaybetmiş gibi oluyor. Fakat yine de ortada sınıfı geçmek için yeterliden fazla bir ilk film var. Oyuncular arasında daha çok Aki Kaurismäki filmlerinden aşina olduğumuz Kati Outinen’i görmek ise apayrı bir sürpriz.
Ready or Not / Saklambaç
Jordan Peele’ın Get Out’unun (2017) içine bolca kara komedi unsuru yerleştirilmiş hali gibi duran Ready or Not, piramidin tepesindeki %1’lik dilimde yer alan zenginlere ateş püsküren, tatmin edici bir korku komedi. Dağıtımı büyük stüdyolar tarafından yapılan film, bütün zarları ana akım kuralları dâhilinde atıyor ve (finali dâhil) genel çizginin dışına çıkmamaya gayret ediyor. Yine de bir hayli eğlenceli olduğunu kabul etmek lazım. Mayhem (2017) ve The Babysitter (2017) gibi filmlerle korkuseverlerin dikkatini çeken Samara Weaving’in ekstra performansı ise filmin bonusu.
The Golden Glove / Altın Eldiven
Fatih Akın, açıkçası hiç beklemediğim yeni filmiyle sinema sektörünün hemen her kesimini afallatmayı başardı. Heinz Strunk’un gerçek olaylara dayanan aynı adlı çoksatan romanından uyarlanan film, Alman seri katil Fritz Honka’nın hayatından (ve cinayetlerinden) bir kesit sunuyor. The Golden Glove, 1970’li yılların Hamburg’unu başarıyla yansıtması, kahverenginin hâkim olduğu buz gibi soğuk itici renkleri ve mide bulandıran şiddet sahneleriyle öne çıkıyor. Birçok eleştirmenin “iğrenç”, “anlamsız bir çaba” ve “gereksiz” olarak nitelediği izlemesi zor filmin, John Waters’ın yılın en iyileri seçkisine girmeyi başarması çok da şaşırtmadı. Muhtemelen kendi sinemasına yakın bir yere konumlandırmış olabileceği film için bakın Waters ne diyor: “Bu filmi yaptığın için yazıklar olsun sana Fatih Akın. Filmi en iyi on listeme koyduğum için bana da yazıklar olsun. Eğer filmi beğendiyseniz size de yazıklar olsun.”
The Devil’s Doorway / Şeytanın Kapısı
The Devil’s Doorway, buluntu filmleri seven izleyicileri mest edecek bir korku filmi ama alt türe mesafeli olanlar için devamlı sallanan kamera, olan biten her şeyi çerçeve içine dâhil etmeme ve tabii ki canını kurtarmak için kaçarken bile hâlâ kayıt almaya devam etme gibi bilindik handikaplar içeriyor. Yine de benim gibi buluntu filmlerden olabildiğince uzak durmaya çalışan birini bile tavlayacak özelliklere sahip film, Magdalen Çamaşırhaneleri’ni şeytanın yuvası olarak lanetleyen yapısıyla da önemli bir yere konumlanıyor.
Happy Death Day 2U / Ölüm Günün Kutlu Olsun 2
Groundhog Day (1993) gibi birçoklarının favorisi olan bir komedinin “aynı günü tekrar tekrar yaşama” kalıbını alıp ‘slasher’ alt türü ile tokuşturan 2017 yılı yapımı Happy Death Day’i ilginç ve cesur bir deneme olarak kucaklamıştık. Devam filmi Happy Death Day 2U, ilk filmin kaldığı yerden başlıyor ve aslında hemen hemen aynı adımları takip ediyor. Kimi tekrarlar sinir bozucu olabiliyor ama film, bu negatif etmeni zeki manevralarla atlatmayı ve yine yeni yeniden çok eğlenceli olabilmeyi başarıyor.
Escape Room / Ölümcül Labirent
The Taking of Deborah Logan (2014) ile adını duyuran, Insidious: The Last Key (2018) ile bir üst lige çıkan Adam Robitel’in yeni filmi Escape Room, çok bilindik sularda yüzen, aslında bir hayli riskli bir proje gibi görünüyordu. Saw ve Final Destination gibi meşhur korku serilerinden ödünç aldıklarıyla kendi özgün dünyasını kurma çabası takdire şayan ama borç defteri bu denli kabarıkken özgün olmaktan bahsetmek biraz fazla iddialı olur. Fakat yine de muadillerine göre biraz daha üst seviyeye rahatlıkla yerleştirilebilecek film, ana akım korku sineması dâhilinde geçer not olmakta fazla zorlanmıyor. Geleceği söylenen devam filmi de tutarsa yeni bir seriye dönüşmesi çok uzak bir ihtimal değil.
Doctor Sleep / Doktor Uyku
Stephen King’in The Shining’in devamı olarak yazdığı Doctor Sleep adlı romanın aynı adlı uyarlamasının yönetmen koltuğunda Mike Flanagan oturuyor. Çekim öncesinde sık sık bir araya geldiği King ile fazlasıyla fikir alışverişinde bulunan Flanagan, onun en hassas olduğunu bildiğimiz konuya fazlasıyla özen göstermiş: Romana sadakat! Kubrick imzalı The Shining filmiyle de organik bağlar kurmak zorunda olduğunu bilen yönetmen, kimi ikon sahneleri tekrar çekip filmine ekleme yoluyla kanımca bir hayli zor bir işin altından başarıyla kalkmış. Hem filme hem de romanlara sadık kalma konusunda bu denli dengeli yaklaşabilmek hiç de kolay bir iş değil.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca