2019’u da geride bırakmak üzereyiz. Her yıl olduğu gibi bu yıl da korku sineması üretimlerini elimizin uzandığınca takip etmeye çalıştık. Türkiye vizyonundaki yabancı korku filmleri, her zaman olduğu gibi ABD yapımlarının istilası altındaydı. Bu sayede Amerika’da vizyon bulan ve ana akıma dâhil edebileceğimiz korku filmlerine ulaşmakta sıkıntı yaşamadık ama hâlâ Amerikan bağımsız ve Amerika dışı ülkelerin korku filmlerine uzak duran bir vizyonumuz var. Yabancı korku vizyonumuz, çöp filmlere karşı olan duygusal(!) ilgisini bu yıl da sürdürdü ve Adaline / Şeytanın Büyüsü (2015), Viking Siege / Viking Kuşatması (2017) ve Red Spring / Vampir İstilası (2017) gibi geçmiş yıllara ait, her manada ucuz korku filmleri vizyonu işgal etti. İşin daha da komiği uluslararası olma iddiasındaki bir film festivalimiz, bahsi geçen korku filmlerinden kimilerini festival programına bile dâhil etti. Bu yıl da üye olduğumuz online film/dizi izleme platformlarıyla alanımızı genişletmeye çalıştık ama onlardan bile tam manasıyla randıman alamadık. Hadi Netflix kütüphanesini ilk zamanlarına oranla bir hayli geliştirdi ama Amazon Prime, yeni dizilerini ağır aksak olsa da kütüphanesine ekledi eklemesine ama film kanadını inatla kurak bıraktı. Diğer platformlara ulaşmak ise şimdilik hiç kolay değil. Geçelim 2019 yılının en iyi korku filmleri listemize. Şöyle bir bakıyorum da bu yıl da çok fena geçmemiş sanki. Hemen her alt türden ilgi çekici örnekler izlemişiz. Bir başka dikkat çekici husus da listede bir hayli fazla sayıda ilk film var. Önümüzdeki yıllar için daha umutlu olmak adına sağlam bir dayanak. İzlediklerim arasından en iyi 20 korku filmini öne çıkardım ama inanın yedek olarak aşağıya eklediğim filmlerden birçoğu da en az listedekiler kadar iyi.

Her yıl yaptığımız uyarıyı yine tekrarlayalım. Listedeki bazı filmlerin 2018 yapımı olmasına itiraz edenler olacaktır. Gereksiz bir açıklama olacak ama yine de söyleyelim; 2018 yapımı filmlerden bazıları, yılın son aylarında dağıtıma çıkar, kimisi gösterime girmeden önce festivalleri dolaştığından ülkemize daha geç gelir, kimisi de hiç uğramaz bile, dolayısıyla filmin bize ulaşması mecburen 2019 yılını bulur. Bir önceki yıl içerisinde değerlendiremediğimiz bu filmler, doğal olarak bu yıl içerisinde değerlendirilir.

Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca

The Furies (2019)

blank

2000 sonrası dönemde yeniden canlanan ‘ozploitation’ rüzgârıyla hemen her yıl Avustralya’dan müthiş eğlenceli korku filmleri gelmeye başladı. Tony D’Aquino’nun (46 yaşında ve bu filmle ilk uzun metrajına imza atmış, ilginç bir detay) yazıp yönettiği The Furies, merkezine korkuseverlerin artık neredeyse ezberlediği “insan avı” hikâyesini koyuyor ama ilgi çekici özellikleriyle fazlasıyla cazibeli bir filme dönüştüğünü söylemek lazım. Sokaktan rastgele kaçırılan kadınlar, üzerinde Beauty yazan numaralı tabut benzeri kutulardan çıkıp, kendilerini öldürmeye çalışan ve üzerinde Beast yazan benzer kutulardan çıkan maskeli erkek katillerden kurtulmaya çalışıyorlar. Katillerin bilindik korku filmlerindeki maskeli katilleri andırıyor olması bir yana, cinayet sahnelerinde 80’ler korku filmlerindekine benzer kalitede (özlediğimiz) pratik efektlerin cesurca kullanımı öne çıkıyor. Finalini çok sevmesem de dış dünyaya kapalı arazide geçen her an, çoklu katilli insan avını ‘slasher’ formatında servis ettiğinden, bilhassa ‘slasher’ sevenleri mest edecektir.

Midsommar (2019)

blank

Hereditary’den sonra ne çekeceği merakla beklenen Ari Aster, yine ses getiren bir filme imza attı. İsveç’te, The Wicker Man’dekine (1973) yakın bir düzenle dış dünyaya kapalı bir yerleşim biriminde geçen filmde, şehirden gelen bir grup gencin, tarikat ilişkisiyle birbirine bağlanarak aile olmuş yerel halkla karşılaşması sonrası varoluşu ve/veya yok oluşu anlatılıyor. Aslında bütün bu şaşalı yapının özünde ise filmin merkezindeki Dani’nin, yaşadığı travma sonrasında erkek arkadaşından ayrılma süreci var. Neredeyse tamamı, korku filmlerinde alışık olmadığımız biçimde gün ışığında geçen ama buna rağmen boğucu olmayı başarabilen filmin özenle tasarlanmış her anı müthiş zevk veriyor. Ancak film bittiğinde sormadan edemedim; “basit bir ayrılık hikâyesini anlatmak için bunca tantana niye?” Siz yine de bu serzenişime çok aldırmayın. Midsommar, önümüzdeki yıllarda da tekrar tekrar geri dönüp izlenecek cinsten özel bir film.

The Head Hunter (2018)

blank

Ortaçağda geçen ve aklınıza gelebilecek her türden canavarı avlayan bir avcının hikâyesini anlatan The Head Hunter, 30 bin dolar gibi dip bir bütçeyle çekilmiş. Bu kadar düşük bir bütçeyle, içinde envaiçeşit canavarın olduğu, hem de Ortaçağda geçen bir film çekmek mümkün olamaz diye düşünebilirsiniz. Haklısınız da. Ama Jordan Downey, yapılamazı yapmış. Çoğu canavar avlama sahnesini kamera dışında hallederek (mecburen) biraz yan çizen bir kısa yol bulmasına rağmen, yarattığı atmosfer ile şaşkına çeviren, müthiş bir iş ortaya çıkmış. CGI kullanımına da pek yüz vermeyen The Head Hunter, şimdiden kült olmaya aday.

I Trapped the Devil (2019)

blank

I Trapped the Devil, Josh Lobo’nun ilk filmi. Geveze ‘mumblegore’ demeyi tercih ettiğim tarza yakın, bol diyaloglu, az aksiyonlu ve düşük bütçeli bir bağımsız film. Bodrumundaki odaya şeytanı hapsettiğine inanan bir adam, Noel vesilesiyle kendisini ziyarete gelen erkek kardeşi ve onun karısına ilk bakışta deli işi gibi görünen eylemini izah etmeye çalışıyor. Tamamen atmosfer üzerine kurulu, tek mekânda geçen I Trapped the Devil, kimi iniş çıkışlarına rağmen kült dizi The Twilight Zone’dan fırlayıp çıkmış bir bölüm tadında, umut veren bir ilk film. Nedense çok sevdiğim oyuncu AJ Bowen’ın filmde rol alması ise kişisel bir artı diyelim.

Killer Sofa (2019)

blank

Bernie Rao’nun yazıp yönettiği, Yeni Zelanda yapımı Killer Sofa, adından da anlaşılabileceği üzere lanetli bir koltuğun acımasız cinayetlerine odaklanıyor. Yahudi mitolojisinden ve/veya folklorundan bildiğimiz, daha önce The Unborn (2009) veya The Possession (2012) gibi yakın dönem korku filmlerinde ya da daha da eskiye gidersek The Dybbuk (1937) filminde karşımıza çıkan dybbuk, buradaki kötülüklerin de kaynağı olarak başrolde yer alıyor. Gayet sıradan bir olay örgüsüne sahip olmasına rağmen fazlasıyla eğlenceli olmayı başaran Killer Sofa, inanmayacaksınız ama finale doğru akıllara zarar bir sürprize de ev sahipliğe yapıyor. (What’s in the recliner?) Filmi izledikten sonra öyle önünüze gelen her koltuğa gönül rahatlığıyla oturamayacaksınız.

Haunt (2019)

blank

Senaryosunu yazdıkları A Quiet Place (2018) ile bir hayli gündeme gelen Scott Beck ve Bryan Woods, yeni senaryolarını bu sefer kendileri yönetmeyi tercih etmişler. Ortada benzerlerini özellikle son yıllarda sıkça izlediğimiz tipte bir film var: Eğlenmek için korku evine giden bir grup gencin başına gelmedik kalmaz. A Quiet Place’ten sonra ne yapacakları merak edilen ikilinin, çokça sömürülen ve açıkçası pek de tatmin etmeyi başaramayan bir şablonu tercih etmesi gerçekten şaşırtıcı. Haunt, belki de listedeki en düz film ama tıkır tıkır işlemesi, asla tembelliğe düşmemesi ve korku türünün matematiğine bütünüyle hâkim olması, kendine hayran bıraktırıyor. ‘Hardcore’ korkuseverler fazlasıyla memnun olacaktır.

Us (2019)

blank

Jordan Peele’ın ilk uzun metrajlı filmi Get Out (2017), sadece o yılın en çok konuşulan korku filmlerinden biri olmakla kalmamış, korku filmlerine pek layık görülmeyen Oscar heykelciğine dört dalda aday gösterilmiş ve en iyi özgün senaryo ödülünü kazanmıştı. Dolayısıyla bir sonraki filmi Us, korkuseverler bir yana, tüm sinemaseverler tarafından heyecanla beklenir olmuştu. Genel yapı olarak Get Out ile fazlasıyla benzeşen Us, -kabaca tarif edecek olursak- ev istilası (‘home invasion’) formatına uygun biçimde başlıyor. Daha sonra evin (ya da daha doğrusu evlerin) dışına çıkarak hayatta kalma mücadelesine dönüşüyor ve en nihayetinde de aynı Get Out’ta olduğu gibi kendine özgü bir mitoloji yaratmaya soyunuyor. Filmi oluşturan tüm bu bölümleri de ‘doppelgänger’ (çiftgezer) çatısı altında bir arada tutuyor. Peele, toplumsal sorunları dert edinen filmler çekmeye devam ediyor. Evet, Us çok beklenildiği gibi değildi ama üzerine konuşulan, güçlü korku filmlerine, çıtanın yukarıda kalması adına ihtiyaç var ve Peele, atanmadığı bu görevi layıkıyla yerine getiriyor.

Murder Me, Monster (2018)

blank

Arjantin’den tam bir bomba! Murder Me Monster, açılışı çok sert bir sahneyle yapıyor: Boğazı kesildiği anlaşılan bir kadının boynundan akan kanlar, kadının önce kopacakmış gibi tamamen arka tarafa doğru düşen, sonra tekrar eski yerine dönen kafası gibi detaylar, sahnenin sertliği hakkında fikir verecektir. Arjantin kırsalında bulunan başsız cesetlerin katilinin peşine düşen bir dedektifi takip eden film, polisiye kalıpları içerisinde kalacakmış gibi başlasa da şaşırtıcı bir biçimde canavar filmine doğru evriliyor ve canavar üzerinden yarattığı gizemi finale kadar ayakta tutmayı başarıyor. Murder Me Monster, ağır tempolu, anlaşılması güç ama eşine öyle çok sık rastlayamayacağınız türden bir film. Eklemeden geçmeyelim; dedektifin dans ettiği sahneler, uzunca bir süre akıllardan çıkmayacak güzellikte.

Ready or Not (2019)

blank

Jordan Peele’ın Get Out’unun (2017) içine bolca kara komedi unsuru yerleştirilmiş hali gibi duran Ready or Not, piramidin tepesindeki %1’lik dilimde yer alan zenginlere ateş püsküren, tatmin edici bir korku komedi. Dağıtımı büyük stüdyolar tarafından yapılan film, bütün zarları ana akım kuralları dâhilinde atıyor ve (finali dâhil) genel çizginin dışına çıkmamaya gayret ediyor. Yine de bir hayli eğlenceli olduğunu kabul etmek lazım. Mayhem (2017) ve The Babysitter (2017) gibi filmlerle korkuseverlerin dikkatini çeken Samara Weaving’in ekstra performansı ise filmin bonusu.

The Cannibal Club (2018)

blank

Brezilya yapımı yamyam filmi dendiğinde zihninizde oluşacak ne kadar önyargılı fikir varsa hepsini çöpe atın. Evet, The Cannibal Club Brezilya yapımı ve evet, yamyamlık filmdeki başat unsur ama yönetmen Guto Parente’nin derdi bambaşka. Film, biraz değişik zevkleri olan Otavio ve Gilda isimli zengin bir çifti merkezine alıyor. Gilda, ev işlerini gören uşağı baştan çıkarıp cinsel arzularını giderirken, Otavio da onları seyredip mastürbasyon yaparak kendini tatmin ediyor. Daha da kötüsü uşağı boşalmasına izin vermeden öldüren çift, etlerini parçalara ayırıyor, taze etin bir kısmını pişirip yerken, kalanları da sonraya saklamak üzere dondurucuya atıyor. Kimsenin arayıp sormadığı uşağın yerine de özel bir iş bulma kurumunda üç kuruş para kazanma derdiyle sıraya girmiş yeni birini işe alıyorlar. Bitmedi, üstüne üstlük çiftimiz yalnız da değil. Kendileriyle benzer zevklere sahip, aralarında siyasetçilerin de bulunduğu seçkinlerden oluşan bir gruba dâhiller. İnanın hiç sakınılmadan çekilmiş sert seks ve şiddet sahneleri bile gruba üye seçkin kesimin yaşam tarzı kadar mide bulandırmıyor.

The Dead Center (2018)

blank

Primer (2004) ve Upstream Color (2013) gibi sevip saydığımız filmlerin yönetmeni, senaristi ve oyuncusu Shane Carruth’un başrolde yer aldığı The Dead Center, ambulansla morga getirilen bir cesedin, kimse görmeden canlanıp kalkması ve hastanedeki odalardan birindeki boş yatağa girip yatmasıyla başlıyor. İlgi çekici başlangıcıyla yarattığı gizemi korumasını iyi bilen film, finale kadar bir araya gelmeyen iki koldan ilerliyor. Birinde Carruth’un canlandırdığı (morgdaki olaydan bihaber) psikiyatrist Daniel, kimliği belirlenemeyen hastayı bulup hastaneye yatırıyor ve travma geçirdiğinden şüphelendiği hastanın başına gelenleri çözmeye çalışıyor. Diğerinde ise adli tabip Edward, morgdan kaybolan cesedin ardındaki sır perdesini aralamak için araştırmaya başlıyor. Billy Senese imzalı The Dead Center, içindeki kötülüğü kusmakta bir an bile tereddüt etmeyen insanlara karşı mücadele eden “iyi”nin asla kazanamadığı bu dünyada insan yaşamının nafileliğini sorguluyor.

Luz (2018)

blank

Şeytan çıkarma filmlerinin de artık suyu çıktı diye yakınanlardan mısınız? Tilman Singer’ın yönettiği Almanya yapımı Luz, sizi bir kez daha düşünmeye davet ediyor. Birkaç mekân ve kısıtlı sayıda oyuncu ile kotarılan düşük bütçeli filmin can alıcı kısmı, bir karakolun sorgu odasında gerçekleşiyor. Biraz fıkra girişi gibi olacak ama Şili göçmeni bir taksi şoförü (Luz), bir psikiyatrist (Dr. Rossini), bir dedektif (Bertillon) ve bir tercüman (Olarte), bir karakolda bir araya geliyorlar ve hipnoz yoluyla Luz’un başına gelenleri öğrenmeye çalışıyorlar. Bunu görmelisiniz; şeytan bile çağa ayak uydurmuş, dini yöntemleri değil bilimi kullanıyor.

Daniel Isn’t Real (2019)

blank

Hayali arkadaş mefhumu üzerinden sıradan bir Jekyll ve Hyde gerilimi gibi başlayan film, tam bir U dönüşü yapıp doğaüstüne bağlanarak şaşırtıcı olmayı hedefliyor ki bunu zorlanmadan başardığı söylenebilir. Evet, ayrı ayrı olarak her iki kısım da çeşitli filmler aracılığıyla defalarca önümüze geldi, kabul ama yönetmen Adam Egypt Mortimer, finale doğru dizginleri iyice salarak klasik manada son derece eğlenceli bir korku filmine imza atmış. Hieronymus Bosch tablosu The Garden of Earthly Delights’ın içine monte edilen canavarın varlığı (veya yokluğu) ise korkuseverlerin ağzını sulandıracak cinsten. Tim Robbins ve Susan Sarandon’ın oğlu Miles Robbins ile Arnold Schwarzenegger ve Maria Shriver’ın oğlu Patrick Schwarzenegger’ın başrollerde olması ise filmin ayrı bir cazibe noktası.

Possum (2018)

blank

Yine bir ilk film. Matthew Holness’ın Possum’u, yılın en rahatsız edici filmlerinden biri. Çocukluğunun geçtiği ve çok da iyi anılarla ayrılmadığı kasabaya geri dönen Philip’e odaklanan film, yanından ayırmadığı garip çantasıyla etrafta dolanan sorunlu adamın korku dolu kâbus ve sanrılarının esareti altında ezilmesini, aşırı boğucu atmosferiyle izleyeni de işin içine dâhil ederek aktarıyor. Garip çantanın içinde ise çok daha garip bir şey var. Philip’in çocukluk travmalarını, atlatamadığı korkularını ve her daim üzerinde kambur gibi taşıdığı baskıyı cisimleştirdiği örümcek şeklindeki kukla. ‘Pause’ tuşuna basıp uzun uzadıya bakmak isteyeceğiniz bir dolu karanlık güzellikteki karenin yanında Philip rolündeki Sean Harris’in her zaman olduğu gibi muhteşem performansı da cabası.

Liverleaf (2018)

blank

Rensuke Oshikiri’nin aynı adlı mangasından uyarlanan Japonya yapımı Liverleaf’in yönetmenliğini Eisuke Naitô üstleniyor. Ailesiyle birlikte babasının işi nedeniyle Tokyo’dan küçük bir kasabaya taşınan Haruka, yeterli öğrencisi olmadığı için birkaç ay içinde kapanacak liseye başlıyor. Diğer öğrencilerin hedefi haline gelen Haruka, zorbalığa uğramaya başlıyor ve acımasız eylemlerin sonu ailesinin ölümüne kadar varıyor. Haruka’nın geç gelen intikamında ise merhamete hiç ama hiç yer kalmıyor. Lady Snowblood’a (1973) öykünen, manga estetiğinde çekilmiş şiddet sahneleri ile öne çıkan Liverleaf, son yıllarda Japon sinemasında sıkça karşılaşılan düşük bütçeli ‘teen’ korkulardan bir diğeri. Muhtemelen bütçe nedeniyle tercih edilen bol CGI’lı efektler fazlasıyla itici olsa da (uyarlandığı mangaya sadık kalmak adına) şiddetin dozunda herhangi bir azalma olmuyor. Öyle çok aman aman bir film değil ama bu yıl izleyebildiğim Japon korkuları arasında en iyisi.

Little Monsters (2019)

blank

Yine Avustralya’dan bir film ama bu seferki terazinin komedi kefesine iltimas geçen bir korku komedi. Abe Forsythe’ın yönettiği Little Monsters’ın ilk 20-25 dakikası tamamen ilişki komedisi sularında geziniyor. (Dave’in, Darth Vader kılığına soktuğu beş yaşındaki yeğeniyle beraber, 9 yıllık sevgilisine evlenme teklif etmeye niyetlendiği sahneye bayıldım.) Sonra birden olaya zombiler dâhil oluyor ve işsiz, sorumsuz, beceriksiz başkarakterimiz Dave, yeğeninin sınıf öğretmeni Miss Caroline ve TV’deki en popüler çocuk şovunun ‘host’u Teddy McGiggle, bir sınıf dolusu çocuk ile beraber bir başlarına kalıyorlar. Bu yılın açık ara en iyi korku komedisi. Miss Caroline rolündeki Lupita Nyong’o bir harika; zombileri çekirdek çitler gibi avladığı sahnelere doyum olmuyor.

The Golem (2018)

blank

Jeruzalem (2015) felaketinden sonra yeniden bir korku filmi çekmek için kolları sıvayan Paz Biraderler (Doron ve Yoav Paz), The Golem ile karşımızda! Golem, korku sinemasında öyle çok fazla kullanılan, popüler bir canavar değil. The Golem (1920) ile erkenden başlayan (öncesinde iki film daha var ama ikisi de kayıp) sinema macerası, açıkçası pek de verimli geçmedi. İsrail yapımı yeni film, açılış sahnesiyle 1920’deki sessiz filme saygılarını sunuyor sunmasına ama açıkçası ondan çok da farklı bir hikâye anlatmıyor. Yine de İsrail korku sinemasından öyle çok fazla iyi örnek çıkmaması ve Golem’in yeniden beyazperdeye dönmesi, filmi biraz daha değerli kılıyor.

The Wind (2018)

blank

Emma Tammi’nin yönettiği The Wind de bir ilk film. Önceki yıllarda western ve korku türlerinin bileşiminden mürekkep gayet iyi filmler çekildi. Artık onların arasına The Wind de eklenebilir. Film, 1890’lı yıllarda kocasıyla beraber Vahşi Batı’ya göç edip ıssız ve çorak bir araziye yerleşen Lizzy’nin hikâyesini anlatıyor. Lizzy, kötücül bir varlığın kendisini taciz ettiğine inanıyor ama kocasını buna bir türlü inandıramıyor. Olan biten, zamanla gerçeklikle bağlarını yitiren Lizzy’nin gözünden anlatılıyor. The Wind, kronolojik sırayla verilmeyen anların uç uca eklenmesiyle ıssızlığın ortasında bir başına kalan bir kadının delirmesini, işin içine iblisleri de dâhil ederek resmediyor. Böylece Repulsion’ın (1965) western şubesi olmaya da hak kazanıyor.

The Hole in the Ground (2019)

blank

Evet, Lee Cronin’in yönettiği The Hole in the Ground da bir ilk film. Bir nedenle oğlu Chris ile birlikte İrlanda kırsalına (niyeyse kasabanın da dışındaki ormanlık alana inşa edilmiş müstakil eve) taşınan Sarah, geçmişinden kaçmaya çalışırken bambaşka sorunlarla karşılaşıyor. Filmin adındaki “çukur” ne derseniz, evin hemen yakınında, sanki koca bir meteor düşmüşçesine devasa büyüklükte bir subatan (çökme çukuru) bulunuyor. Bir aile trajedisini deşme isteğiyle yalnız anne Sarah’nın akli dengesini korumaya çalışmasını merkeze koyarak başlayan film, finale doğru The Descent’e bağlamaya niyetlenince biraz yönünü kaybetmiş gibi oluyor. Fakat yine de ortada sınıfı geçmek için yeterliden fazla bir ilk film var. Oyuncular arasında daha çok Aki Kaurismäki filmlerinden aşina olduğumuz Kati Outinen’i görmek ise apayrı bir sürpriz.

Depraved (2019)

blank

Amerikan bağımsız sinemasını takip edenlerin yakından tanıdığı Larry Fessenden’in yazıp yönettiği Depraved, günümüzün benmerkezci yapısını Mary Shelley’nin Frankenstein’ı üzerinden yorumlamaya çalışıyor. Brooklyn’in göbeğinde yaratılan canavar, ne kendini yaratan doktora, ne de deneyin finansını karşılayan yatırımcıya felaketten başka bir şey getirmiyor. Adam olarak isimlendirilen canavarın beyninin sahibi Alex, gerçekten ortadan kaybolmadan çok önce bile kaybolmuş bir hayat sürüyorken, kendi defolarının esiri olmuş yaratıcılarının öğretmenliğinde oluşan yeni kimliğiyle eskisi arasında kalarak bocalayan Adam ise zaten nafile bir çabanın ürünü olmaktan öteye gidemiyor. Modern hayatın kusurlarını sergileme niyetinde olan Depraved, defalarca okuduğumuz/izlediğimiz bir metni kullanmasına rağmen yine de özgün olmayı başarabiliyor.

Listede kendine yer bulamayan ancak adını anmamız gereken diğer korku filmleri ise şöyle:

  • Await Further Instructions (2018)
  • Bloodline (2018)
  • Butterfly Kisses (2018)
  • Dark Highlands (2018)
  • Draug (2018)
  • Head Count (2018)
  • In Fabric (2018)
  • Kasane (2018)
  • Killers Within (2018)
  • Nekrotronic (2018)
  • Nightmare Cinema (2018)
  • Open 24 Hours (2018)
  • Starfish (2018)
  • The Clovehitch Killer (2018)
  • The Convent (2018)
  • The Dark (2018)
  • The Field Guide to Evil (2018)
  • The Nightshifter (2018)
  • The Perfection (2018)
  • The Witch in the Window (2018)
  • You Might Be the Killer (2018)
  • Bliss (2019)
  • Child’s Play (2019)
  • Doctor Sleep (2019)
  • Happy Death Day 2U (2019)
  • Koko-di Koko-da (2019)
  • Sweetheart (2019)
  • The Dead Don’t Die (2019)
  • The Forest of Love (2019)
  • The Golden Glove (2019)
  • The Prodigy (2019)
  • Wounds (2019)
blank

Murat Kızılca

1971 İstanbul doğumlu. Aylık online sinema dergisi CineDergi ve aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. 2008 yılından beri katkı sağladığı Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

5 Comments Bir yanıt yazın

  1. Çok güzel bir liste olmuş teşekkürler murat kızılca.

  2. Şarkılarla, türkülerle, listelerle yaşıyoruz.

    İzlediklerime dayanarak söylemem gerekirse çok tutarlı bir liste, yalnız ”The Dark” filmine özel bir yazı beklerdim listede.

    Teşekkürler, güzel keşifler yapıyorum sayenizde, uzun yıllardır.

  3. Yıl biterken yavaş yavaş izlemeye başladım. The Furies bana göre değilmiş. Zaten ben de iyi bir korku filmi izleyicisi değilim, ondandır ancak yönetmenin önceki filmi Hereditary’i sevmememe karşın Midsommar’ı çok beğendim.

  4. Her sene olduğu gibi bu sene de izlemek için bir dolu korku filmi çıktı. Çok teşekkürler.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Top 10: Sinemanın Katil Palyaçoları

Semra Doll eğlenceli yazım tarzıyla bizlerle: Madem çok korkuyoruz o
blank

John Waters 2011 Yılının En İyi 10 Filmini Listeliyor

Trash'in Papası olarak bilinen Pink Flamingos, Polyester, Hairspray gibi filmlerle