2020 Vizyonunun Öne Çıkan Korku Filmleri

2 Ocak 2021

Malumunuz, 2020’nin başrolünde yıllarca unutulmayacak performansıyla pandemi vardı. Sinema sektörü de hemen her kesimi etkileyen darbeden payına düşeni aldı elbette. Ülkemizdeki sinema salonlarının “aç-kapa” yöntemiyle sadece kısıtlı bir süre açılabilmiş olması, gösterime giren film sayısını da, bilet satışlarını da derinden etkiledi. Geçen yıl Türkiye’de vizyona girebilmeyi başaran yabancı korku filmi sayısı 26’da kaldı. Vizyon görmeyi başaran yerli korku filmi sayısı ise ancak 18’i buldu ki Türk korku sinemasının hemen her istatistiki alanda yükselişe geçmeye başladığı 2015’ten bu yana gördüğümüz en düşük rakam oldu. Böylece 2020 vizyonunun toplam korku filmi sayısı; 18’i yerli, 26’sı yabancı olmak üzere 44 olarak kayıtlara geçti.

Yabancı korku filmlerinin ülke dağılımına baktığımızda ABD’nin 14 film ile piyasa hâkimiyetini sürdürdüğünü görüyoruz. Hatta ortak yapımları da dikkate alırsak bu rakam 19’a çıkıyor. Geriye kalan 7 filmin dağılımı ise şöyle; İngiltere (4), Kanada (1), Güney Kore (1) ve Rusya (1). Yabancı korku filmlerinin geçen yılki toplam bilet satış rakamı ise 467.108’de kaldı. Geçen yılın en çok gişe yapan yabancı korku filmi, 93.862 bilet ile The Invisible Man (Görünmez Adam) oldu.

Yerli korku filmleri cephesine geçtiğimizde toplam bilet satış rakamının 163.258’de kaldığını görüyoruz. Alper Mestçi veya Özgür Bakar gibi gişe rakamlarını yukarıya çeken isimlerin filmlerinin vizyona girmediği yılda, pandeminin de etkisiyle bilet satış rakamları bir hayli aşağıda kaldı. Sönük geçen gişenin zirvesindeyse 33.781 bilet ile Efsunlu Ayin yer aldı.

Aşağıdaki listede 2020 vizyonunun öne çıkan korku filmlerini bir araya getirdik.

The Lodge / Mürit

blank

İlk uzun metrajları Goodnight Mommy (2014) ile tüm dünyada ses getirerek sağlam bir başlangıç yapan Severin Fiala ve Veronika Franz’ın yeni filmleri merakla bekleniyordu. The Lodge, karlar içindeki ıssız bir kulübede geçiyor. Richard, evlenmeyi düşündüğü kız arkadaşı Grace ile eski karısından çocukları Aiden ve Mia’nın yakınlaşmasını istemektedir. Noel tatilini “aile” olmak için iyi bir fırsat olarak gören Richard, hayalindeki ailenin birbirlerine alışmakta güçlük çeken diğer bileşenlerini kulübeye bırakır ve işlerini halledip dönmek üzere iki günlüğüne yanlarından ayrılır. Grace, etraflarına koca bir duvar ören çocuklara ulaşabilmek için elinden geleni yaparken, bir yandan da karanlık geçmişindeki travmalarla baş etmeye çalışmaktadır. The Shining (1980) ile Hereditary’nin (2018) bileşimi gibi duran The Lodge, ıssızlığın ortasındaki karlarla kaplı mekânın ve sinir bozucu müziklerin yardımıyla tehlikenin kaynağı konusunda yaratmayı başardığı belirsizliği başrole yerleştiriyor. Verdiği ipuçlarıyla ortaya attığı yemleri birbirine karıştırarak sunmadaki maharetiyle de sürprizlerinin etkisini artırmayı beceriyor.

Haunt / Kabus Evi

blank

Senaryosunu yazdıkları A Quiet Place (2018) ile bir hayli gündeme gelen Scott Beck ve Bryan Woods, yeni senaryolarını bu sefer kendileri yönetmeyi tercih etmişler. Ortada benzerlerini özellikle son yıllarda sıkça izlediğimiz tipte bir film var: Eğlenmek için korku evine giden bir grup gencin başına gelmedik kalmaz. A Quiet Place’ten sonra ne yapacakları merak edilen ikilinin, çokça sömürülen ve açıkçası pek de tatmin etmeyi başaramayan bir şablonu tercih etmesi gerçekten şaşırtıcı. Haunt, belki de listedeki en düz film ama tıkır tıkır işlemesi, asla tembelliğe düşmemesi ve korku türünün matematiğine bütünüyle hâkim olması, kendine hayran bıraktırıyor. ‘Hardcore’ korkuseverler fazlasıyla memnun olacaktır.

The Wretched / Davetsiz

blank

The Wretched, pandeminin en civcivli döneminde (1 Mayıs 2020’de) ABD’de gösterime giren sayılı filmlerden biriydi ve kısıtlı sayıda açık olan arabalı (‘drive-in’) sinemalarda gösterildi. Hiç beklenmedik bir başarı yakalayarak üst üste tam beş hafta sonu birincisi olan film, yerel gişe hasılatında da milyon dolar sınırını fazlasıyla aştı. (Filmin gişe hasılatı, 1 milyon 814 bini yerel, 2 milyon 530 bini yurt dışı olmak üzere toplam 4 milyon 344 bin dolara ulaştı.) Yani The Wretched gibi düşük bütçeli bir korku filminin arabalı sinema performansı, salgın tehlikesi hâlâ bütün çıplaklığıyla devam ederken ayyuka çıkan “acaba seyirciler tekrar sinema salonlarına dönecek mi” sorusuna şık bir yanıt gibiydi. Listede yer almayı sadece bu yüzden bile hak eden filmin tek artısı bu değil elbette. Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Pierce Biraderler imzalı The Wretched, gerçekten sağlam bir korku filmi. Invasion of the Body Snatchers’tan (1956) The Guardian’a (1990), Rear Window’dan (1954) Ju-on (2002) ya da Ringu’ya (1998) kadar birçok klasikten çeşitli referanslarla beslenen filmin karma yapısı, beklenenin aksine hiçbir şekilde sırıtmıyor.

Bina

blank

Orçun Behram’ın yazıp yönettiği Bina, bu yılın en güzel sürprizlerinden biri oldu. “Bir olma” iddiasındaki hükümetin tek elden düzeni sağlamak maksadıyla aldığı karar ile ülkedeki bütün evlerin çatılarına yeni çanak antenlerin takılmasına başlanır. Bu sayede hükümet bildirileri, bütün evlere anında ulaşacaktır. Mehmet’in apartman görevlisi olarak çalıştığı binaya da anten takılır. Hemen akabinde apartman sakinlerini huzursuz eden birtakım gariplikler yaşanmaya başlar. Bina, otorite ile kitle iletişim araçları arasındaki ilişkiye yoğunlaşıyor. Otoritenin, elindeki gücün sürekliliğini sağlamak ya da etki alanını genişletmek için başvurduğu kaynakların başında kitle iletişim araçlarının geldiğine vurgu yapan film, bu ilişkinin zehirlenmesi sonucu yaşanan toplumsal değişimleri resmediyor. Tekinsiz bir atmosfer yaratma açısından yetkin bir deneme olan Bina, çoğu birbirini tekrar eden cin filmleri kâbusuna saplanıp kalmış korku sinemamız için umut verici çalışmalardan biri olarak dikkat çekiyor.

The Invisible Man / Görünmez Adam

blank

James Wan ve ekibinin seriye alarak ürettiği (ve çoklukla uzak durmayı tercih ettiğimiz) ‘jump scare’ odaklı korku filmlerine senarist, oyuncu ve yönetmen olarak katkıda bulunan Leigh Whannell’den şaşırtıcı bir deneme olarak selam durduğumuz Upgrade’den sonra benzer ölçekte bir şaşkınlığı bir kez daha yaşayacağımızı düşünmüyorduk açıkçası. Filmin adı The Invisible Man olunca, meşhur Universal canavarları serisine ait H.G. Wells uyarlaması filmin yeniden çevrimi olacağı yönündeki önlenemez önyargımızı lehine kullanan Whannell, orijinal filmin sadece adını alıp “yeniden çevrim nasıl olmalı” dersi veriyor adeta. Aile içi şiddetten boşandıktan sonra bile kurtulamayan kadınların mücadelesini merkeze koyan film, Val Lewton ile özdeşleşmiş “göstermeden korkutmak” kavramını modern korku sinemasının araçlarıyla yeniden inşa etmeyi deniyor ve eski ile yeni arasına sağlam bir köprü kurabilmeyi beceriyor. Aslında gözümüzü çıkarırcasına göz önünde olan ama nedense otoriteler nezdinde bir türlü “görünmeyen” tehlike ile kora kor mücadele eden Cecilia’yı canlandıran Elisabeth Moss’un muhteşem performansının da ayrıca anılması gerekiyor.

Antebellum

blank

Gerard Bush ve Christopher Renz’in ilk uzun metrajı Antebellum, Jordan Peele’in Get Out (2017) ve Us (2019) ile açtığı yoldan ilerliyor. Geçmişin sadece tarih kitaplarının sayfalarına hapsolmuş, üzeri tozlu birkaç cümleden ibaret olmadığının altını çizen film, başta Trump dönemi ABD’si olmak üzere nerdeyse bütün dünyada iyice ayyuka çıkan muhafazakâr, ırkçı, faşist görüşlerin hâlâ geçmişteki kadar canlılığını koruduğunu abartılı(!) bir dille anlatıyor. Gerçi 20 dolarlık sahte banknot ile alışveriş ettiği iddia edilen “siyahi” vatandaşın boğazına 8 dakika 46 saniye boyunca diziyle baskı uygulayarak ölümüne sebep olan polisi gören gözlere bu filmin abartı olduğunu söylemenin bizzat kendisi “abartı” olacaktır ya neyse…

Sea Fever / Derin Korku

blank

Sea Fever, Alien (1979) ve The Thing (1982) gibi köşe taşı korku filmlerinden ödünç aldığı yapı üzerine kurulu, düşük bütçeli bir canavar filmi. Ama bu seferki tehlikenin kaynağı devasa bir canavar değil, gözle görülmeyen parazitler. Balıkçı teknesi gibi dar bir mekâna hapsettiği karakterler üzerinden bilim ile batılı tokuşturan film, bilgiye ya da cehalete biat eden farklı insanların verdikleri farklı tepkilere yoğunlaşıyor. Neasa Hardiman’ın yazıp yönettiği Sea Fever, pandemiden önce çekilmiş olmasına rağmen pandemi döneminde yüz yüze kaldığımız birçok korku ve endişeyi perdeye yansıtması açısından da ilginç hale geliyor. “Karantina” gibi artık günlük hayatta sıkça kullandığımız bir kelimenin etkisi bile eskisine nazaran çok daha güçlü olabiliyor.

The Vigil / Ölü Nöbeti

blank

‘Vigil’ (gece nöbeti) olarak adlandırılan eski bir Yahudi geleneğine göre bir kişi öldüğünde ilk gece evde kalan cesedin başında birisi beklemelidir. Mevtayı olası kötülüklerden korumak için bütün gece boyunca başında nöbet tutan kişiye de ‘shomer’ denir. Keith Thomas’ın ilk uzun metraj filmi The Vigil, yabancısı olduğumuz ilginç bir dini geleneği, artık ezbere bildiğimiz ‘jump scare’ odaklı korku filmi kalıbının içine yerleştiriyor ve ortaya ilginç bir karışım çıkıyor. Tekinsizliğin kol gezdiği tüyler ürpertici bir atmosfer yaratmayı başaran The Vigil, ‘shomer’ olarak görevlendirilen genci canlandıran ve filmin neredeyse bütün yükünü sırtlanan Dave Davis’in çizgi üstü performansıyla daha da değerleniyor.

Freaky / Sıra Dışı

blank

Christopher Landon, turnayı bir kez daha gözünden vurmayı başarmış. Happy Death Day (2017) ve Happy Death Day 2U’dan (2019) sonra Freaky de aynı damardan devam eden, kıpır kıpır eğlenceli bir seyirlik. Bu sefer Freaky Friday (1976/2003) ile Friday the 13th filmlerini tokuşturmayı deneyen Landon, işin içine lanetli bir Aztek bıçağı da katarak yine beklenmedik lezzette bir tarifeye imza atmış. Happy Death Day serisine devam eder mi bilinmez ama Freaky’de de seri olma potansiyeli var. Vince Vaughn her zamanki gibi şahane, Kathryn Newton başta olmak üzere diğer oyuncular da ona eşlik ediyorlar.

The Field Guide to Evil / Şeytanın El Kitabı

blank

Dünyanın dört bir tarafından, birbirinden bağımsız 8 korku kısasından müteşekkil The Field Guide to Evil, yeni işleri merak edilen yönetmenleriyle dikkat çeken bir antoloji. Hindistan’dan Ashim Ahluwalia, Yunanistan’dan Yannis Veslemes, Avusturya’dan Severin Fiala ve Veronika Franz ikilisi, Almanya’dan Katrin Gebbe, ABD’den Calvin Reeder, Polonya’dan Agnieszka Smoczynska, İngiltere’den Peter Strickland ve Türkiye’den Can Evrenol; antolojide yer alan yönetmenler olarak sıralanıyor. Her biri kendi ülkesine has yerel bir doğaüstü hikâye anlatan, 10-15 dakika arası sürelere sahip kısaların hepsi aynı kalitede değil belki ama bu ilginç antolojinin sınıfı geçmek için yeterli sebebi var. Bizim asıl dikkatimizi çeken ise tabii ki Evrenol’un kısası. Al Karısı adını taşıyan film, kökeni Orta Asya’ya kadar uzanan ama zamanla cin hikâyeleriyle birleşerek kabuk değiştiren eski bir miti kurcalıyor. Karanlık atmosferiyle öne çıkan film, evrensel olarak kabul görebilecek cin filmi nasıl çekilire dair önemli ipuçları barındırıyor.

Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca

blank

blank

Murat Kızılca

1971 İstanbul doğumlu. Aylık online sinema dergisi CineDergi ve aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. 2008 yılından beri katkı sağladığı Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Top 10: Sinemanın En Ünlü Oyuncak Bebekleri

Öteki Sinema yazarı Semra Doll'dan yine yeniden bomba gibi bir
blank

Top 10: Sinemanın Mimiksiz Aktörleri

Semra Uygun bu kez sinemanın en sabit suratlı aktörlerini listeliyor.