2020 ne bela bir yıldı. Evet, biliyorum, henüz nihayetlenmedi ama itiraf etmeliyim ki Aralık ayına girmek bile bir parça ferahlık yarattı. “Yeni yıl, yeni umutlar” kandırmacasına gönüllü olarak kanmayı planlıyorum bu yılbaşı, o derece bunalttı yani. Malumunuz, pandemi bu yılın istisnasız her alanına damgasını vurdu. Sinema sektörü de payına düşen darbeyi aldı elbette. Ülkemizdeki sinema salonları önce 17 Mart’ta kapandı, ardından 1 Temmuz’da açıldı ve son olarak 21 Kasım’da (“şimdilik” yılsonuna kadar geçerliliği olan bir kararla) tekrar kapandı. Sinemaların kapılarını “aç-kapa” yöntemiyle sadece kısıtlı bir süre açabilmiş olması, gösterime giren film sayısını da, bilet satışlarını da derinden etkiledi. Bu yıl film festivallerimizden çok azı fiziksel ortamlarda gerçekleşebildi, birçoğu malum nedenlerden dolayı çevrimiçi ortamları kullanmayı tercih etti. Gerçi söz konusu korku sineması olunca festivallerden yana çok fazla beklentimiz olmuyor ya, neyse. Sonuç olarak vizyon ve festival ayaklarından yana kurak geçen yıl boyunca korku sinemasının yeni üretimlerini takip etmek için en büyük kaynağımız, üye olduğumuz dijital platformlar oldu. 2020 yılının en iyi korku filmleri listemize geçtiğimizde; bu kadar olumsuzluğa rağmen 2020’nin korku sineması adına kötü bir yıl olduğunu söyleyebilmenin pek mümkün olmadığını görüyoruz. Şaşırtıcı ama bu yıl da hemen her alt türden ilgi çekici örneklerle karşılaşmışız. İzlediklerim arasından seçtiğim en iyi 20 korku filmini öne çıkardım ama yedek olarak aşağıya eklediğim filmlerden birçoğu da en az listedekiler kadar iyi.
Her yıl yaptığımız uyarıyı yine tekrarlayalım. Listedeki bazı filmlerin 2019 yapımı olmasına itiraz edenler olacaktır. Gereksiz bir açıklama olacak ama yine de söyleyelim; 2019 yapımı filmlerden bazıları, yılın son aylarında dağıtıma çıkar, kimisi gösterime girmeden önce festivalleri dolaştığından ülkemize daha geç gelir, kimisi de hiç uğramaz bile, dolayısıyla filmin bize ulaşması mecburen 2020 yılını bulur. Bir önceki yıl içerisinde değerlendiremediğimiz bu filmler, doğal olarak bu yıl içerisinde değerlendirilir.
Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca
La Llorona (2019)
“Geçmişte yaşanan geçmişte kalır” mı? La Llorona, 1960-1996 yılları arasında devam eden Guatemala İç Savaşı sırasında soykırım dâhil birçok insanlık suçu işlemiş (muhtemelen 1980’li yıllarda darbeyle yönetimi ele geçiren diktatör General Efrain Rios Montt’u temsil eden) General Enrique Monteverde’nin emekli olduktan sonra yargılandığı günlerde yaşadıklarını yerel bir hayalet öyküsüne yedirerek anlatmayı deniyor. Jayro Bustamante’nin yönettiği Guatemala yapımı film, bazı suçlar o denli ağırdır ki yeryüzündeki adalet sistemlerinden herhangi birindeki en ağır ceza bile yeterli gelmeyebilirin altını çiziyor. La Llorona, önümüzdeki Nisan ayında gerçekleşmesi planlanan 93. Akademi Ödülleri’nin (yeni adıyla) “en iyi uluslararası film” dalında Guatemala’nın adayı olarak seçildi. Bu arada filmi, ABD yapımı uyduruk ‘jump scare’ korku filmi The Curse of la Llorona (Michael Chaves, 2019) ile karıştırmamanız önemle rica olunur. Son bir not olarak yönetmenin ilk filmi Ixcanul’u (2015) da “mutlaka izlemelisiniz” şiddetinde tavsiye etmiş olayım, eğer hâlâ izlemediyseniz.
Sputnik (2020)
2000 sonrası Rus korku sineması, daha çok Amerikan muadillerine öykünen ve birçoğu basit taklitten öteye gidemeyen, zayıf örneklerle doludur. Sputnik için de Amerikan korkularına öykünüyor denebilir belki ama rakiplerinden çoğunu rahatlıkla tuş edebilecek güçte olduğunu da eklemek gerekir. Egor Abramenko’nun ilk uzun metraj filmi Sputnik, 1983 yılında, yani Soğuk Savaş’ın son döneminde geçiyor. Dünyaya dönen Sovyet uzay gemisindeki kozmonotlardan biri ölmüş, diğeri de hiçbir şey hatırlayamaz haldedir. Aykırı metotları nedeniyle dışlanan bir psikolog olan Tatyana, hayatta kalan kozmonotun tutulduğu askeri üsse davet edilir ve kozmonotla konuşarak başına gelenleri hatırlamasına yardımcı olması istenir. Ana yapısını The Quatermass Xperiment’ten (1955) ödünç alan film, Alien (1979), Starman (1984) ya da yakın dönemden Life (2017) gibi filmlerle de yakın ilişkiye geçiyor. İlk bölümünü tamamen belirsizliğin hâkim olduğu ağır ve tedirgin edici bir tempoya teslim eden film, yavaş yavaş olan biteni şekillendirip final bölümünde bütün kayışların koptuğu, görece biraz zayıf kalsa da idare eden CGI efektlerle bezeli, müthiş bir aksiyon fırtınası sunuyor. İlk bakışta tutarsızmış gibi duran bu tercih, başarıyla ete kemiğe büründürülmüş ana karakterlerin gelişimiyle paralel bir çizgide ilerleyerek bütün taşların yerli yerine oturmasını sağlıyor.
The Wretched (2019)
The Wretched, pandeminin en civcivli döneminde (1 Mayıs 2020’de) gösterime giren sayılı filmlerden biriydi ve kısıtlı sayıda açık olan arabalı (‘drive-in’) sinemalarda gösterildi. Hiç beklenmedik bir başarı yakalayarak üst üste tam beş hafta sonu birincisi olan film, yerel gişe hasılatında da milyon dolar sınırını fazlasıyla aştı. (Filmin gişe hasılatı, 1 milyon 814 bini yerel, 2 milyon 530 bini yurt dışı olmak üzere toplam 4 milyon 344 bin dolara ulaştı.) Yani The Wretched gibi düşük bütçeli bir korku filminin arabalı sinema performansı, salgın tehlikesi hâlâ bütün çıplaklığıyla devam ederken ayyuka çıkan “acaba seyirciler tekrar sinema salonlarına dönecek mi” sorusuna şık bir yanıt gibiydi. Listede yer almayı sadece bu yüzden bile hak eden filmin tek artısı bu değil elbette. Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki Pierce Biraderler imzalı The Wretched, gerçekten sağlam bir korku filmi. Invasion of the Body Snatchers’tan (1956) The Guardian’a (1990), Rear Window’dan (1954) Ju-on (2002) ya da Ringu’ya (1998) kadar birçok klasikten çeşitli referanslarla beslenen filmin karma yapısı, beklenenin aksine hiçbir şekilde sırıtmıyor.
The Lodge (2019)
İlk uzun metrajları Goodnight Mommy (2014) ile tüm dünyada ses getirerek sağlam bir başlangıç yapan Severin Fiala ve Veronika Franz’ın yeni filmleri merakla bekleniyordu. The Lodge, karlar içindeki ıssız bir kulübede geçiyor. Richard, evlenmeyi düşündüğü kız arkadaşı Grace ile eski karısından çocukları Aiden ve Mia’nın yakınlaşmasını istemektedir. Noel tatilini “aile” olmak için iyi bir fırsat olarak gören Richard, hayalindeki ailenin birbirlerine alışmakta güçlük çeken diğer bileşenlerini kulübeye bırakır ve işlerini halledip dönmek üzere iki günlüğüne yanlarından ayrılır. Grace, etraflarına koca bir duvar ören çocuklara ulaşabilmek için elinden geleni yaparken, bir yandan da karanlık geçmişindeki travmalarla baş etmeye çalışmaktadır. The Shining (1980) ile Hereditary’nin (2018) bileşimi gibi duran The Lodge, ıssızlığın ortasındaki karlarla kaplı mekânın ve sinir bozucu müziklerin yardımıyla tehlikenin kaynağı konusunda yaratmayı başardığı belirsizliği başrole yerleştiriyor. Verdiği ipuçlarıyla ortaya attığı yemleri birbirine karıştırarak sunmadaki maharetiyle de sürprizlerinin etkisini artırmayı beceriyor.
The Other Lamb (2019)
Malgorzata Szumowska’nın yönettiği The Other Lamb, İsa’ya benzerliğiyle dikkat çeken tarikat lideri Shepherd’ın (Çoban) etrafında toplanan ve tamamı kadın müritlerden müteşekkil, ufak bir tarikatı mercek altına alıyor. ‘Flock’ (sürü) olarak adlandırılan müritler, doğurganlığın (ya da tarikat lideriyle yatma zamanının) ön plana çıktığı bir ayrımla kırmızı giysiler giyen ‘wives’ (eşler) ve mavi giysiler giyen ‘sisters’ (kız kardeşler) olarak ikiye ayrılıyorlar. Film, yaşı gelmiş olmasına rağmen hâlâ adet görmediği için mavi giymeye devam eden Selah’nın gözünden anlatılıyor. Tarikat içindeki adlandırmalardan alenen görüldüğü gibi filmin bütün ana metaforları gün ışığı gibi orta yerde duruyor. Ancak bundan filmin basit bir toplum/din eleştirisi getiren hafif bir deneme olduğu anlaşılmasın. Bilinçli olarak bu şekilde konumlandırılan film, bırakın dış dünyayı, tarikat içindeki işleyişe bile tam manasıyla hâkim olmayan Selah’nın gözünden anlatıldığı için olabildiğince az göstererek anlatım yoluna gidiyor ve öyküsü içinde belli başlı gizemler yaratmayı becerebiliyor. The Other Lamb için yüzyıllardır hüküm sürmenin verdiği güçle zehirlenmiş erkek egemen anlayışın en büyük yardakçılarından biri olan tarikat (ya da daha geniş manada din) kurumunun yozlaşmış, bencil ve ikiyüzlü otoritesine başkaldıran yeni nesli temsil eden Selah’nın uyanış hikâyesi de denebilir.
Scream, Queen! My Nightmare on Elm Street (2019)
Evet, bu bir korku filmi değil, bir belgesel. Fakat seri içinde hâlâ tartışmalı bir yerde duran A Nightmare on Elm Street 2: Freddy’s Revenge (1985) filmi ve başrol oyuncusu Mark Patton’ın filmden sonra bir anda buharlaşan kariyeri hakkındaki bilinmeyen gerçekleri tüm çıplaklığıyla gün yüzüne çıkaran belgesel, içinde yaşadığımız hayatın korku filmlerinden çok daha korkutucu olduğu gerçeğini bir kez daha ispatlıyor.
The Hunt (2020)
The Hunt, aslında benzerleriyle daha önce çokça karşılaştığımız tipte bir korku filmi. Birbirini tanımayan bir düzine kadar insan, açık bir arazide uyanır. Hiçbiri oraya nasıl ve neden getirildiğini bilmemektedir. Çok geçmeden patlamaya başlayan silahlar, acımasız bir insan avının başladığını ilan eder. “İnsan avı” teması, The Most Dangerous Game’den (1932) bu yana korku sinemasının sıkça başvurduğu adreslerden biri oldu. Craig Zobel imzalı The Hunt da bu manada çok farklı bir film değil. Fakat ABD’deki -çok da yabancısı olmadığımız- siyasi kutuplaşmayı o kadar eğlenceli bir dille tiye alıyor ki takdir etmemek elde değil. Daha filmin ilk bölümünde karakterden karaktere sıçrayarak “başkahraman kim” sorusunun cevabını sürekli değiştirme yoluna giden senaryo numaralarıyla izleyeni defalarca tongaya düşürmesiyse tadından yenmiyor.
Color Out of Space (2019)
Eminim ki korkuseverler arasında yapılacak “en sevdiğiniz yazar” başlıklı ankete ait sonuçların önemli bir yüzdesini H.P. Lovecraft işgal edecektir. Bu değişmez olgu cepteyken sinemada bugüne kadar herkesi memnun eden bir Lovecraft uyarlaması görmek ise kısmet olmadı niyeyse. Öte yandan Hardware (1990) ve Dust Devil (1992) ile “önemli bir yönetmen geliyor” diye gürleyen ayak seslerini duyduğumuz Richard Stanley, çekimlerini yarım bırakmak zorunda kaldığı The Island of Dr. Moreau (1996) faciasından sonra (dâhil olduğu bir iki antolojiyi saymazsak) bir daha kamera arkasına geçememişti. Lovecraft ile Stanley isimlerinin yeni bir projede bir araya geldiğini duyduğumuzda doğal olarak meraklandık. Hele bir de başrolde Mandy (2018) ile harikalar yaratan Nicolas Cage’in yer alacağını öğrendiğimizde iyice heyecanlandık. Peki, ortaya nasıl bir iş çıkmış? Color Out of Space, öyle iki cümleyle özetlenebilecek bir film değil ama bugüne kadar izlediğimiz aslına en sadık Lovecraft uyarlaması olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Uzaydan gelen bir meteorun, şehirden kırsala taşınan Gardner ailesine ait çiftlik evinin bahçesine düşmesiyle birlikte mekânın ve karakterlerin (bilhassa Cage’in canlandırdığı Nathan’ın) dönüşümü, filmin renk paletinin ve müziklerinin dönüşümüyle beraber veriliyor ve her biri çılgınlığın kollarına atılıyor umarsızca. Ve izleyeni de içine alıp toplu bir delirmeye yelken açmaya çalışıyor. Öyküdeki nadir değişikliklerinden biri olan zamanın günümüze çekilmesiyse (başta iklim değişikliği olmak üzere) kimi çağdaş sorunların dile getirilmesine zemin hazırlıyor. Fuşyaya doymamızı sağlayan Color Out of Space, Lovecraft-Stanley-Cage üçlüsü bir araya geldiğinde ortaya ne çıkarın tam karşılığı. Bu üçlüden en az birini seven herkesin onaylayacağı, üçünü birden sevenlerinse bayılacağı bir deneyim.
The Lighthouse (2019)
İlk filmi The Witch (2015) ile kariyerine sağlam bir başlangıç yapan Robert Eggers, The Lighthouse ile ilk isabetin tesadüf olmadığını dosta düşmana ilan etmiş oldu. 1890’lı yıllarda geçen filmde; biri yaşlı ve tecrübeli, diğeri genç ve toy iki fener bekçisi, New England açıklarındaki ıssız bir adaya gelir. Nöbet süreleri boyunca adada bulunan gece fenerinin bakımıyla ilgilenirken birbirleriyle uğraşmayı da ihmal etmeyen ikili, dört hafta boyunca süren gelgitli ilişkileri nedeniyle artık kontrol etmekte güçlük çektikleri akıl sağlıklarını fora ederek deliliği olanca içtenlikle kucaklar. İnanılmaz aksan çalışmasıyla kendine hayran bırakan Willem Dafoe ile her geçen filmde daha da iyiye giden Robert Pattinson’ın karşılıklı döktürdüğü film, her bir karesine uzun uzun bakma isteği uyandıran, çoğu zaman büyüleyen, kimi zaman ürküten olağanüstü siyah beyaz görüntüleriyle mest ediyor.
Zombie for Sale (2019)
Hayat aksini kanıtlayarak devam etse de dünya üzerindeki her ülkede kendine özgü biçimlerde peyda olan mesnetsiz kötümser görüşlerin kolayca alıcı bulup hâkim kanaate dönüşmesi beni her zaman şaşırtmıştır. Tam zombi filmleri artık bitti, yapılacak her şey yapıldı derken ortaya çıkıp herkesi şaşırtan Train to Busan (2016), dünya çapında bir fenomene dönüşmekte gecikmemişti. Bu yılın zombi sürprizi ise yine bir Güney Kore yapımı olan Zombie for Sale idi. Evet, etkisi aynı ölçekte değil ama ölmekte olduğu söylenen alt türün ateşini diri tutacak kadar güçlü olduğunu söyleyebilirim. Güney Kore’nin gözlerden ırak küçük bir kasabasında yaşayan Park ailesi, neredeyse kimsenin uğramadığı bir benzin istasyonu işletmektedir. Aniden ortaya çıkan bir zombi, ailenin en yaşlı üyesini ısırır ve ailenin kaderi hiç umulmadık biçimde değişir. Lee Min-jae’nin yönettiği korku komedi, özellikle ilk bir saatlik kısımda art arda patlattığı bombalarla koltuktan düşüren kahkaha garantili anlar barındırıyor. Final bölümünde biraz fazla bilindik yollara sapıyor ve alt türe karşı fazlaca idmanlı olduğumuz için biraz burun kıvırttırıyor ama sonuç itibarıyla “dört dörtlük bir korku komedi izlemek isteyenler için iyi bir tercih” unvanı hiç ama hiç zarar görmüyor.
Harpoon (2019)
Üç yakın arkadaş, lüks bir yatla denize açılır ve çarşı pazar karışır. Harpoon, tam da özeti gibi basit bir film aslında. Rob Grant’in yönettiği film, yatın sahibi Richard ve sevgilisi Sasha ile her ikisinin de yakın arkadaşı Jonah arasındaki “hem severim hem döverim” tadındaki üç yönlü gergin ilişkiyi merkeze koyuyor. Karakterlerini “denizin ortasındaki yat” gibi kısıtlı bir mekâna hapsediyor ve dar alanın dezavantajlarını birbirinden yaratıcı çözümlerle alt edip dengelerin devamlı değiştiği gerilimi, işin içine kara mizah da ilave ederek her daim ayakta tutmayı başarıyor. Bol kara mizah soslu Knife in the Water (1962).
Snatchers (2019)
Stephen Cedars ve Benji Kleiman’ın 6 dakikalık kısa filmi Snatchers (2015) ve hemen arkasından çektikleri 8 bölümlük web dizisi Snatchers (2017) çok sevilmişti. İkili, ilk uzun metraj denemelerinde kısanın uzatılmış versiyonu olan web dizisinden kimi sahneleri olduğu gibi alıp üzerine ek sahneler çekmeyi tercih etmişler, bence iyi de yapmışlar. Snatchers, bir genç kızın ilk cinsel tecrübesinin hamilelik kâbusuyla sonuçlanmasını komedi kalıpları içerisinde aktarırken uzaylı yaratık temasına da bulaşan, çok eğlenceli bir korku komedi. Sam Raimi veya Peter Jackson’ın ilk dönemiyle Stuart Gordon filmlerinin tadını bulacağınız Snatchers için rahatlıkla Larry Cohen harikası It’s Alive’ın (1974) iyi bir gençlik komedi ile harmanlanmış hali denebilir.
122 (2019)
Son yıllarda Ortadoğu’daki Arap ülkelerinden birbirinden ilginç tür filmleri gelmeye başladı. Yasir Al-Yasiri’nin yönettiği Mısır yapımı 122 de onlardan biri. 122 ne ola ki derseniz, Mısır’da acil yardım çağrısında bulunmak için aranan acil çağrı merkezinin telefon numarası. (Hani şu Türkiye’deki karşılığı 112, ABD’deki 911 olan numara.) Nasr ve Umnia, birbirlerine âşık ama düğün için yeterli parayı biriktiremediklerinden bir türlü evlenemeyen bir çifttir. Yasadışı geçmişine sünger çeken Nasr, düğün parası uğruna son bir uyuşturucu nakliyatına razı gelir. Umnia da gelmek için ısrar eder ve beraber yola çıkarlar. Yolda bir otobüsle çarpışıp kaza yaparlar. Hastanede gözlerini açan Nasr’a, Umnia’nın öldüğü söylenir ama işler hiç de göründüğü gibi değildir. Batı’ya ait bilindik tür sineması kalıplarını harfiyen uygulayan film, araya birkaç yerel detay sıkıştırarak belli oranda özgün olma gayretine giriyor ama vasatı pek aşamıyor. Yine de sadece Mısır sineması düşünüldüğünde teknik üstünlükleriyle öne çıkan bir tür denemesi olduğu aşikâr. Evet, 122 öyle ahım şahım bir film değil, hatta listedeki en zayıf halka olduğu bile söylenebilir. Fakat listeye alma sebebim, başta da söylediğim gibi Ortadoğu’daki tür sineması hareketlenmesine dikkat çekmek.
The Rental (2020)
Oyuncu Dave Franco da ağabeyi James gibi kamera arkasına geçmeye karar verdi ve ortaya (ne yalan söyleyeyim) hiç beklemediğimiz kalitede bir korku filmi çıktı. İki çift, hafta sonu kaçamağı için internet üzerinden bir villa kiralar. Anahtarı teslim aldıkları ev sahibinin ırkçılığa da kayan konuşması, dörtlüyü rahatsız eder ama villa o kadar güzeldir ki görmezden gelmeyi tercih ederler. Dört eski arkadaşın sırlar üzerine kurulu ilişkilerinin açıklığa kavuştukça gerginleşmesine, ev sahibinin kendilerini gizlice gözetlediği şüphesi de eklenince, eğlenceli geçmesi planlanan hafta sonu tatili cehenneme döner. Senaristlerden Joe Swanberg’in etkisinin gözlendiği diyalog ağırlıklı “geveze mumblegore” gibi başlayan The Rental, final bölümünde hiç beklenmedik bir anda vites değiştiriyor ve şaşırtıcı biçimde ‘slasher’ sularına dalıyor. Çizgi üstü oyunculukları, finale kadar dimdik ayakta kalan gizemi ve dinamik kurgusuyla en iyi ‘mumblegore’lardan biri olarak anılmayı hak ediyor.
Z (2019)
İlk uzun metrajı Still/Born (2017) ile hiç de fena olmayan bir kariyer başlangıcı yapan Brandon Christensen, yeni korku filmiyle de ses getirmeyi başardı. Sekiz yaşındaki Joshua, Z adındaki hayali arkadaşıyla olağandan fazla vakit geçirmeye başlayınca hem evde hem de okulda çeşitli sorunlar baş gösterir. İlk başlarda doktor tavsiyesiyle hayali arkadaşa müsamaha gösteren anne ve baba, sorunların boyutu büyümeye başlayınca daha kati önlemler almaya karar verir. Şunu net olarak söyleyelim; Z, ‘jump scare’ mevzusunda oldukça maharetli bir film. Tipik bir “şeytani çocuk” filmi gibi başlıyor ama önceden tahmin etmenin mümkün olmadığı şaşırtıcı sürprizlerle izleyeni hazırlıksız avlamaya çalışıyor ve emin olun bunu fazlasıyla başarıyor.
Host (2020)
Pandemi nedeniyle eve kapanan altı arkadaş Zoom üzerinden bir araya gelir ve bir medyumun da çevrimiçi katılımıyla ruh çağırma seansı düzenler. Tabii ki işler ters gider. Buluntu film (‘found footage’) formatında çekilen Host’un büyükçe bir kısmı, evlerimize hapsolduğumuz şu günlerde evden çalışanların en çok kullandığı iletişim aracı olan Zoom’un arayüzü aracılığıyla aktarılıyor. Ayrıca (tabii ki yanlarına aldıkları telefonun kamerası aracılığıyla gördüğümüz) dışarı çıkmak zorunda kalanların maske takmayı ihmal etmemeleri ya da tehlikede olan arkadaşının yaşadığını gören karakterin sevincini sarılmak yerine dirsek selamıyla göstermesi, “yeni normal” günlerine ait ayrıntılar olarak göze çarpıyor. Rob Savage’ın yönettiği Host, korona günlerinde geçen bir öyküyü virüsü başrole koymadan anlatması nedeniyle önemli bir konuma yerleşiyor. Zaten film de oyuncularla teknik ekip bir araya gelmeden, herkes evlerindeyken çekilmiş. Peki ya film mi nasıl? Biraz Unfriended’e (2014) benziyor ama yine de hiç fena değil.
Impetigore (2019)
İlk filminden itibaren severek takip ettiğimiz Endonezyalı sinemacı Joko Anwar, ülkesinin tarihini, kültürünü ve geleneklerini farklı türlerdeki filmlere yedirerek anlatmayı sürdürüyor. Yine 2019’da yerel bir çizgi romandan uyarladığı Gundala ile tatmin edici bir süper kahraman filmi bile çekti. Impetigore ise Anwar’ın yeni korku filmi. Büyük şehrin karmaşası içinde geçim sıkıntısıyla boğuşan Maya, hiç tanımadığı bir adamın kendisine saldırması sonrası yakın arkadaşı Dini ile beraber gerçek ailesinin kim olduğunu araştırmaya başlar. Küçük bir köy olan Harjosari’ye giden iki arkadaş, köy halkı tarafından pek hoş karşılanmaz. Impetigore, bizim kültürümüzde de Karagöz, Hacivat gibi ölümsüz karakterlerle önemli bir yer edinen gölge oyununu başköşeye yerleştirmesiyle dikkat çekiyor. The Wicker Man (1973) ile benzer bir yapı üzerine kurulu Impetigore, hayaletler, kara büyü ve lanet gibi temaların ön plana çıktığı, yavaş ilerleyen ama gerektiğinde aşırı kanlı sahnelere de yer veren etkili bir korku filmi.
Possessor (2020)
Hemen herkesin David Cronenberg’in oğlunun ilk filmi diye telaffuz ettiği Antiviral (2012) ile rüştünü ispat eden Brandon Cronenberg, muhtemeldir ki Possessor sonrası artık sadece kendi ismiyle anılacak. Gizli bir örgüt için çalışan bir ajanın peşine düşen film, aynı Antiviral gibi hem içerik hem de biçim bakımından iddialı bir iş. eXistenZ (1999) ve Inception (2010) gibi filmlerin izinden giden film, beden ve zihin arasındaki ilişkiyi ekstrem uçlarda kurcalıyor. Bu zorlu projenin de üstesinden gelen Cronenberg’in çıtayı bundan sonra nereye koyacağını merak etmemek imkânsız. Başrollerdeki Andrea Riseborough ile Christopher Abbott’ın performansları da takdire şayan.
I See You (2019)
Ortadan kaybolan 10 yaşındaki bir çocuğun dosyasını soruşturan dedektif Greg’in evinde kimi doğaüstü olaylar gerçekleşmektedir. Greg davayı araştırırken, karısı Jackie ve oğlu Connor da evdeki gizemli olayların ardındaki sır perdesini aralamaya çalışır. Açık kapı bırakmayan senaryosuyla dikkat çeken I See You, bulmaca seven izleyicileri mest edecek bomba sürprizleriyle öne çıkıyor. Aile draması, polisiye, hayalet filmi, gerilim ve ev istilası gibi birbirinden farklı türler arasında geziniyor ve bu atlamaları senaryosundaki sürprizli dönüşümler için geçiş noktası olarak kullanıyor. Benzer bir biçimsel denemeyi Netflix filmi Eli’da (2019) da görmüştük ama orada biraz fazla uçmuşlardı, bu filmin ayakları yere daha sağlam basıyor.
Bina (2019)
Orçun Behram’ın yazıp yönettiği Bina, bu yılın en güzel sürprizlerinden biri oldu. “Bir olma” iddiasındaki hükümetin tek elden düzeni sağlamak maksadıyla aldığı karar ile ülkedeki bütün evlerin çatılarına yeni çanak antenlerin takılmasına başlanır. Bu sayede hükümet bildirileri, bütün evlere anında ulaşacaktır. Mehmet’in apartman görevlisi olarak çalıştığı binaya da anten takılır. Hemen akabinde apartman sakinlerini huzursuz eden birtakım gariplikler yaşanmaya başlar. Bina, otorite ile kitle iletişim araçları arasındaki ilişkiye yoğunlaşıyor. Otoritenin, elindeki gücün sürekliliğini sağlamak ya da etki alanını genişletmek için başvurduğu kaynakların başında kitle iletişim araçlarının geldiğine vurgu yapan film, bu ilişkinin zehirlenmesi sonucu yaşanan toplumsal değişimleri resmediyor. Tekinsiz bir atmosfer yaratma açısından yetkin bir deneme olan Bina, çoğu birbirini tekrar eden cin filmleri kâbusuna saplanıp kalmış korku sinemamız için umut verici çalışmalardan biri olarak dikkat çekiyor.
Listede kendine yer bulamayan ancak adını anmamız gereken diğer korku filmleri ise şöyle:
- 0.0 Mhz (2019)
- 1BR (2019)
- A Night of Horror: Nightmare Radio (2019)
- A Serial Killer’s Guide to Life (2019)
- Blood Vessel (2019)
- Come to Daddy (2019)
- Eat Brains Love (2019)
- Extra Ordinary (2019)
- Get Duked! (2019)
- Homewrecker (2019)
- In Search of Darkness (2019)
- Metamorphosis (2019)
- Rabid (2019)
- Random Acts of Violence (2019)
- Sator (2019)
- Sea Fever (2019)
- Swallow (2019)
- The Beach House (2019)
- The Cleansing Hour (2019)
- The Deeper You Dig (2019)
- The Mortuary Collection (2019)
- The Room (2019)
- The Vigil (2019)
- True Fiction (2019)
- VFW (2019)
- Vivarium (2019)
- We Summon the Darkness (2019)
- Yummy (2019)
- 12 Hour Shift (2020)
- Amulet (2020)
- Antebellum (2020)
- Anything for Jackson (2020)
- Bad Hair (2020)
- Becky (2020)
- Ghost Stories (2020)
- Gretel & Hansel (2020)
- It Cuts Deep (2020)
- Nobody Sleeps in the Woods Tonight (2020)
- Relic (2020)
- Rent-A-Pal (2020)
- Run (2020)
- Scare Me (2020)
- She Dies Tomorrow (2020)
- The Dark and the Wicked (2020)
- The Invisible Man (2020)
- The Owners (2020)
- The Wolf of Snow Hollow (2020)
Güzel bir liste olmuş. Murat Kızılca abiye teşekkür ederim.
Her yıl olduğu gibi yine harika bir liste. Teşekkürler.
I see you ve hunt korku değil aksine gerilim filmi.
Not: i see you sağlam geriyor bi tık daha iyi hunt dan.