“Geleceğe ya da geçmişe, düşüncelerin özgür olduğu, insanların birbirinden farklı olduğu ama yalnız yaşamadığı bir zamana, gerçeğin var olduğu ve yapılmış bir şeyin yok edilemeyeceği bir zamana: Tekdüzelik çağından, yalnızlık çağından, Büyük Birader çağından, çiftdüşün çağından selamlar!”
Öteki Sinema için yazan: Başak Bıçak
Günlüğüne bu cümleleri yazan birinin, sadece günlük tuttuğu için ben artık ölü bir adamım dediğini düşünün… Düşünce suçunun ölüm tehlikesi yaratmadığı, aksine ölümün ta kendisi olduğu bir dünya tasavvur edin… İnsanların 7/24 kameralar tarafından izlendiği, seslerinin kaydedildiği, en ufak bir muhalefetin bile cezalandırıldığı, halk sefaletten kıvranırken her şeyin çok güzel, adeta bir refah dönemi yaşanıyormuş gibi gösterildiği, savaşın barış, özgürlüğün kölelik, cehaletin kuvvet olduğu bir ülke hayal edin…
Durun bir dakika! Bu cümleler zaten size bir yerlerden tanıdık geliyor değil mi? Her yanımızın mobeselerle çevrildiği, telefonlarımızın dinlendiği, her yazdığımızın hatta sosyal medyadaki paylaşımlarımızın bile suç unsuru haline getirildiği, Başbakan’ın ben bile dinleniyorum dediği ama gazetecileri, yazarları ve kendisine muhalif her türlü oluşumu yok ettiği bir ülkede yaşarken İngiliz yazarı George Orwell’ın 1949’da yayımladığı distopik romanına çok da uzak değiliz sanırım; ne dersiniz? Medyanın tümden ele geçirildiği ve cehaletin bir mutluluk, bir güç haline dönüştürüldüğü ülkemizde kitaplar, diziler, filmler sakıncalı bulundukça, şehirler yavaş yavaş “kurtarılmış bölge” haline getirildikçe ve iktidar partisinin sahip olduğu zihniyet bize dayatılmaya başlandıkça romanla aramızda benzerlikler kurmak çok da zor değil aslında.
Yayımlandığı tarihten itibaren hemen her dönemde güncelliğini korumayı başarmış olan 1984 romanının sadece ülkemizde değil, dünyanın pek çok yerinde otoriter rejimlerle arasında bağlar kuruldu. Yevgeni Zamyatin’in Biz’i ve Aldoux Huxley’nin Cesur Yeni Dünya gibi önemli kara ütopyalardan biri olan 1984, iki büyük dünya savaşı sonrası George Orwell’ın yaşadığı umutsuzluğun en büyük göstergelerinden biridir. Gönüllü olarak İspanyol İç Savaşı’na katılan ve orada Stalinistlerin, Troçkistlere yaptıklarını gördükten sonra SSCB’ye olan inancını yitiren Orwell’ın romanın ismiyle, Sovyetlerin dünyanın birçok ülkesinde güç kazandığı 1948 yılına atıf yaptığı ve Büyük Birader’in Stalin, Goldstein’in de Troçki olduğu öne sürülmektedir. Yayımlanmasından bir yıl sonra hayatını kaybeden Orwell’ın bu başyapıtı, özellikle 11 Eylül’den sonra ABD’de ülkeyi koruma amaçlı alınan tedbirler ve son dönemlerde, bundan on sene sonra otuz bin insansız hava aracının sokakları denetleyeceği haberleriyle popülerliğini arttırdı. Bunun bir getirisi olarak da, 1956’da 1984 ismiyle ve 1984 yılında da Nineteen Eighty Four olarak sinemaya uyarlanmış eserin bir kez daha beyazperdeye aktarılacağını öğrendik. Önceki uyarlamaların romanın hayran kitlesini pek de tatmin etmeyen yapımlar olması sebebiyle bu haberin yüreklere su serptiğini söylemek çok yanlış olmaz.
Il Postino, The Merchant of Venice gibi filmleriyle tanıdığımız Robert Radford’un tam da romanın anlatıldığı 1984 yılının bahar-yaz aylarında çektiği Nineteen Eighty Four, romanın önceki uyarlamasına göre teknolojik gelişmeler sebebiyle, tahmin edileceği üzere çok daha iyi bir film. Genel atmosferi ve olayların geçtiği mekânları, romanı okurken zihnimizde yarattığımız dünyaya çok benzer bir biçimde yansıtıyor. Filmin söz konusu başarısında oyuncu seçiminin de payı büyük. Özellikle başkarakter Winston Smith rolündeki John Hurt’ün zayıf yapısı romanda tasvir edilen haliyle birebir örtüşmesi inandırıcılığı arttıran faktörlerden. Keza, O’Brien rolündeki Richard Burton’ın da karakter açısından doğru bir tercih olduğunu söyleyebilirim, nitekim usta oyuncu performansıyla bunu kanıtlıyor. Romanın, 1956 uyarlamasının ise oyuncular konusunda çok sıkıntılı olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Filmde, Winston karakterini canlandıran Edmond O’Brien romanın aksine oldukça toplu bir yapıya sahip. Benzer bir biçimde, sevgilisi rolündeki Jan Sterling’in de siyah saçlı değil, sarışın olması en çok göze batan unsurlar arasında yer alıyor. Tüm bunlara rağmen 1956 uyarlamasının bazı noktalarda, 1984 yılındaki filme göre romana daha sadık kaldığını söylemekte fayda var.
Nineteen Eighty Four’a geri dönersek; “Geçmişi kontrol eden, geleceği de kontrol eder; bugünü kontrol eden dünü kontrol eder.” sloganıyla açılan film, dev bir ekranı izleyen büyük bir kalabalığın olduğu sahneyle başlıyor. Dünyanın üç büyük gücünden biri olan Okyanusya’nın, hâkim partisi İngsos’un (İngiliz Sosyalizmi) bayrağını gördüğümüz ekrana kilitlenmiş gözlerle bakan büyük bir topluluğun İki Dakikalık Nefret süreci betimleniyor bu sahnede. Önce ülkenin refahından, bolluk ve bereketinden, çalışan insanlarından söz ediliyor. Fakat sonrasında Goldstein denilen ve bahsedilen güzellikleri yok edeceğine inanılan bir adamın ekrana çıkmasıyla nefret doruğa ulaşıyor. Büyük Birader’in ve dolayısıyla ülkenin düşmanı olan Goldstein’e duyulan öfkeyi insanlar sözleriyle dile getiriyorlar ve adeta kinlerini kusuyorlar. Bu nefret dakikaları devam ederken ekranda beliren Büyük Birader ve onun bakışları insanların bir süre sonra sakinleşmesine ve bileklerini yukarıda birleştirip hep bir ağızdan Büyük! Büyük! diye haykırmalarına neden oluyor. Başından sonuna kadar, insanların nasıl kin ve öfkeyle doldurulabileceğinin, nasıl birer robot haline dönüştürülebileceğinin etkileyici bir kanıtı olan bu sekans aynı zamanda, ideolojilerin insanoğlu üzerindeki etkisininde muazzam bir örneği…
Filmin devamındaki sahnelerde mekânlar romanda tasvir edilen haliyle ekrana yansıtılıyor ve replikler de neredeyse birebir örtüşüyor. Ancak romandan bağımsız hareket ettiği yerler ve ayrıntıların havada bırakıldığı noktalar romanı okumayanların, filme uzak kalmasına sebep olabilir. 1984 gibi bir romanı ve George Orwell gibi bir yazarın üslubunu elbette sinemaya aktarmak zordur fakat yine de romanın akıcılığını filmde bulamamak büyük bir hayal kırıklığına neden oluyor. Daha önce de belirttiğim gibi romanın genel atmosferi, çok güzel bir biçimde aktarılsa da filmin sürükleyicilikten yoksun olduğunu ve hatta yer yer sıkıcı olduğunu söyleyebilirim.
Yan karakterlerin gerektiği kadar üzerinde durulmadığı Nineteen Eighty Four’da (özellikle Syme’ın olduğu kısımlar çok havada bırakılmış), Winston’ın iç sesine de yeterince yer verilmemesi filmde yapılan en ciddi hataların başında geliyor. Çünkü romanda Winston’dan öğrendiğimiz birçok bilgiyi filmde edinemiyoruz ve bu da seyircinin konunun özünden uzak kalmasına neden oluyor. Düşünce suçu işleyen insanların buharlaştırılması ve geçmişten dahi silinmesi değinilmeyen noktalardan biri olurken; Sevgi Bakanlığı, Bolluk Bakanlığı gibi bakanlıkların detaylarına ve özellikle Sevgi Bakanlığının işlevine neredeyse hiç değinilmiyor. Sevgilisi Julia ile ilk buluşmalarına kadar ki olaylarda zamanı kısaltmak adına değişiklikler yapıldığı gibi, sonraki buluşmalarda da aralarındaki konuşmalara çok az yer veriliyor ki romanın büyük kısmını bu ikilinin sohbetleri kapsıyor. Ayrıca O’Brien’ın yanına gittiği sahnede Winston tek başına görülüyor fakat romanda Julia ile birlikte gidiyorlar. Winston ile Julia’nın yakalandıkları kısımda da çıplak değil giyinik olmaları gerek, ancak bunun sahnenin etkileyiciliğini arttırmak adına yapıldığını düşünüyorum.
Zinanın bir suç olduğu ve Julia’nın beline taktığı kırmızı kuşağın anlamı da bahsedilmeyen önemli detaylar arasında yer alırken, filmin giriş kısmı dışındaki tek iyi yanı Richard Burton’ın bulunduğu işkence sahnelerinin olduğu bölümlerdi. Bu sekanslarda John Hurt’ün ve Richard Burton’ın oyunculuklarının çok iyi olması, yine de Nineteen Eighty Four’u kurtarmaya yetmiyor.
Sosyalizmi yerdiği için kapitalist yanlısı diye eleştirilen ancak gerçekte her iki tarafa da yakın durmayan 1984’ün filmi, her anlamda romanın yanına dahi yaklaşamayan bir yapım. Buna rağmen döneminde oldukça önemsenen filmin Bafta adaylığı ve Evening Standart British Film Awards’dan En İyi Film, En İyi Aktör kategorilerinde ödülleri bulunuyor. Ayrıca Fantasporto ile Valladolid festivallerinden ödülle ayrılan Nineteen Eighty Four, İstanbul Uluslararası Film Festivali’nin de ilk Altın Lale’sini kazanan film olma özelliğini taşıyor.
1984, iki dünya savaşı ertesi dönemde totaliter rejimlerin yükselişini ve iktidarların insan hayatını nasıl kontrol altına aldıklarının muhteşem bir eleştirisi, bir başyapıttır. Bugün bile güncelliğini koruyan bu kara ütopya romanını hala okumadıysanız çok şey kaçırdığınızı söyleyebilirim ancak filmi için en fazla, romanı okumadan izlememenizi önerebilirim. Böylesine önemli bir eserin filminin, romanın gölgesinde kalması kaçınılmaz olsa da yeni film sayesinde hala umudumuz var…
Son olarak eklemek gerekirse, 1984 gibi eserlerle bize sürekli hatırlatılan ama bizim tekrar tekrar unuttuğumuz çok önemli bir şey var: Özgürlük.
Özgürlüklerinize sahip çıkın! “Özgürlük iki kere ikinin dört ettiğini söyleyebilmektir. Eğer buna izin verilirse, gerisi kendiliğinden gelir.”
Fakat dikkat edin! Büyük Birader’in Gözü Sizde!
Ellerine sağlık Başak. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört benim en sevdiğim kitap. Hatta okuduğum en iyi kitap bile diyebiliyorum rahatlıkla. Senin de belirttiğin gibi sadece sosyalizmi eleştirmiyor, bence tüm sistemleri yargılıyor. Özellikle şu an içinde bulunduğumuz siyasi yapıya baktığımızda sadece sosyalizmi eleştirdiği söylenemez. Kitapta beni en çok etkileyen cümleyle bitirmen de beni ayrıca etkiledi. İki kere ikinin dört ettiğini söyleyebilmektir özgürlük. Filmin kitabın gölgesinde kaldığı ise çok doğru. Tekrar ellerine sağlık.
Teşekkür ederim Ahmet, 1984 benim de en sevdiğim kitaplardandır. Bilhassa son dönemlerde epey adından söz ettirir oldu, hazır yönetim şartları da uygunken yazayım dedim ben de:) Umarım yeni film daha iyi olur da 1984’ün hakkı verilir…