Mutlaka bir belgeselde izlemişsinizdir. Afrika’da çölün ortasında bir gölet var. İçinde yaşam barındıran, çevresindeki tüm canlılara su sağlayan bir kaynak. Ancak kuraklık başladığında, gölet yavaş yavaş çekiliyor. Temiz su arayan hayvanlar başka yerlere göç ederken, çaresiz kalanlar çamurun içinde debeleniyor ve sonunda gölet tamamen kuruyunca balıklar da boğuluyor. Bu yıkıcı döngü, çevredeki ekosistemi altüst ediyor. Memleketin sinemasını da bu gölete benzetiyorum. Kuruyor ve bu kuraklık giderek hızlanıyor.
Afrika’daki o göletin hikayesi ne kadar tanıdık değil mi? Türk sinemasının hali de öyle. Gişe komedisi adı altında sunulan paçavralar, tıpkı kuruyan göletteki çamur gibi. Ülkemizdeki sinema sektörü de bu kuraklık içinde debeleniyor. Adı “gişe komedisi” olan filmler komedinin yüz karası. Ne oyunculuk var ne de prodüksiyon kalitesi. Bunları çekenler basit bir hikayeyi bile anlatmaktan acizler. Aslında afişlerine bakmak bile ne kadar berbat olduklarını anlamaya yetiyor.
Bu filmlerin ortak özelliği, belli başlı oyuncu kadrolarına sahip olmaları. Mesela bu yılın “kötü film yıldızı” Aslı Bekiroğlu. Rol seçimleri giderek özensizleşiyor. Box Office Türkiye verilerine göre bu yıl şimdiye kadar oynadığı üç film gösterildi ve üçü de birbirinden özensiz, sıkıcı işler. Eylül ayında bir filmde daha karşımıza çıkacak! Sinemalarda gösterilmeden doğrudan ev sinemasına çıkarılan filmler için kullanılan “DTV” kavramı bizde yok ki! Bütün bu berbat filmler salonları işgal ediyor. Aslına bakarsanız aynı oyuncuya Tod TV, TV+ kütüphanesinde de rastlıyorum. O filmlerden birini izleyeyim dedim, 20 dakika zor dayandım.
Bir de sevdiğim bir tiyatrocu abi var, sanatına ve yeteneğine hürmeten ismini yazmıyorum ama o da “bu filmden uzak dur” dedektörü olarak çalışmaya başladı. Eskiden Sinan Bengier bir dönem böyle seri kötü filmler çekti, halbuki çok yeteneklidir. Bu arada ben bir “kötü film” düşkünüyüm, Zampara Seyfettin’e bayılırım mesela ama o bile bunların yanında başyapıt. En azından ilgi çekici bir olay örgüsü var, bu filmlerde yalandan bir aşk hikayesi, arkada bir ebeveyn çatışması, bir mafya kovalamacası… Başka bir şey yok!
İşin başka bir tarafı daha var. Bakın Temmuz ayı geldi ama hala haftada 10 film vizyona giriyor! Çoğunu bin kişi bile izlemiyor. 2024 yılında 3 milyon seyircili tek bir film yok! Ortalık toz duman, vizyon film kaynıyor ama giden yok. Çünkü çoğu çer-çöp. Türkiye’nin gişe sineması budur.
Festival tarafı ayrı bir şenlik! Bakın, aynı cümlede hem “festival” hem de “şenlik” dedim ama ortada kocaman bir esnemeden başka bir şey yok. Her yıl onca festivalde gösterilen-yarıştırılan onlarca filmi, birkaçının iyi çıkacağı umuduyla izliyoruz ve bazen o bile olmuyor! Kurak Günler, Karanlık Gece… Tam da film festivallerimizin haline yakışır isimler. Ha bir de bu festivallerin hepsi uluslararası ama o ilin dışına çıktığımızda hatırlayan yok. Bakın, tekrar yazıyorum; Türkiye’deki film festivallerini bu filmlerde yarışanlar bile umursamıyor. Türkiye’nin film festivalleri de bu halde.
Hal böyleyken sinema yazarlığının beslenebileceği alanlar da azalıyor. Bu işin bir ekonomisi zaten yok. Evini sinema yazarlığından kazandığıyla geçindiren kaç kişi var? Sinema yazarlarının derneği SİYAD, üyelerinin film eleştirisi yazarak para kazanabilmesi için ne yapıyor? Bana sorarsanız SİYAD’ın sektöre bir katkısı kalmadı, üyelerini umursadığı da söylenemez. Tepedeki birkaç tuzu kuru isim köşeleri tutmuş, film festivallerinde danışmanlık kovalıyor. Diğerleri de para kazanabilmek için bağlı oldukları Fipresci tüzüğüne tamamen aykırı işler yapıyor. SİYAD’ın içi yönetmen, senarist, festivalci ve film PR’cısı dolu artık. Hiçbirini de suçlamıyorum, insanlar geçinmek zorunda. Keşke bu filmler hakkında yazarak olsa ama derneğin bu konuya hiçbir zaman kafa yormuyor olması üyeleri açısından can sıkıcı.
Bir zamanlar koşa koşa gittiğimiz basın gösterimleri bile artık heyecanını kaybetmiş durumda. Eskiden bir basın gösteriminde salon dolup taşarken şimdi neredeyse bomboş. Gösterimlere katılan az sayıdaki kişi de film hakkında pek bir şey yazmıyor. Sinema eleştirisi yazmanın ekonomik getirisi olmayınca yazarlar da motivasyonlarını kaybetti. İnternet sinema sitelerinin yükselişine hepimiz şahit olduk. Kaç internet sitesi yayına devam edebiliyor diye baktım, kapananların çokluğuna üzüldüm. Bakınız, Sinematopya, Arka Pencere, Ekşi Sinema, Filmloverss, Korku Filmi, İyi Kötü Filmler… Geride sadece birkaç site kalmış. Onlar da sık güncellenmiyor. Öteki Sinema ile aynı dönemde yayına başlayan Ters Ninja ve Sadibey’in hala devam ediyor olması teselli kaynağı.
Tamam, bu sefer bir şeyler düzgün gidecek diyerek bel bağladığımız dijital platformlar da başka bir alem, orada da adam kayırmacılığın suyu çıkmış durumda. Aynı yapımcının aynı oyuncularla çektiği kesilip biçilmiş formül işleri koyup duruyorlar. Instagram takipçisi milyon milyon oyuncularla çektiğimiz Peynir Ağacı yakında Netflix’te… Köfteci dükkanı gibi, hep aynı menü, köfte-piyaz. Bitti! Yine de yiğidi öldürüp hakkını yemeyeyim; bazı platform işlerini ilgiyle takip ettim. Gibi, Dengeler, Prens, Alper Çağlar’ın yönetmeni, yapımcısı ve senaristi olduğu Göktürk Üçlemesi’nin ilk filmi olan ve yakında izleyeceğimiz İlk Göktürk.
Geçtiğimiz Mayıs ayında, ülkedeki 22 yıllık iktidar değişince kültür-sanat alanında bir patlama yaşayacağımızı düşünüyordum, olmadı ama muhalefette olan ya da yeni geçen belediyelere bakarak gördüğüm; aynı şeyin laciverti. Yine aynı isimler hep aynı yerde. Altın Portakal o kabilecilik ilişkileri yüzünden ne hale geldi. Direktör ve onun kıymetlilerinden oluşan bir festival! Bir tane yönetmen kızcağıza akçe sağlamak için üç yıl boyunca kırk numara çevirdiler. Ödül verdiler, ertesi yıl atölye yaptırdılar, sonra jüriye soktular. Altın Portakal bu kızın festivali oldu neredeyse… Bir de iş bilmezler, festivali yapılamaz hale getirip kaçtılar. Bu yıl ne olacak bakalım? Öte tarafta senaryosuna bütçe arayan onlarca genç yetenek, kim bilir kimler çok güzel filmler çekecekken yok oldu gitti. Yaratmak-üretmek isteyenlere geçit yok!
İçinizi daha fazla karartmak istemiyorum. Aslında şunu söylemek istiyordum; ortada iyi filmler, yetenekli sinemacılar, önemli sinema organizasyonları olmayınca çevresinde dönüp durmanın da keyfi yok. Lütfen bu yazıyı affedin. Yıllar önce ben yine kızgınlıkla böyle yazılar yazardım, sonra yaşlandım, sakinleştim, evcilleştim. Şimdi aynı yazıyı yılgınlıkla yazıyorum. Sinirli falan değilim, Kuşadası Davutlar sahilinde, gözleme yiyip çay içerken bunları düşünüyorum. Üzüldüğüm şey; 15 yıl önce yazdıklarımdan kimse bir şey anlamamış. Doğrusunu yazanı, söyleyeni hemen meczuplaştırırlar çünkü herkes gemisini yürütmenin peşinde. Benim de artık bir şeylerin düzelebileceğine dair umudum yok. Bu ülke, bu sinema… Zor, çok zor!
Öteki Sinema için yazan: Murat Tolga Şen
Tolga Bey merhaba. Ben Kocaeli Film Festival Direktörü Azer Şelte. Yazınıza istinaden bir teşekkür mesajı atmak istedim. Tiyatro mezunu biri olarak 3 yıldır bir festivali oturtmaya çalışıyorum fakat gördüklerim, öğrendiklerim beni çok şaşırttı. İnanım bürokrasinin negatif etkisi hep tartışılırken hiçbir sanatçı kendine dönmemiş. Festivalleri bitiren, yok eden, sanatçılarımızın festivalleri turistik bir gezi olarak algılaması. Öğrenmeye çok kapalı olmaları, kibirleri vs. Sanat yazarlarının ise kendi pr’ları ya da iş ilişkileri karşılığında destek olmaları. Ben bu rezil mafyalaşmış ağdan tiksindim. Yazdıklarınız kıymetliydi. Benim çok yerde değiştirmeye çalıştığım hususlar. Sektörden dışlama refleksleri çok yüksek olduğundan, bu tarz cümlelerimizi hemen kamufle etmeye çalışıyorlar fakat gerçek bu ne yazık ki. Gidişattan çok ümitsizim ve daha önemlisi tiksinmiş durumdayım. Kolaylıklar dilerim. Mailim azerselte@gmail.com
Bir sinema sever olarak yazınızı çok takdir ettim, doğruları anlatmışsınız. Bunun da eminim herkes farkındadır. Son cümlenizde dediğiniz gibi şu anda umut yok gibi görünüyor. Fakat gelecek nesil çok farklı olacak. Şu anda Türkiye sineması bir sıradan komedi çekelim para kazanalım modunda ama gelecek nesil bambaşka olacak. Yeni yetişen nesil yapay zekanın, merkeziyetsiz sistemlerin, her şeyi bilen internetin nesli olacak ve sinema değişecek. Tabii ki sinemaya gidip film seyretmek de tarih olacak, onun yerine herkesin erişebildiği digital yayınlar olacak herkesin evinde. Dünya değiştikçe Türkiye sineması da buna ayak uyduracaktır. Ben mesela Netflix’teki Türk dizilerini de sinemalarını da keyifle izliyorum, çok iyi ayak uydurduk bu konuda dünyaya. Mesela “Bir Başkadır” ne kadar ince ve derin noktalara sahip ne kadar insanın içine işleyen bir dizi. Unutulmayacak sahneleri var. Ya da mesela “Sıcak Kafa”. Herhalde dizi sektöründe sinemadan daha iyiyiz.