2000’li yıllar zombi, vampir gibi yaratıklar açısından oldukça verimli geçiyor. Her yıl bu güzide ölümsüzler hakkında göze çarpan birkaç iyi film çıkıyor. Ancak yavaş yavaş tekrarlamalar da görmüyor değiliz. Örneğin Vampir filmleri ele alındığında başta hoşumuza giden yakışıklı, güzel, karizmatik vampir figürleri artık kabak tadı vermeye başladı. Ben açıkcası eskisi gibi insan gördü mü direkt emen, açlığını yatıştırmaya çalışan, insanları küçükbaş hayvan olarak gören vampirleri özledim. İşte bu özlemim 30 Gün Gece ile az da olsa giderildi.
Dark Horse Comics‘in aynı adı taşıyan mini çizgi roman serisinin ilk cildini konu alan yapımın yönetmenliğini David Slade üstlenmiş. 2007 yılında vizyona giren filmin başrollerinde ise The Faculty (1998) ile sevgimi kazanmış Josh Hartnett‘in yanında dolgun dudaklı güzel Melissa George ve her daim kötü adam Danny Huston‘ı görüyoruz(Bu noktada nedense kendimi yemekteyizin dış sesi gibi hissettim).
Ülkemizde de yayımlanan çizgi romana sadık kalan senaryo’da (Aslında büyük bir fark var ancak bulmayı sizlere bırakıyorum) hikaye şu şekilde ilerliyor; Amerikan seçimlerinde sıkça karşımıza çıkan Sarah Palin’in memleketi Alaska’nın en uç kasabalarından biri olan Barrow her yıl 30 gün boyunca karanlıkta kalmaktadır. Son günbatımında kasaba halkı hazırlıklarını bitirmeye çalışırken ilginç ve ürkütücü gelişmeler ardı ardına yaşanmaktadır. Telefon hatları kesilir, kızak kurtları öldürülür, kasabanın tek helikopteri çöplükte parçalanmış olarak bulunur. Kasabanın dış dünyayla bağı yavaş yavaş koparılmaktadır.
Şerif Eben Oleson (Josh Hartnett) olayları çözmeye çalışırken kasabada bir yabancı(Ben Foster) ile karşılaşır. Olay çıkaran bu gizemli yabancı şerifi daha da endişelendirecektir. Eski karısı Stella Oleson (Melissa George) kasabadan gitmek için son uçağı kaçırınca şerifle tekrar yüzleşmek zorunda kalacaktır.
Gün batımından sonra elektrikler de kesilince durum iyice kuşku uyandırmaya başlar. Şerif elektrik santraline gidince santral sorumlusunun kesik başı ile karşılaşır. Kasabadaki bu yabancılar artık harekete geçmiştir. Tüm kasabayı saklanmaları için uyarmasına rağmen kıyım için zaman gelmiştir.
Marlowe (Danny Huston)’un önderliğindeki vampir grubu kasabayı avuçlarına alırlar. Şerifin ve Stella’nın kurtardığı bir grup 30 gün boyunca vampirlerden kurtulmaya ve hayatta kalmaya çalışacaktır.
Filmin yapımı oldukça sancılı bir süreçten geçmiş. Senaryonun son şeklini alması, oyuncuların seçimi gibi konularda problemler çıkmış. Anca Sam Raimi‘nin yapımcılığı belki de film için büyük bir şans olmuş ve çekim aşamasına geçilebilmiş.
Film vampirleri tam da vampir gibi gösteriyor, ne bir fazla, ne bir eksik. Twilight, True Blood, Angel gibi sofistike vampir karakterleri (şimdilerde vejeteryan vampir deniyor bunlara) yerini avcı, yemeğinin peşinde koşan, yırtıcı vampirlere bırakıyor bu filmde. Film için özel bir vampir dili yaratılmış. Slade bu konuda sorulan bir soruyu şu şekilde cevaplamış “Çok basit bir vampir dili yarattık. Hiçbir diyalektiğe benzememesine çalıştık. Çok basit hareketler, görevler, yemek, avlanmak evet ve hayır diyebilmek için. Vampirlerin olması gerektiği gibi.”.
Film boyunca yaratılan atmosfer, insanların çaresizliğini seyirciye verme konusunda oldukça başarılı. Bazı sahneler fazla hızlı geçilmiş gibi geliyor, karakterlerin ne hissettiği çok yüzeysel anlatılıyor. Bütün film boyunca Eben ve Stella’nın problemlerini anlayamıyoruz. Ancak sahneler Hollywood’dan beklenmeyecek kadar yaratıcı ve kanlı. Yine de istismara yol açacak bir kan söz konusu değil. Yerinde kullanılmış sert, stilize sahneler var. Özellikle iki yerde beni avucuna aldığını söyleyebilirim. Birincisi İlk saldırı sırasında havadan kuşbakışı bütün kasabayı tek çekimde gösterdiği bölüm. Strateji oyunlarına aşina olanlar için tanıdık bir sahne olmuş ancak yaşanan dehşeti son derece hızlı bir şekilde veriyor. İkinci beğendiğim sahne de alışveriş merkezinde ufak kız vampirle karşılaştıkları bölüm. 28 Gün Sonra‘da da benzer bir sahne vardı. Çocuğa uygulanan şiddet burada da seyirciyi zorluyor.
David Slade bu film ile kazandığı başarıyı yeni bir vampir filmi ile sürdürmeye kararlı. Bahsettiğim film, gençlerin gözdesi Twilight‘ın 2010’da vizyona girmesi beklenen üçüncü filmi The Twilight Saga: Eclipse. Keşke ona harcayacağı zamanı 30 Gün Gece‘nin devamını çekmeye harcasaydı.
30 Gün Gece bir başyapıt olmasa da farklı görselliği ve sağlam metni ile özellikle vampir filmleri sevenler için görülmesi gereken bir yapım. Hele de DVDsi 4.99TL ye alınabiliyorken kaçırmayın derim.
Film gerçekten çok sağlam başlıyor, güzel bir noktayla açılışı yapıyor ve izleyene gerçeklik duygusunu rahatlıkla empoze ediyor, mekan seçimleri, karakter tahlilleri, karanlık tonlardaki çekimler herşey gayet başarılı, yalnız bu muhteşem giriş ne yazıkki film ilerledikçe sekteye uğruyor.Filmden beklenilen can alıcı nokta bir türlü gerçekleştirilemiyor, gereksiz yere birbirine benzer sahneler, tempoyu çok aşağılara çekiyor. Ayrıca ilk saldırıdan itibaren başlayan 30 günlük süreç de oldu bittiye getirilmiş.Bitişi ise tam bir fiyasko…
Çok güzel bir film. Çok güzel bir yazı.
”Birincisi İlk saldırı sırasında havadan kuşbakışı bütün kasabayı tek çekimde gösterdiği bölüm. Strateji oyunlarına aşina olanlar için tanıdık bir sahne”
alkış
Beğeniler buraya eleştiriler emailime lütfen:)
Teşekkürler Can. O sahne beni warcraft’ta son saldırıyı yaptığım günlere götürdü. Bütün orduyu düşman üstüne salarsın sonra da zevkle seyredersin ya o tadı verdi bana.
“Yemeğinin peşinde koşan vampirler” ahaha bayıldım bu tabire. :)
Murat haksız mıyım vampir dediğin avlansın biraz nedir bu güzellik tanrıçası gibi göstermeler:)
Efenim filmi seyrettik, memnun da kaldık sayılır. Sayılmayan kısımlara hiç girmeyeyim, yoksa çıkamayız. Ben sadece üç şey belirtmek istiyorum;
Birincisi Eben ile Stella arasındaki sorun sanırım çocuk sahibi olmakla ilgili. Anladığım ya da uydurduğum kadarıyla Stella hanfendi çocuk sahibi olmak istemesine rağmen, Eben pek oralı değil. Zaten filmin finaline doğru Stella’nın çocuk korumacılığı daha bir ortaya çıkıyor.
İkincisi, küçük vampir kıza uygulanan şiddetin, yine çocuk sayılabilecek birinin elinden çıkması bana Amerikan usulü olmak suretiyle pek bir manidar gözüktü.
Üçüncüsü de Vampirlerin kendilerine has dilleri ile ilgili yönetmenin ‘hiçbir diyalektiğe benzememesine çalıştık’ demesine rağmen, resmen vampirin ağzından ‘Kommen Sie’ gibi birşey duydum. Ama bunu benim fesatlığıma verebiliriz sanırım.
Sonuç olarak yeni dönem vampirler tamam da kurtadamlara ne oldu sorusunu gereksiz yere sorarak şafak sökmeden uzaklaşıyorum.