33. İstanbul Film Festivali’nin programı bu sene de dopdolu. Her yıl yaklaşık 150 bin izleyiciye ulaşan İstanbul Film Festivali 5 Nisan’da başlıyor. 20 Nisan’a kadar devam edecek festivalin bu seneki programında 200’ü aşkın film bulunuyor. Arasından seçim yapmanın bir hayli zorlayıcı olduğu festival programından radarımıza takılanları sizlerle paylaşalım istedik.
MUHSİN BEY (1987)
Bir kentin en işlek, en karmaşık, en çok yıkılan, yanan, defalarca yeniden yapılan, inşaatı, gürültüsü, çeşitliliği bir türlü bitirilemeyen, her şey tam da orada belki de diğer yerlerden daha hızlı akıp giderken, yine de bir biçimde eskiye aitmiş gibi durmayı becerebilen bir yeri… Yan yana gelemeyecek her ne varsa içine çeken, bu kentin kalbi… Eskinin Pera’sı, 1980’lerin Taksim’i… Bir evvelki zamanda asılı kalmış Muhsin Kanadıkırık (Şener Şen) işte burada, Doğan Apartımanı’nda çiçekleri, ince beğenileri, kırılgan ruh hali, anlamlı mazisiyle yaşar; Türk sanat musikisine tutkusuyla ayakta kalmaya çalışır. Bir dönemin kapıları, esen değişim rüzgârının olanca hızıyla kapanırken eşiktedir, bekler. Bu yıkımın “müsebbibi” Ali Nazik (Uğur Yücel), “yırtmaya” ve “kendini kurtarmaya” çalışırken hikâyesine Muhsin Bey’i de katar. Muhsin Bey o kapının dışında kalmaya, Ali Nazik ise o kapıdan içeri girmeye uğraşırken zaman, eskiye ait ne varsa silip süpürme telaşındadır. Muhsin Bey, feleğin yerden yere vurduğu, Ali Nazik’in yanık, Muhsin Bey’in sessizce söylediği bir şarkı… – Evren Barın Egrik
DÜŞMAN | ENEMY (2013)
Denis Villeneuve ve Jake Gyllenhaal’ın bu yılki ve festivaldeki ikinci ortaklığı, José Saramago’nun bizde de yayımlanan Kopyalanmış Adam isimli romanının bir uyarlaması. Üstelik Gyllenhaal bu kez bir değil, iki karakter canlandırmakta. Tarih öğretmeni Adam, bir gün izlediği filmde kendisine tıpatıp benzeyen bir adam görür. Bu oyuncunun izini sürmeye başladıkça da gizemli ve ürkütücü bir dünyanın içine çekilir. İlk gösterimi Toronto Film Festivali’nde gerçekleşen ve özellikle atmosferiyle beğeni toplayan Düşman’ı Cronenberg, Lynch, Nolan, De Palma gibi yönetmenlerin filmleriyle karşılaştıran eleştirmenler olmuştu.
SIFIR TEORİSİ | THE ZERO THEOREM (2013)
“1984 yılında çektiğim Brazil’de, o tarihte dünyadan ne anlıyorsam onun resmini çizmeye çalışmıştım. Sıfır Teorisi’nde de,şuanda dünyadan ne anlıyorsamonu resmetmeye çalıştım.” Gelecekte dünyanın nasıl çarpık bir hale bürüneceğini hakkıyla filme çekecek bir yönetmen varsa, olsa olsa Terry Gilliam’dır. Ünlü yönetmen bu filmde, gelecekte Londra’da geçen bir öyküyü anlatıyor: Varoluşsal acılarla kıvranan, sıra dışı bilgisayar dahisi Qohen Leth’in öyküsünü. Elinde “Ben neden varım?” sorusuna yanıt olabilecek gizemli bir proje var. Fakat, cilveli Bainsley ve patronun oğlu Bob’un ziyaretleri Qohen’in yalnızlığını sık sık bozuyor.
KARABASAN | THE BABADOOK (2013)
İnsan canavar diye bir şey olmadığına ne zaman inanır? Ya da şöyle soralım: Canavarlar ne zaman saklanmaktan vazgeçer? Altı yıl önce eşini kaybeden Amelia, gemi azıya almış altı yaşındaki oğlu Samuel’i terbiye etmekte zorlanmaktadır. Samuel rüyalarında, sürekli ikisini de öldürmeye gelen bir canavar görmektedir. Evde bir gün birlikte Babadook adında ürkütücü bir masal kitabı okurlar. O andan itibaren Samuel, rüyasında gördüğü canavarın Babadook olduğuna inanmaya başlar. Ama belki de Babadook gerçekten vardır… Jennifer Kent’in bu ilk uzun metrajlı çalışması,Polanski’ninklasik ev içi korku filmleri geleneğine uygun psikolojik bir gerilim.
BIG BAD WOLVES (2013)
Bu film için “yılın en iyi filmi” diyor Quentin Tarantino; Hollywood Reporter dergisi ise “Unutulmaz bir film; şeytani bir zekâ; sürükleyici bir gerilim”… Hakikaten de insanın tüylerini ürperten bu modern masal, İsrail toplumunu kasıp kavuran varoluşsal kaygılardan esinlenen gerilim türünde bir adam kaçırma öyküsü. Arka arkaya işlenen kanlı cinayetler üç adamı karşı karşıya getiriyor: Bunlardan biri intikam peşindeki bir baba, biri yasadışı çalışan işgüzar bir polis, diğeri de tutuklanıp salıverilen bir din öğretmeni, yani asıl şüpheli.
ÖLÜM OYUNU | KILLERS (2013)
Endonezyalı yönetmen Mo Kardeşler’in Sundance’te ilk gösterimini yapan son filmleri, korku ve gerilim türlerini başarıyla karıştırıyor. Filmin iki katilinden biri katliamda deneyimsiz Endonezyalı bir kameraman. Diğeri ise Japonya’da, kendi işkence odasını bile kurmuş, teknolojinin imkânlarını sonuna dek kullanan bir psikopat. Seri vahşi cinayetler işlemenin dışındaki ortak noktaları ise birbirleriyle internet üzerinden tanışıp hem rekabet etmeleri hem de birbirlerine danışmanlık vermeleri.
METALCİ | MÁLMHAUS| METALHEAD (2013)
İzlanda sinemasının en ilgi çekici simalarından Ragnar Bragason, dram ile komedi arasında ustaca bir denge kurmasıyla tanınıyor. Bragason son filmini şöyle özetliyor: “Bu filmde bir kız var, heavy metal var, bir de inekler var. Metalci dramatik bir film. Hem müşfik, hem haşin, arada da isyankârca komik. Filmde, korkunç bir kayıp yaşanıyor. Hayat boyunca çektiğimiz acılara nasıl katlandığımız, aile olgusu, hayaller, kâbuslar mercek altına alınıyor.” Heavy metal’e şapka çıkaran bu hem komik hem de duygusal film, gözlerden uzak bir çiftlikte büyüyen ve rock yıldızı olmayı çok ama çok isteyen bir genç kızın hikâyesini anlatıyor.
“İlk heavy metal albümümü aldığımda 10-11 yaşlarındaydım. Iron Maiden’ın The Number Of The Beast albümüydü. Neden aldın derseniz, İzlanda’da televizyonda bir şarkı dinledim. Daha önce böyle bir şeyle hiç karşılaşmamıştım. Bende olay böyle başladı. İlk gençlik yıllarımda sürekli metal albümleri topluyor, bayağı sağlam metal dinliyor ve bulduğum her metal dergisini satın alıyordum. Film İzlanda’da ve İzlandaca çekilmiş olsa da, bence hikâyesi evrensel. Filmin özünde bir aile var ve herkesin de bir ailesi var.” – Ragnar Bragason (Spindle dergisi röportajından)
DEHŞETİN BEDELİ | SORCERER (1977)
The Exorcist / Şeytan filmini takip eden Dehşetin Bedeli, günümüzde kült bir film sayılmasına rağmen ilk gösterildiğinde eleştirmenler tarafından pek hoş karşılanmamıştı. Yönetmen Friedkin, en çok sevdiği ve en zor çektiği bu filmin yeniden gösterime girmesinin, Hz. İsa’nın Lazar’ı diriltmesi gibi bir şey olduğunu söylüyor. Bu gerilim filminde, Nikaragua’daki bir petrol kuyusuyla ilgili özel bir operasyonda görev alan dört uluslararası suçlunun izini sürüyoruz. Bu tekinsiz adamlar, kontrol altına alınmayan bir yangın çıkınca, altı sandık dolusu dinamiti balta girmemiş ormanda kilometrelerce taşımak zorunda kalıyor.
GROUNDHOG DAY (1993)
Harold Ramis her ne kadar Bugün Aslında Dündü ve Anlat Bakalım gibi komedileriyle tanınsa da Hayalet Avcıları’nda başrol oynamış bir aktördü. Akıllıca kurgulanmış, yaratıcı ve gayet romantik bir komedi olan Bugün Aslında Dündü, kendini beğenmiş, kibirli hava durumu sunucusu Phil Connors’ı izler. Connors, aynı günü tekrar tekrar yaşamaya başlar, ta ki “hayatın anlamını” bulana dek. Bu kült film, tekrar tekrar seyredilmeyi hak ediyor.
MANDALİNA BAHÇESİ | TANGERINES (2013)
1992 yılında Gürcü-Abhaz Savaşı’nın başlamasıyla, yüz yıldır bölgede yaşayan Estonyalılar köylerini terk ederek atalarının yurduna döndü; geriye sadece birkaç kişi kaldı. Gürcü yönetmen Zaza Urushadze’nin festivalleri dolaşan son filmi Mandalina Bahçesi bu savaşın gölgesinde geçen bir dram. Ivo ve Markus, Abhazya’da savaş yüzünden terk edilen bu Estonya köyünde kalan son iki kişidir. Mandalina hasadı ve savaş yaklaşmışken bütün hesapları alt üst olur. Arazilerinde biri Gürcü biri Gürcü olmayan, ama birbirlerine düşman oldukları kesin iki yaralı bulur ve ikisini de iyileşinceye kadar evlerinde misafir etmeye karar verirler. Dinsel ve milliyetçi nefrete dair Gandivari bir yaklaşım izleyen Mandalina Bahçesi, bir savaş filmi olmamasına rağmen savaşın saçmalığına dair zekice kurgulanmış, mikro bütçeli bir film.
TANRININ OĞLU | CHILD OF GOD (2013)
On parmağında on marifet, James Franco’nun son uzun metrajlı çalışması Tanrının Oğlu, (The Counselor ve No Country for Old Men / İhtiyarlara Yer Yok’un da yazarı olan) Cormac McCarthy’nin bir romanından uyarlanmış. Son derece güçlü ve zeki bir dille sinemaya uyarlanan öykü, 1960’lı yıllarda Amerika’nın Tennessee eyaletindeki dağlık Sevier bölgesinin karanlığını günümüze taşıyor. Sert bir öykü; kahramanı Lester Ballard, mal mülk nedir bilmeyen, düzenin dışına itilmiş, vahşi bir adam. Dünyevi bağları da olmadığından, Ballard, suç batağına ve rezilliğe gitgide daha da saplanıyor; zalim bir intikam peşinde tam bir mağara adamına dönüşüyor.