Başak Bıçak’tan 34. İstanbul Film Festivali Günlükleri – Sayfa: 1

Bu yıl 34. kez düzenlenen İstanbul Film Festivali 3 Nisan Cuma akşamı Lütfi Kırdar Uluslararası Sergi ve Kongre Sarayı’nda yapılan açılış töreniyle başladı. Beş farklı kategoride 49 filmin yarıştığı festivalde 200’ün üzerinde film gösterim şansı yakalarken; kendi adıma en ilgi çekici bulduğum bölüm “Antidepresan” etkisi içeren filmlerin yer aldığı seçki oldu.

İstanbul’un kalabalığından, keşmekeşinden bunalanlara şehrin içindeyken, şehirden uzaklaşma imkânı sunan bu özel bölümle ayrıca ilgilenmekte fayda var. Ülkede ne olup bittiğini anlamaya çalıştığımız, geleceğimizle ilgili her gün yeni kaygılar ürettiğimiz şu günlerde İstanbul Film Festivali, tüm sinemaseverlerde antidepresan tesiri yaratacak gibi görünüyor…

limonataFilm festivallerinin seçkisi ne denli çeşitli, özel gösterimleri, ustalar bölümleri ne kadar keyifli olursa olsun kuşkusuz en merak edilen kısımları Ulusal Yarışma bölümü olur. İstanbul Film Festivali’nin bu yıl ulusal seçkisinde yer alan filmleri de, seçkinin gözbebeğini oluşturuyor ve sinemaseverler tarafından merakla bekleniyor. Limonata, Eksik, Nefesim Kesilene Kadar, Kümes, Misafir, Yeni Dünya, Saklı, Kar Korsanları ve Sarmaşık gibi filmlerin yer aldığı kategoride öne çıkanlar, Ali Atay’ın Limonata’sı ve Barış Atay’ın Eksik’i olunca, Eksik’in gösterimini bekleyemeden Festival Scope’tan izledim. Çok da iyi yapmışım.

Sosyal medyadan takip edebildiğim kadarıyla düşüncelerine önem verdiğim ve çoğu zaman haklı bulduğum Barış Atay’ın buraya tıkılamayacak kadar derin fikirleri olduğunu gördüm. Klavye başından kalkmadan devrim hayalleri kuran günümüzün sloganist sosyalistlerinin durduğu sığlıktan çok daha açıklara yüzerek meselenin özünü kavrayan, mensup olduğu düşünce sistemini ve sınıfı gerektiğinde açık bir biçimde yeren ama bunu mantıksal bir düzleme oturtarak, sebep sonuçlar üzerine kafa yoran bir sinemacıyla karşılaştım. Zaten sol cenahtan bir şey olmaz, bizden lider çıkmıyor, ne geldiyse başımıza sağ yüzünden geldi gibi yüzeysel yaklaşımlara sığınmadan; solun neden bu halde olduğunu irdeliyor. En önemlisi de bunu yaparken, üstten bir tavır sergilemiyor; herkesin anlayabileceği bir biçimde dile getiriyor meramını.

Meseleye doğru yaklaşımına rağmen Eksik, elbette ki kusursuz değil. Evet, naif bir öyküyü kendisine kılıf edinerek çok daha önemli sorunlara uzanan ve aslında anlattığının ötesinde dertleri olan bir film. Fakat bu meramını anlatma kaygısının filmde çokça hissedildiğini ve aslında böyle bir endişeye gerek olmadığını belirtmek gerekiyor. Mesela başkarakterler Devrim ile Deniz’in, hesaplaşma yaşadığı sekansta filmin genel düşüncesini açıklayan monologa hiç ama hiç gerek yoktu.

Zaten en başından itibaren karakterlerin isimlendirmeleri, farklı koşullarda büyütülen iki kardeşin dünya görüşleri, Eksik’in ana fikrini seyirciye geçiren ve bu konuda çok başarılı olan unsurlardı. Emekli bir askerin oğlunun darbe sırasında ölmesi sebebiyle adı “Deniz” olan torununu, devrim karşıtı hatta militarist yetiştirmesi, ismi Devrim olan diğer çocuğun ise aynı dönemde anne karnında karşılaştığı durum yüzünden sakat doğması; yine Deniz’in, 80’ler ve 90’larda büyüyen çoğu genç gibi apolitik, dünyadan bihaber, dar görüşlü bir nesli temsil etmesi başlı başına filmin gösterdiklerinin çok ötesinde metaforlar barındırdığını kanıtlıyordu. Keza Deniz’in annesine meydan okuduğu sohbetle gelen çözülme sekansında devrimi suçlayan tavrına karşılık annesinin eski bir devrimci, solcu olarak karşılık dahi verememesi, sorunun özünün aslında karşı tarafta değil, tam da içinde bulundukları düşünce sisteminde ve söz konusu sisteme inananların kendisinde olduğunu ortaya koyuyordu. Bu sebeple yönetmenin finale doğru Devrim ile Deniz arasında yaşanan olayda,  “sakat doğan bir devrim” metaforu üzerine bir açıklama yapmasına gerek kalmamıştı; film zaten her haliyle buram buram yergi kokuyordu.

1052660_620x410

Eksik’in bahsi geçen ilk film olma kaynaklı heyecanına rağmen yakaladığı eleştiri kabiliyetinin yanı sıra, görüntü yönetimi -ki Antakya’da yakaladığı kareler çok iyiydi- ve oyuncu seçiminde de (Toprak Sağlam dışında) çok başarılı olduğunun altını çizmek gerekiyor. Deniz’in (Barış Atay) annesini canlandıran iki oyuncunun, Funda Eryiğit ile Nur Sürer’in benzerliği eşine az rastlanır türden bir oyuncu tercihiydi. Aynı şekilde Devrim’e hayat veren Özgür Emre Yıldırım’ın performansı da kusursuz sayılabilecek düzeydeydi; tebrik etmek gerek…

Eksik ile her açıdan gelecek vaat eden bir yönetmen haline gelen Barış Atay’ın, pek çoğundan farklı olarak klavye başında ahkâm kesmekle yetinen bir sanatçı olmadığını, söyleyecek çok ama aynı zamanda doğru sözü olduğunu görmek sinemamız açısından da umut veren bir durum. Umarım, festivalde de gişede de hak ettiği değeri ve ilgiyi görür.

blank

Başak Bıçak

1987 yılında İzmir'de doğdu. İzmir Özel Tevfik Fikret Lisesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi Tarih bölümünden mezun olduktan sonra Türkiye Cumhuriyeti Tarihi üzerine yüksek lisans yaptı. Bilhassa Fransız Devrimi olmak üzere Avrupa Tarihi üzerine uzmanlaştı.

Sinema özel tutkusu ve 2012 yılından bu yana filmler üzerine yazılar yazıyor. Akşam Gazetesi, Film Arası Dergisi ve Cinedergi yazarı... Dans, seyahat, fotoğraf ve şarap meraklısı...

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Equalizer (2014)

The Equalizer, geçmişinde pek de gurur duymadığı işler yapan ve
blank

The Autopsy of Jane Doe (2016)

The Autopsy of Jane Doe, insanlık tarihinin yaşanmış ve yaşanmakta