İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen 37. İstanbul Film Festivali bu yıl 6-17 Nisan tarihleri arasında gerçekleşti. 12 gün süren festival kapsamında, 18 bölümde 43 ülkeden 218 yönetmenin toplam 210 filmi gösterildi. Ulusal yarışmadaki filmlerin tamamını izleyemediğim için net bir yorum yapmam doğru olmaz. (13 yarışma filminden izleyemediklerim; Tuzdan Kaide, Güvercin ve Renksiz Rüya.) İzlediklerim arasında öne çıkanlar Kelebekler, Sofra Sırları, Borç ve Yol Kenarı idi ve hepsi de bir şekilde ödüllendirildi. Yabancı seçkide en göz dolduran bölüm Galalar oldu, daha program açıklanır açıklanmaz muhakkak izlenmeli diye işaretlenen filmler vardı ki bölümün ağır topları You Were Never Really Here (2017) ve Isle of Dogs (2018) festivalin açık ara en iyi iki filmiydi.
Festival, geçtiğimiz sene Geceyarısı Çılgınlığı bölümünü kaldırmıştı. Bölümün bu sene de programda yer almaması korkuseverleri bir nebze üzdü. Daha önceki senelerde kafadan bölümdeki bütün filmleri çizelgede işaretledikten sonra şekillendirdiğim izleme programı, bu sene diğer bölümlerdeki aykırı filmleri keşfetmek üzerine kuruluydu ve ne yalan söyleyeyim sayısız sürprizle karşılaştım. Daha önce detaylı olarak incelediğim Pororoca (2017) ve Nothingwood (2017) filmlerini tekrar hatırlattıktan sonra birkaç tanesini daha paylaşalım. (Bu iki filmin incelemelerini okumak isteyenlerin filmlerin üzerlerine tıklamaları yeterli.)
Dhogs (2017)
Öncelikle Mayınlı Bölge bölümündeki favorim Dhogs’tan bahsetmek lazım. İlk uzun metrajıyla görücüye çıkan Andres Goteira’nın yazıp yönettiği İspanya yapımı film, ürün ile alıcı arasındaki ilişkiyi (burada film ile seyirci üzerinden) olası en sarsıcı biçimde irdeliyor. Filmin ismi iki ayrı kelimenin bileşiminden oluşuyor; Dogs (Köpekler: Boyun eğen ve itaatkâr hayvanlar) ve Hogs (Yaban Domuzları: İğrenç ve ahlaksız yaratıklar). Parantez içlerindeki tanımlar bana ait değil, aynen filmde veriliyor. Çeşitli karakterlerin peşine takılarak başlarına gelen cinsellik ve şiddetin her daim öne çıktığı olayları, kimi zaman iç içe geçirerek anlatan film, arada kamerayı dördüncü duvara doğru çevirerek bütün olan bitenin bir salon dolusu seyircinin gözleri önünde cereyan ettiğini gösteriyor. İzleyen ve izlenen arasındaki sakat ilişki, final bölümünde filmin o ana kadarki kısmını bodrum katındaki televizyondan izlediği anlaşılan adamın, çoklu seçenekler arasından bir sonraki sahnede ne olacağını seçebildiğini görmemizle iyice ayyuka çıkıyor. Böylece film boyunca karakterlerin başına gelen trajik olayların sorumluluğu bodrumdaki adamın (seyircinin) omuzlarına yükleniyor. “Seyirci ne istiyorsa onu veriyoruz” önermesinin altını çizen film, arz talep dengesine dikkat çekiyor. Bir yandan da kader, dikiz ve insanlığın çürümüşlüğü üzerine önemli laflar ediyor.
Lowlife (2017)
Yine Mayınlı Bölge bölümünde yer alan ABD yapımı Lowlife, Tarantino’nun Pulp Fiction’ını (1994) andıran, şiddet sahnelerinde aşırıya kaçmaktan asla çekinmeyen, düşük bütçeli, iddiasız ama çok eğlenceli bir film. Azımsanmayacak sayıda genç sinemacının Tarantino olmaya çalıştığı (ve çoğunlukla beceremediği) bir dönemde büyük bir risk alan Ryan Prows’un, ilk uzun metrajlı filmiyle tür sinemasını odağına alan festivallerin gözdesi olmayı başardığını söyleyelim. Lowlife, öyküsünü “Serseriler”, “Canavarlar” gibi başlıklara sahip bölümlere ayırarak anlatıyor. Kimi bölümlerde kısa vadeli ‘flashbackler’ ile geriye dönerek aynı bölümü bir başka karakterin bakış açısından veriyor. Bu sayede bir bölümün kahramanı diğer bölümün kötüsü olabiliyor ya da bir bölümde başkarakter gibi öne çıkan biri, diğerinde kolayca harcanan bir figürana dönüşebiliyor. Lowlife, her birinin ayrı bir hikâyesi olan bir avuç karakterin acımasızca tokuştuğu, enerjisi her daim yukarıda, çılgın bir ilk film. İnsan kaçakçılığı, kadın ticareti, organ kaçakçılığı gibi başlıkları odağına alan, kara mizah ve şiddet dozu yüksek, bol kanlı bir suç filmi.
Gri Değil, Siyah: Ankara Rocks! (2016)
Musikişinas bölümünde yer alan yerli müzik belgeseli Gri Değil, Siyah: Ankara Rocks! ise beni tam kalbimden vurmayı başardı. Ankara’da kısaca “Bina” denilen ve her katında başka bir rock barın bulunduğu bir yapı vardı. Buradaki barlardan en meşhurunun adı Graveyard idi ve ünü İstanbul’a kadar yayılmıştı. 80’li yılların sonu, 90’lı yılların başında heavy metal dinleyen bir üniversite öğrencisi olarak, sadece bu barda bir gece geçirebilmek için İstanbul’dan Ankara’ya gitmişliğim bile vardı. O Ankara yolculuğu üniversite yıllarımın en güzel anılarından biridir ve evet, Graveyard sadece birkaç defa gidebilmiş olsam da benim geçmişimde de önemli bir yer kaplar. Dönemin önemli gruplarından Hazy Hill’den (gitar-vokal) Ufuk Önen’in yönetmenliğini üstlendiği belgesel, artık yıkılmak üzere olan metruk “bina”da çekilen bir nevi anma görüntüleri ile açılıyor. O dönemi bizzat yaşamış, Ankara’daki yeraltı kültürünün bir parçası olmuş insanların bir araya geldiği sahneyi, döneme -kendi adıma uzaktan da olsa- tanıklık etmiş olanların duygulanmadan izlemesi mümkün değil. Ankara Rocks, bir müzik türü ile bir şehrin bütünleşmesinin safhalarını aktarıyor. 70’li ve 80’li yıllarda başlayan hareketlenmenin, 90’lı yıllarda artık görmezden gelinemeyecek bir boyuta ulaşmasını; röportajlar, konser ve arşiv görüntüleriyle sunmaya çalışıyor. Projenin başındaki ismin dönemin önemli gruplarından birinin önemli bir parçası olması, belgeselin samimiyetinin artmasına yardımcı olmuş ama Hazy Hill sanki diğer gruplardan biraz daha öne çıkmış ve bu da dengeleri biraz bozmuş açıkçası. Örneğin grubun Ankara’dan yurt dışına açılabilmek için hazırladığı İngilizce video kayıtlar, belgeselde önemli bir yer kaplıyor. Diğer röportajlar ve arşiv görüntülerinin arasına serpiştirilen bu kayıtlar, ilk başta biraz itici gelebiliyor. Fakat belgesel sona erdiğinde o kayıtların da doğru bir yere oturduğu anlaşılıyor. O dönem var olmaya çalışan bir grubun nelerle nasıl mücadele etmesi gerektiğini yansıtması açısından oldukça değerli bir materyal. Keşke Ufuk Önen, hazır elinde bu kadar malzeme varken ve döneme tanıklık etmiş insanlara hâlâ ulaşma şansı varken bir Hazy Hill belgeseli çekilmesine önayak olsa. Sonuç olarak 114 dakika süreli Ankara Rocks, tam manasıyla “olmuş” bir belgesel değil; bahsi geçen video kayıtlar nedeniyle süresi fazlasıyla sarkıyor ve bu da dönemden bihaber herhangi bir belgesel izleyicisi için sıkıcı olma riski taşıyor. Ancak bu durum bir yandan belgeselin işine de yarıyor; o dönemin koşullarını daha iyi yansıtabilmesi açısından anlamlı bir DIY (do it yourself) çalışma haline dönüşüyor. Tabii ki durum dönemi birebir yaşamış olanlar için biraz daha farklı. Açıkçası süresi değil iki saat, on iki saat bile olsa zevkle izlerdim.
Bunların dışında dikkat çekici olarak işaret edebileceğim diğer filmler ise şöyle:
- Dünya Festivallerinden bölümünde yer alan Finlandiya yapımı Euthanizer (2017) ve Polonya yapımı Mug (2018).
- Genç Ustalar bölümünde yer alan Romanya yapımı Charleston (2017), Norveç yapımı Valley of Shadows (2017) ve Kolombiya yapımı Killing Jesus (2017).
- Ayrıca çeşitli bölümlerde yer alan ve her biri farklı lezzetler içeren İran yapımı filmler Disappearance (2017), Negar (2017), The Home (2017) ve 24 Frames (2017).