Aslında bir hayli gecikmiş bir yazı bu -yaklaşık dokuz ay kadar! Fakat Öteki Sinema’nın bu seneki festival takipçiliğinden aldığım şevkle, vakit darlığından (ve izlediğim filmlerin yarısından randıman alamadığımdan) günlüğünü tutmadığım Dördüncü Sidney A Night of Horror festivalinde izlediğim filmler hakkında geç de olsa iki üç kelam etmek istedim.
25 Mart ile 3 Nisan arasında vuku bulan festivalde ilk olarak, Avustralyalı bir ekibin kotardığı Damned By Dawn (Brett Anstey, 2009) adlı bir filmi izledim. Film, Claire adlı genç bir kadının, sevgilisiyle beraber, taşrada outran ailesini ziyarete gitmesiyle başlıyor. Claire, orada büyükannesiyle ilgili bir sırrı keşfediyor ve ormana musallat olmuş birtakım ruhlar, zombiler ve bansheelerle başı belaya giriyor. Aslında yer yer oldukça atmosferik bir filmdi – sisli ormanlar, karanlıkta yükselen çığlıklar ve saire… Fakat öte yandan mizahi bir tat da yakalanmaya çalışılınca gitmiş o güzelim atmosfer! Filmin adından da anlaşılacağı üzere bir Evil Dead (II: Dead by Dawn) tandansı var, ekip de severek, eğlenerek çalışmış belli, lakin vasatın ötesine geçilememiş.
İkinci izlediğim film, merakla beklediğim The Haunting in Connecticutt (Peter Cornwell, 2009) idi. Bir “perili ev” hikayesi olan The Haunting… gerçek bir olaydan (!) yola çıkılarak çekilmiş. Genç oğulları kanser tedavisi gören Campbell ailesi, hastaneye daha yakın olan bir eve taşınıyorlar, fakat evin daha önce bir cenaze evi olarak kullanıldığını öğreniyorlar ve “olaylar gelişiyor”. Film bir perili ev hikayesinden ziyade psikolojik gerilim olarak ilerliyor ve muallak fakat uhreviyata bayağı göz kırpan bir sona varıyor. Film genel olarak idare eder, fakat ben didaktik bir tat aldığım için pek sevemedim.
Festival boyunca bende istihza uyandıran yegane film, gerçek öz yaralama sahneleriyle kült olma heveslisi House of Flesh Mannequins (Domiziano Christopharo, 2009) oldu. Prodüktörlüğünü ve başrolünü, Fellini filmlerinden, Werewolf in a Women’s Prison’a kadar ilginç bir oyunculuk kariyeri sergilemiş olan Domiziano Arcangeli’nin üstlendiği film, sapkın bir fotoğrafçı ve sinemacı olan Sebastian ile yan daireye taşınan Sarah adlı kadın arasında gelişen bir ilişkiye odaklanıyor. Michael Powell’ın kült filmi Peeping Tom’a selam çakan House… hilkat garibesi şovları, felsefiymiş gibi yapan diyalogları, çizgisel olmayan anlatımıyla “san’at” filmi olmaya çalışmış. Ben çok eğlendim, hatta sırf bu saçmasapan gayriihtiyari komiklikler yüzünden filme biraz kanım bile kaynadı, fakat benimle gelen arkadaşlarımdan bir tanesi, kendi tabiriyle, filmden sonra Soru-Cevap kısmına gelen Arcangeli’ye “dalmak istiyordu”. Bu nedenle, sahneye bir rock yıldızı edasıyla (Jon Bon Jovi gibi!) ve dumanlı olduğundan şüphe ettiğim bir kafayla çıkan Arcangeli’yi pek dinleyemedik. House of Flesh Mannequins’i muhtemelen beğenmezsiniz, ama ilginç bir deneyim olduğu söylenebilir.
Festivalde izlediğim dördüncü ve son film, daha önce 2000’lerin kült olmaya aday beş filminden biri olarak gördüğümü söylediğim The Revenant (D. Kerry Prior, 2009) idi. Irak’ta asker olan Bart’ın kafasına isabet eden bir kurşunla ölmesinin ardından hayata dönmesi ve en yakın arkadaşı Joey sayesinde vampir olduğunu anlamasıyla başlayan film, bir “buddy” film, grotesk bir korku/komedi şeklinde ilerliyor ve bir politik yergi olarak son buluyor. Korku/komedi filmlerine zaafım vardır, iyi çekilen bir korku/komediden aldığım zevki başka hiçbir film janrından alamam. The Revenant benim için böyle bir film oldu. Bazı zaafları var, biraz fazla uzuyor, konu yer yer dağılıyor, fakat bunları görmezden geliyorum ve festivalde en beğendiğim film ilan ediyorum kendisini.