50. Altın Portakal Film Festivali’nin ardından… Yarım asır boyunca, Yeşilçam’ın en güzel eserlerini seçkisinde bulunduran, en önemli yönetmenlerini ödüllendiren ve Türkiye’nin en itibarlı festivali haline gelen Altın Portakal bu yıl, ellinci yaşını kutladı…
Öteki Sinema için yazan: Başak Bıçak
Kutladı, kutlamasına da, festival sırasında birçok yazar arkadaşımdan duyduğum kadarıyla ne yazık ki, tarihinin en kötü ulusal film seçkisiyle hatırlanacak Altın Portakal. Elbette, organizasyon açısından, her şeyiyle kusursuz bir etkinlikti; ancak filmlere baktığımızda, Altın Portakal gibi köklü bir film festivaline yakışmayacak eserlerin bir araya getirildiği ve yarıştırıldığı konusunda hemen herkes hemfikirdi.
Altın Portakal’a ilk kez katılma şansı elde ettiğim ve bunun ellinci senesine denk gelmesi sebebiyle ne kadar heyecanlı olduğumu tahmin edersiniz. Festival boyunca ard arda kötü filmler izlememize rağmen, neredeyse son güne kadar, iyi bir film izleyeceğime dair ümidimi hiç kaybetmedim fakat sonuç hep hüsran oldu. 4 Ekim günü yapılan ve üç saatten fazla sürmesine rağmen, Cahit Berkay ve ona eşlik eden bir orkestra ile çok keyifli geçen bir açılış gecesinden sonraki gün ilk filmimiz, Asghar Farhadi’nin Geçmiş’iydi (Le Passé). Tıpkı Bir Ayrılık’ta (A Separation) olduğu gibi, bir çiftin boşanma sürecini konu alan Geçmiş, bu kez biraz daha farklı olarak sonlarına doğru polisiye bir tarza bürünüyor. Ayrılmalarına rağmen, boşanma işlemini gerçekleştirmek için yeniden bir araya gelen Marie ile Ahmad’ın, Marie ve çocukları, yeni sevgilisi arasında arabuluculuk üstlenmesini izlediğimiz Geçmiş, oyunculukların kusursuza yakın olduğu bir film. Özellikle Ahmad rolündeki Ali Mosaffa ve Fouad’ı canlandıran küçük oyuncu Elyes Aguis’in performansları takdire şayandı. İki saate yakın süresi boyunca, hiç sıkılmadan izlediğim bu film ile festivale harika bir başlangıç yaptığımı düşünüp, heyecanım daha da arttı. Tabii bu mutluluğun her filmle biraz daha azalacağını henüz bilmiyordum.
Meryem
Geçmiş’ten sonraki film Atalay Taşdiken’in Meryem’iydi. Mommo Kız Kardeşim ile harika bir ilk film ortaya koyan yönetmenin, ikinci filminin benim açımdan hayal kırıklığına dönüştüğünü söylemeliyim. Çünkü Kız Kardeşim’de yaptığı oyuncu seçimleri ile beklentileri yükselten Taşdiken, Meryem’de tam aksi bir yol izliyor. Meryem karakterini canlandıran Zeynep Çamcı, masumiyeti ve güzelliğiyle, görünüş olarak çok uygun fakat oyunculuk açısından sınıfta kaldığını düşündüğüm bir aktrist. (İsmail Hacıoğlu’ndan bahsetmiyorum bile) Çamcı, bazı sekanslarda inandırıcılıktan o kadar uzak ki, yönetmenin Kız Kardeşim’de Elif Bülbül gibi doğru bir tercihten sonra Çamcı’yı seçmesine açıkçası çok şaşırdım.
Hikaye açısından da bazı aksaklıkların bulunduğu Meryem’de, filmi izlettiren öğelerden biri kuşkusuz, Feza Çaldıran’ın görüntü yönetmenliğindeki başarısıydı. Muazzam film kareleri ile zenginleşen Meryem, her şeye rağmen, Taşdiken’in yönetmenliği açısından umudumu tamamen kaybetmediğim bir yapım oldu. Üçüncü filmi merakla bekliyorum!
Sev Beni
Meryem’in ardından, Sev Beni (Love Me) ile festivalin zorlu maratonu başlamış oldu. Mehmet Bahadır Er’in eşi Maryna Er Gorbach ile birlikte çektiği üçüncü uzun metraj filmleri olan Sev Beni, evlenmeden önce bir akrabasının ısrarıyla Ukrayna’ya seyahate giden Cemal’in, burada Sasha ile tanışmasını ve birbirlerine aşık oldukları tek bir geceyi merkezine alıyor.
Genel hatlarıyla fazla erkek egemen bir dile sahip olduğunu düşündüğüm filmde Sasha karakterini canlandıran Victoria Spesivtzeva, Cemal’i canlandıran Ushan Çakır’ın oyunculukları vasatın üstüne geçemiyor. Karakterlerin birbirlerine aşık olmaları için sunulan sebep de sağlam değil bana göre. Tamam, Sasha’nın göremediği ilgiyi ve beklediği sorumluluğu Cemal üstleniyor -üstleniyor denirse- ama aşk açısından çok inandırıcı bulduğumu söyleyemem. Haydi aşık olduklarına inandık diyelim; peki, Sasha’nın Cemal’in evlenmek üzere olduğunu öğrendiğinde verdiği tepki neydi? Tek gecelik bir ilişki için fazla duygusal bir davranış değil miydi? Buna benzer daha birçok soruyla ve havada bırakılan konularla izleyeceğiniz Sev Beni’de, gerçekten sevdiğim tek kısım, yönetmen Murat Şeker’in performansıydı. Rolünün hakkını, başrol oyuncularından daha iyi veren Şeker’i bundan sonra daha fazla kamera önünde görürsek şaşırmayın.
Cennetten Kovulmak
Altın Portakal’da, umutla girip hayal kırıklığıyla çıktığım bir diğer film ise Ferit Karahan imzalı Cennetten Kovulmak’tı. En İyi Film ödülünü Kusursuzlar ile paylaşan Cennetten Kovulmak, bir Türk ailesi ile bir Kürt ailesinin hayatlarının kesişmesini anlatıyor. İki aile ortak bir acıda buluşuyorlar ve bu açıdan film, tek taraflı olmama iddiası taşıyor ama bence durum öyle değil. Çünkü film, Kürt tarafının sorunlarını gösterebilmek adına birden fazla konuyu bir arada anlatmaya çalışırken, aslında hiçbirisini tam anlamıyla açıklayamıyor. Çok fazla şey anlatmaya çalışırken, hiçbir şey anlatamama hali anlayacağınız…
Ayrıca filmdeki Türk öğretmen aşırı derecede karikatürize edilmiş ve gerçeğe dayansa bile bu haliyle inandırıcılıktan uzak bir figür sergiliyor. Başroldeki Ezgi Asaroğlu ise eğitimli bir Beyaz Türk. Kürtlerin çalıştığı bir inşaatta elektrik mühendisi olarak sınıf farklılığını temsil ediyor ama ne görüntü olarak ne de oyunculuğuyla canlandırdığı karaktere uygun biri değil. Filmde Asaroğlu’nun açığını ise Rojda Tekin, Gülistan Acet, Bünyamin Kavrut ve Aziz Çapkurt kapatıyor. Özellikle Ayşe rolündeki Rojda Tekin’e hayran kalmamak elde değil. Zaten bu sebeple, Altın Portakal’da küçük oyuncuya özel bir de ödül verildi. Aslında iyi bir hikayeye sahipken ve gerçekten çok iyi metaforları içerisinde barındırırken, yanlış başrol tercihi, aşırı karikatürize edilmiş karakterler, çok fazla şey anlatma çabası yüzünden (benim açımdan) iyi bir film olma şansını kaybediyor Cennetten Kovulmak. Tabii yine de, En İyi Film seçildiği için, izleyip siz karar verin derim…
Kısa Film
Gelelim Altın Portakal’ın en felaket filmine! Sanırım daha önce bir film için hiç böyle bir cümle kurmadım. Hatta her ne olursa olsun, vakit kaybı denmesine bile karşıyımdır ama Kısa Film bu konudaki tüm düşüncelerimi alt üst eden türden bir filmdi. Film diyorum, çünkü başka bir adlandırma bulamıyorum ama eğer olur da çok merak edip izlerseniz, ne demek istediğimi, sinemayla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir “şey” olduğunu anlayacaksınız.
Bu kadar yerden yere vurunca konuyu merak etmişsinizdir; söyleyeyim: Bir adamın basur olma macerası! Peki, burada bizi ilgilendiren ne diye soracaksınız. Biz de sorduk. Hiçbir şey! Kısa Film çekmek isteyen basur olmuş bir adamın, tuvalete gidip gelme seanslarını neden merak edelim? Burada nasıl bir özdeşlik kurmamız gerekiyor seyirci olarak? Evet, ben de basur oldum, ne olduğunu bilirim, aynı acıyı hissediyorum tuvalette gibi bir şey mi? Ya da basur ameliyatı parası bulamamak ne zordur anlarım mı? Nedir bize bunu anlatmanıza yol açan şey? Filmde bir iki yerde, film çekmenin nasıl olması gerektiği üzerine dersler veren, sözde günümüz sinemasıyla inceden alay eden yönetmenin aynı şeyleri kendisinin yapıyor olmasını kabul edemiyorum. Dakikalarca camdan bakmak, bir arabanın içinden şehrin trafiğini izlemek, asansörün gelişini beklemek, tuvalette onunla birlikte zaman kaybetmek bana hiç ama hiç cazip gelmiyor, bir şey katmıyor ve inanın zerre kadar merak etmiyorum. Sinema bu mu, biz artık böyle filmler mi çekiyoruz sorularıyla sizi baş başa bırakan, bitmek bilmeyen bir eziyet Kısa Film. Bu filmle zaman harcayacağınıza, gidin gezin tozun, başka şeyler yapın! Ya da hiçbir şey yapmayıp boş boş oturun, en azından ruhunuz dinlenir!
İnanç Odası
Kısa Film faciasından sonra ne izlesek güzel gelir diye düşünüyordum, öyle de oldu. İyi bir film olmamasına rağmen Serdar Gözelekli’nin İnanç Odası, en azından biraz daha “film” tadı verdi. Altın Portakal’a başvuran filmler arasında olan İnanç Odası’nın seçilmemesini ve Kısa Film’in alınmasını da hala anlamış değilim. O da ayrı bir tartışma konusu zaten…
Senaryo konusunda ciddi aksaklıklar olsa da, en azından bir hikaye anlattığı için diğer filmlerden sonra İnanç Odası’nı iyi bulduğumu söylemeliyim. Özellikle başrolündeki Burcu Biricik çok iyi bir performans sergilemiş. Hatta diğer dört erkek karakterin hepsini geride bırakmış denebilir. Evet, filmin anlattığı bir hikaye var ama onun bir tabanının olmaması, en büyük handikabı bence. Ki yönetmen Serdar Gözelekli de, filmin en önemli noktalarında, senaryo dahil, Sinan Çetin imzası bulunduğunu, aslında filmin tam anlamıyla kendisine ait olmadığını belirtti. Hal böyle olunca, ikinci filme şans vermek gerekir diyorum ve İnanç Odası üzerine daha fazla bir şey söylemeden sonunda beni kahkahalara boğan Uzun Yol’a geçiyorum.
Uzun Yol
Uzun Yol, için yapılacak tek yorum var sanırım: Selvi Boylum Al Yazmalım ile başlayıp, sonunda Samanyolu TV dizisi mesajlarıyla dramdan komediye dönen bir film. Yönetmenliğini Nihat Seven’in yaptığı, başrolünde de Hakan Yufkacıgil ve Nil Günal’ın bulunduğu film, kamyonculuk yaparak hayatını kazanan Fariz (İlyas) ile Gülten’in (Asya) kaçıp evlendikten sonraki yaşadıklarını konu alıyor. Tıpkı Selvi Boylum Al Yazmalım’da olduğu gibi kendilerine küçük bir hayat kuran çiftin bir de çocukları olunca mutlulukları tamamlanıyor. Daha doğrusu öyle olduğunu sanıyorlar çünkü Fariz’in kumar problemi var. Komşuları olan ve kendilerine yardımcı olan ağabeyleri ise Salih (Ahmet Özarslan) bildiğimiz Cemşit. Tahmin edeceğiniz üzere, o da Gülten’e aşık.
Buraya kadar Selvi Boylum Al Yazmalım tadında giden film, sonuna doğru hayat dersleri veren Samanyolu dizilerine dönüşüyor ve öyle bir final yapıyor ki, salondaki birçok insan bizimle birlikte kahkahalara boğuldu. Film boyunca çok kötü oyunculukların sergilendiği Uzun Yol’da, final sekansında bu durum ayyuka çıktı ve feci bir sonla birleşerek, janrı dram olan bir filmi tam anlamıyla komediye çevirdi. Uzun Yol’la ilgili beni en çok şaşırtan nokta ise festivalin kapanışında, başrol oyuncusu Hakan Yufkacıgil’in En İyi Erkek Oyuncu, Ahmet Özarslan’ın da En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü almalarıydı. Altın Portakal’da birçok kişi tarafından hatalı bulunan ödül dağılımından, en tartışmalısı da bana göre bu ödüllerdi. Sizi bilmem ama ben Hakan Yufkacıgil’in ve Ahmet Özarslan’ın bu ödüllere layık bir performans sergilediğini düşünmüyorum. Kötünün iyisiydi deniyorsa da, orada ciddi bir sıkıtı vardır zaten.
Kusursuzlar
Uzun Yol’dan sonra izlediğimiz Kusursuzlar ise, kusursuz bir film olmasa da, içinde fazlasıyla sinemayı barındıran, sinema kokan bir yapımdı; birçok insana ve benim kanaatime göre Altın Portakal’ın en iyi filmiydi. Zaten hak ettiği En İyi Yönetmen ödülüyle birlikte En İyi Film de seçildi. (Yanında Cennetten Kovulmak’ın yeri yoktu ama dediğim gibi birçok ödül tartışmalı Altın Portakal’da) Canavarlar Sofrası isimli ilk uzun metrajından sonra Ramin Matin’in ikinci filmi olan Kusursuzlar, Lale ile Yasemin adındaki iki kız kardeşin Çeşme’de, sezon açılmadan kısa bir süre önce, anneannelerinin yazlığında geçirdikleri birkaç günü anlatıyor.
Tekinsiz bir ortam olacağı, en başından beri hissettirilen filmde, Lale ne kadar içine kapanıksa, Yasemin de o kadar dışa dönük kardeşi canlandırıyor. Aralarındaki tartışmalardan bir sorunun olduğunu, geçmişlerinde bir problem, bir anlaşmazlık bulunduğunu anlıyoruz ancak bu bilgi filmin sonuna saklanıyor ve film boyunca seyircinin merakı yüksek tutuluyor. Filmin son sekansındaki hesaplaşmanın, çok çabuk, alelacele bitirilmiş ve yeterince yoğun duygularla seyirciyi yerle bir eden bir final olduğunu düşünmesem de, oyunculukların, bilhassa İpek Türkkan Kaynak’ın performansını çok iyi buldum. Film boyunca, Esra Bezen Bilgin’le uyumlu bir şekilde ilerleseler de, Kaynak’ın Bilgin’den çok daha iyi olduğu aşikar. Ve bana göre, en iyi kadın oyuncu ödülü Zeynep Çamcı’dan çok İpek Türkkan Kaynak’ın hakkıydı. Her haliyle, Altın Portakal’ın en iyi filmi olan Kusursuzlar, Türk sineması açısından da önem arz ediyor çünkü izlediğimiz diğer filmlerden sonra oh be! dedirten türden bir kurguya, senaryoya ve oyunculuklara sahip. Fırsatınız olursa, mutlaka izleyin derim!
Kutsal Bir Gün
Kusursuzlar ile birlikte bir doz sinema aldıktan sonraki gün Kutsal Bir Gün’ü izledik. Serdar Temizkan’ın ilk uzun metrajlı filmi olan Kutsal Bir Gün, üzülerek söylüyorum ama yine bize ne anlattığı/anlatmak istediği belli olmayan yapımlardan.
İki saate yakın süresiyle epeyce sıkıldığım –biraz da üst üste kötü film izlemekten bunaldığım için tahammülümün kalmamış olması ihtimali çok yüksek- tiyatro havasında oyunculukların sergilendiği bir filmdi. Ancak şu da var ki, Hakan Yufkacıgil’i göz önünde bulundurunca, Kutsal Bir Gün’deki Arda Kural’ın oyunculuğunu gayet iyi buldum ve festival öncesini tahminlerde tercihimi ondan yana yaptım. Ödül töreninde Kutsal Bir Gün, En İyi Sanat yönetimiyle birlikte, Siyad En İyi Film ödülünü aldı. İşsiz güçsüz, alkolik iki kardeşin bol diyaloglu tek bir gününü merak ediyorsanız, izleyin; yok sizin de benim gibi içiniz şiştiyse kaçarak uzaklaşabilirsiniz!
Mavi Dalga
Ve Mavi Dalga… Altın Portakal boyunca, Mavi Dalga’yla ilgili o kadar çok şey duydum, beklentim o kadar yükseldi ki, gerçekten son gün, iyi bir film izleyeceğime olan inancım tamdı. Filme girdik; buluğ çağlarında birkaç gencin okula gidip gelmesini, aileleriyle olan yüzeysel diyaloglarını, arkadaşları arasındaki bizi ilgilendirmediğine emin olduğumuz ama bir yere bağlanacağına inandığımız sohbetlerini izlemeye başladık. Hikaye bir yerde başlayacak, ha şimdi anlatılıyor, yok değilmiş, bak bu sefer kesin konu buradan devam edecek derken bir baktık ki film bitti. Filmden elimizde kalan ise, lise çağındaki Deniz ve arkadaşlarının bizi hiç ama hiç ilgilendirmeyen birkaç günleri…
Film sonrası sohbetlerde duyduğum kadarıyla, yönetmen Zeynek Dadak ve Merve Kayan biz sıradan bir kızın hikayesini çekmek istedik demişler. Tamam, çok güzel. Sıradan bir kızın, eğer bizi de merak ettirecek bir hikayesi, ya da öğrendiğimizde ne güzel, ne acı, ne komik vb. diyebileceğimiz bir anısı varsa neden izlemeyelim değil mi? Hele de sinemasal değeri varsa, zevkle bile izlenebilir. Ama ya yoksa? Ya size birkaç ergenin bomboş konuşmalarla dolu, okul günlerini anlatıyorsa? İşte, o zaman izlenmiyor ve o film sizin için işkenceye dönüşmeye başlıyor.
Açıkçası, Deniz’in öğretmeni Onur Saylak ile aralarındaki yakınlaşma sekansı, şimdi hikaye başlıyor diye heyecanlanmama sebep oldu ama sonradan film devam ettikçe onun da bir yere bağlanmadığını fark ettim. Sonra da zaten önemsiz birkaç olaydan sonra film bitti ve ben yine hayal kırıklıklarımla baş başa kaldım. Gerçekten samimiyetle soruyorum; buluğ çağındaki liseli gençlerin, eğer kayda değer bir anıları, hikayeleri vs. yoksa onları niye izleyelim ki? Eğer hayatlarının nasıl olduğunu merak ediyorsak, gider komşunun oğluyla kızıyla ya da varsa kardeşimizle bir gün geçirip, nasıl hissettiklerini, az çok neler yaşadıklarını anlarız. Bunu öğrenmek için insanların sinemaya gitmesine ne gerek var? Yok, illa da gideceksek bari izlediğimiz şeyin görüntüleriyle hayranlık uyandıracak bir şey olması gerekmez mi? Çok sert yazdığımı düşünebilirsiniz ama kusura bakmayın, sinema bu değil! Türk sineması ya da yeni Türkiye sineması diye bize yutturulan şey de bu olmamalı!
Birgün yazarı Zahit Atam köşesinde bu filmi çok ağır bir şekilde eleştirdiği için topa tutuldu, filmi destekleyenler tarafından. Ama dili ne kadar sert olursa olsun, üslubu ne kadar problemli bulunursa bulunsun, Zahit Atam haklıydı. Mavi Dalga, gerçekten hiçbir değeri olmayan ama sırf bazı kesimlerce desteklendiği için göklere çıkarılan, abartılan bir film. Hele ki, En İyi İlk Film ve En İyi Senaryo ödülünü kazanacak kadar değil, inanın bana! Bunları yazarak yeni başlayan sinema yazarlığı kariyerimi çöpe atıyor olabilirim ama açıkçası çok da önemli değil. Doğru bildiğim şeyi yazamadıktan sonra bu mesleği yapmanın bir anlamı yok. Tarihçi kökenli olduğum için, tarih ve siyaset alanlarında da yazmaya, ne düşünüyorsam onu dile getirmeye gayret ederim; sinemada da bu böyle oldu, olmaya da devam edecek… Aksi halde, yazmanın da bir değeri olduğuna inanmıyorum.
* * * * * * * *
Ulusal yarışma filmleri arasında bulunan Mavi Ring ve Uvertür’ü izleme şansı bulamadığım için yorum yapamıyorum ama ne yazık ki onlarla ilgili de çok iyi şeyler duyduğumu söyleyemeyeceğim. Tarihinin en kötü seçkilerinden birini, belki de en kötüsünü gördüğümüz Altın Portakal’da böyle kötü filmlerle karşılaştığımız için sesimizi kimlere duyurmak gerekir bilmiyorum. Ön jüriye mi? –Ki bu kadar değerli sinemacıyı içerisinde barındırırken- Bu filmleri gönderenlere mi? Ya da bu filmleri çekerek Türk sinemasını bambaşka bir boyuta taşıyan, halkı sinemalardan uzaklaştırarak sadece gişe filmlerinin kollarına bırakanlara mı?. Ama söylenmesi gereken çok şey olduğu ve onun da önemli sinema yazarları tarafından en başından beri yazılıp çizildiği ortada. Sinemamıza dair ortada ciddi bir sorun var, ancak biz hala izlediğimiz bu filmlerin sinemamızı bir yerlere taşıdığını ya da gerçekten “iyi” olduğuna inanıyoruz, inandırılıyoruz. Özellikle de bazı çevreler tarafından desteklendiğini görüyoruz. Fakat en açık haliyle, halkın bu tarz filmleri tercih etmemesinden ya da gişelerinin ne kadar düşük olduğundan, problemin varlığı anlaşılmıyor mu? Yeşilçam zamanlarında halk koşa koşa sinemaya giderken, şimdi sadece ucuz komedileri ya da abartılı, tarihi filmleri tercih ediyor. Çünkü onlara sadece bunları bırakıyoruz! Sonra da halk sinemadan, sanattan anlamaz düsturuyla elitizm yapıyoruz. Halk-sanat bütünleşmesini bir türlü gerçekleştiremiyoruz. Aslına bakarsanız halk sanattan anlıyor; fakat onlar sadece iyi filmleri seviyor. Kimileri gibi, kötü filmlere iyi demenin ya da iyi filmi eleştirmenin sanattan anlamak olduğunu düşünmüyorlar. Sadece izlenip, izlenmediğine bakıyorlar. Mutlu oluyorlar, ağlıyorlar, heyecanlanıyorlar, korkuyorlar ya da farkındalık yaşıyorlar. Elbette ki, bir film sadece bunlara sahip değildir; her zaman beklentilerimiz bu yönde olmamalı, bazen sanat adına da yapılmalıdır. Ama tamamen yüzümüzü bu yöne çevirip, halka rağmen sanat yapmak, sinema yapmak, ne sinemamıza ne de sanat anlayışımıza iyi gelir. Sadece halkı sanattan uzaklaştırmaya yarar, elitler için yapmaya zorlar ki bunun kalkınma kısmına değinmeyeceğim bile…
Özetle; benim açımdan heyecan dolu başlayan Altın Portakal deneyiminin, Türk sinemamızın gidişatına tanık olmam sebebiyle üzücü bir duruma dönüştüğünü ifade etmeliyim. Yine de her şeye rağmen, Altın Portakal her sinemaseverin tanık olması, yaşaması gereken harika bir organizasyon, çok büyük bir etkinlik. Umarım, önümüzdeki senelerde, çok daha iyi seçkilerle yepyeni bir sinema anlayışının öncüsü olabilir. Günümüz Türk ya da yeni deyimiyle Türkiye sineması, gerçekten yolunu kaybetmiş ve sahip çıkılmaya muhtaç bir vaziyette. İzleyelim, destekleyelim, yazalım ama kötünün kötü olduğunu da dile getirmekten çekinmeyelim. Çünkü artık birilerini söylemesi hepimizin görmesi gerekiyor: Kral çıplak!
‘Kısa bir film’ için yazdığınız yorum berbattı. Sanırım daha önce hiç bir yoruma böyle bir kelime kullanmamıştım. :)))
Gülşah, o filmin adı “Kısa Bir Film” değil öncelikle… Ya filmi izlemedin ya da çekenlerin tanıdığısın yoksa böyle bir festival çöpünü savunmaya çalışacak kadar sinemadan bihaber olduğunu düşüneceğim.
Gülşah Hanım, filmin ismini dahi doğru yazamadığınız için, izlemediğinizi varsayıyor ve sizi Kısa Film’i izlememiş talihli insanlardan kabul ediyorum. Ne şanslısınız ki, Kısa Film hakkında tahmin yürütecek kadar bile bilgi sahibi değilsiniz. Bence böyle devam edin, eksiklik duymazsınız. Yazımı okuduğunuz için de teşekkür ederim.