Koza’sını örmeye başladığından beri takipteyiz Nuri Bilge Ceylan’ı. Diğer filmlerine Kış Uykusu’nu anlatırken girebilirim ama kronolojik bir başlangıç yapmak istemiyorum bu filmi anlatırken. Taşradan geldiği ve taşrayla olan muhabbeti bir süre devam ettiği için Nuri Bilge Ceylan’ı, taşrayı bir aydın suskunluğu, oryantalistliği ve kibriyle anlamaya ve anlatmaya çalışan yönetmenlerden ayrı bir yerde tutmak gerektiğini düşünüyorum ama sanat bazen her şekilde bir kibir yapıştırır üzerimize. Kış Uykusu’nda yapılmak istenen şehirden uzaklarda, bir kasabada ama devam bir aydın kibrinin masaya yatırılması, hatta daha sert bir hamleyle tokatlanıp hastanelik edilmesi. Uzun yıllar şehirde, onun kargaşa ve karmaşasında yaşadıktan sonra taşrada, hem de o kadar sağıltılmış bir ortamda kuruyor ki kamerasını Ceylan, ya suskunluğun içinde kaybolacak ya da gevezeliğin içinde boğulacaksınız misali… Bir nevi bu ülkenin aydın insanları diyebileceğimiz bir kesimi kendi ortamı dışında bir arenaya, bir kapışma alanına atıyor ki, olan tam da kapışma…
Öteki Sinema için yazan: Banu Bozdemir
Nitekim ortamdan iki türlü de yararlanıyor, bir yandan taşranın ‘küçük’ dertlerini sırtlanmaya zorlanan eski tiyatro oyuncusu yeni taşra gazetesi yazarı Aydın’ı dize getirmeye çalışıyor bir yandan da eşinden ayrılıp kendisini büyükşehrin sevgisizliğinden, taşranın boşluğuna kaçıran kardeşi Necla’yla acımasız, yılların birikmişliği ve çözümsüzlüğü içinde sıkışmış, kılı kırk yaran tartışmaların içine sokuyor. Bu kez sorunlar susarak değil, aksine konuşarak halledilmenin peşinde… Bu da farklı bir muhabbet yaratıyor filmle aramızda!
Nuri Bilge Ceylan sinemasını daha çok insanı suskunlaştırıp görüntüleri konuşturmanın algısıyla kurdu. İnsanı kendi yalnızlığında boğmayı seçerken görüntülerin kutsallığında da seyirciyi rahatlatmayı seçti. Ama insana, onun öfkesi ve yansıtışına karşı da yıllar içinde bir deneyim kazandı, susup oturmanın değil de konuşup bağırmanın belki de daha ideal yol olduğunu seçti. O yüzden Kış Uykusu’na dair politik algımız bu kadar güçlü nüksediyor, susturulmuş, kendi içinde karartılmış insanlar yerine sorgulayan, ifade aracı arayan insanın hesaplaşmasını taşıyor şehirden taşraya, taşradan şehre… Nuri Bilge Ceylan’ın her zaman daha politik olması gerektiğini savunan biri olarak (tabii ki kişisel isteğim) bireyin dertlerine bu kadar anlamlı sahip çıkmasını takdir ediyorum ama politikanın da artık elimizi uzattığımızda tutabileceğimiz kadar yakınımızda olduğunu biliyoruz. O yüzden onun sinemasında üstü kapalı, nazikçe hani derler ya çizgisinden şaşmadan yapılan göndermeleri pek güzel aldık biz, hatta sevdik de. Devamını bekler haldeyiz.
Nuri Bilge Ceylan filmdeki her karaktere bir temsiliyet vermeye çalışmış, Aydın (adı üstünde aydın) hoca Hamdi (estetikten yoksun, yoksul ve inançlı kesim temsili) ile inceden tartışırken, onun üzerinden aydın insanın yaratma kapasitesine bir karakter sunarken (Aydın Hamdi’yi yazısında kullanıyor) aslında ülkenin şu andaki didişmesine de kulak kabartıyor. İktidara çok uzak yollu da olsa saygılarını yollayan hoca ile iktidardan kendi aydın kibrinden dolayı uzaklara düşmüş Aydın’ı bir araya getiriyor ve taşranın uzayıp giden zamansızlığında birbirleriyle muhatap ediyor.
Aydın’ın karısı Nihal (seyircinin en uzak kalacağı karakter izlenimi verdi bana) ise taşranın aşmak, yükselmek isteyen kolaycı kızı. Onda Nuri Bilge Ceylan’ın eskiye dair izleri var, suskun karakterin kendi içinde halletmek istediği sorunları ve onları tepeye çekmek isteyen koca… Aydın ve Nihal arasında İklimler’deki İsa ve Bahar arasındaki uzaklık var, Üç Maymun’daki Eyüp’le Hacer arasındaki gerilim var ama nispeten! Bu kez o gerilimi herkese paylaştırmış yönetmen.
Filmde seyirci bir hakem misali… Ama eli boş kalan… Kimi dinlese haklılık payından bir nebzede ona sunuyor, konuşan bir filmin dinleyicisi olarak hem inanılmaz keyifle aralara sızıyor, hem de sürekli kafasının karışmasından bir rahatsızlık duyuyor. Ama kendi adıma can kulağıyla dinlediğim bir film oldu.
Otelin adı Othello, araya saçılan sözlerin bir kısmı Shakespeare soneleri olunca ister istemez aklımıza Othello’nun hikâyesi de geliyor. Karısının kendisini aldattığından kuşkulanan adamın kendini yiyip bitirmesi ve bu işi nihayetlendirmesi gibi bir son beklemesek de Aydın ile Nihal arasında tansiyonu sürekli fırlayan iletişimin daha çok varoluşsal algılarla bastırılmaya çalışılması, hesaplaşmanın daha çok erkekler arasında yaşanacağına dair bir gerilim yaratıyor. Filmde sürekli olan duygu gerilim zaten, taşranın dinginliğinden çıkan o değişik gerilim…
O yüzden Aydın, öğretmenle ava çıkarken belki bir ölüm duygusuna da taşıyor seyirciyi. Ya da güzel kafaların eşliğinde şiirlerle, sonelerle yapılan atışmayla çoktan tamamlanmış oluyor o gerilim… Yani taşlar sakince yerine oturuyor.
Film gerçekten de kusursuz ilerliyor, dediğim gibi her bölümde başka bir konuşma / tartışmayla açıklık getirmeye çalışıyor Nuri Bilge Ceylan, insan denen mekanizmanın bozukluğuna, egosuna, çıkarlarına. Bunu da gayet açık ve dürüst yapıyor, bir insanın kendisinden intikam alması gibi.
Belki Hamdi’nin kardeşini oynayan İsmail biraz fazla arabesk kaçıyor gibi. Her hareketinden bir Yeşilçam bıçkını fırlayan bu karakterin bir yandan da eğilip bükülen, yalakalık yapan karakterlerden daha fazla gerçekliği de var. Fakirliğin boyun eğmez gururu oradan dalgalanıyor, abisiyle fazlaca çelişiyor. Şoför Hidayet’in hep sorumluluklardan kaçıp gitme halinde olması, motorcu Timur’un heyecansız bir keşif isteği, Aydın’ın yakın arkadaşı Suavi’nin arabulucu tavrı filmde herkesten bir parça yaratmanın derdini iyi kuşanan karakterler…
Nuri Bilge görselliğinde kar görüntülerinin ayrı bir yeri olduğunu düşünüyorum, filmlerini görsellikle bu denli iyi anlatan yönetmenin kardan görsellik dışında farklı bir beklentisi olmalı. Tüm o beyazlık içinde insanın açmazları, hataları, ego ve tatminsizliği daha fazla açığa çıkıyor, onları kıstırıp kendi varoluşları içinde sorgulatmaya çalışıyor sanki. Bir yandan da yönetmenin kendisinin de böyle bir sorgulama içinde olduğunu düşünüyorum. Son senaryoyu karısı Ebru Ceylan’la yazmış, ilişkilerine ve çevrelerindeki insanlara dair bir sürü analiz barındırdığına eminim, çünkü yazarlık etrafındaki hayatlardan kırpmalarla şekillenir biraz da. O anlamda iyi bir gözlem, analiz, isabetli ve akıcı diyaloglarla desteklenmiş ve teklemeyen bir anlatım yapısına sahip olduğunu söylemek mümkün filmin. Yani mükemmele yakın bir anlatım dili yakalamış Ceylan. Bu anlatım tarzı onu hem genel izleyiciye yaklaştırıyor hem de onun azılı takipçisi olan kesimi fazlasıyla tatmin ediyor. Daha ne olsun…
Oyunculuklar konusunda çok fazla bir şey söylemeye gerek yok, herkes fazlasıyla rolüne kaptırmış vaziyette tabii özellikle Haluk Bilginer, Demet Akbağ ve Mustafa Kılıç karakterlerinin baskınlıklarıyla da filmi rahatlıkla sırtlanan oyuncular. Kış Uykusu 196 dakikalık uzunluğuna rağmen akıp giden ve seyirciyi de peşine takan bir film, gönül rahatlığıyla izlemenizi öneririm…
Kamera kullanımıyla ilgili yönetmen görüşü (İngilizce kısımlar içerir)
Filmin ilk 3 gün izleyici sayısı 44.000 kişi… 3 saat 16 dakikalık bir film için hiç fena değil. Böylelikle replika sanat filmi çeken bazı yeteneksizlerin “bu halk Recep İvedik’ten başka bir şeyden anlamıyor” iddiası da çökmüş oldu. İyi filmler seyircisini mutlaka buluyor.
Filmin ilk 3 gün izleyici sayısı 44.000 kişi… 3 saat 16 dakikalık bir film için hiç fena değil. Böylelikle replika sanat filmi çeken bazı yeteneksizlerin “bu halk Recep İvedik’ten başka bir şeyden anlamıyor” iddiası da çökmüş oldu. İyi filmler seyircisini mutlaka buluyor.