Hollywood’u anlamak… Korku, gerilim, aksiyon, macera, aşk… İçinde mutlak surette 80’lerden bir iz taşıyan ve modaya dönüşen yeniden çevrimlerle ya da dönemin ruhuna benzeyen anlatılarla karşı karşıyayız. Neden?
Kuşkusuz bu durum, -biraz kaba sayılsa da bütünüyle reddedilemeyecek bir bakış açısıyla- sektörün yaratıcılık krizine tutulması ve gişe garantisini tanıdık simalar / temalar aracılığıyla garanti altına alma arzusuyla açıklanabilir: Rocky ve Rambo’ların kesin bir dönüş için fırsat kollamaları, Indiana Jones, Batman ve Superman gibi beyazperde serüveni eskilere dayanan kahramanların sıraya girmeleri, Oliver Stone’un bile borsa serüvenlerini 21. yüzyıla taşıma girişimciliği vs. vs. (Bu koroya, bir kaç yıl önce furyaya dönüşen uzak doğu korku filmlerinin ve 70-80’lerin teen slasher türünün yeniden çevrimleri ve bilgisayar oyunlarından uyarlamalar eklendiğinde eğilimin en azından ticari boyutu aydınlanmış olur.)
Öte yandan, büyük altüst oluşların yaşandığı, tek kutuplu bir evrenin ayak seslerinin işitilmeye başlandığı ve kendisinden önceki tüm insani çığlıkları keskin siren sesleriyle boğan bu döneme duyulan özlemin (sektörün ticari kaygılarının bir kez daha altını çizerek) bir başka açıklaması da -60’lardan süzülüp gelen ve 80 kasırgasına tutulan Yeni Hollywood Sineması bağlamında- söz konusu olabilir mi?
Ryan ve Kellner’ın tanınmış eserleri “Politik Kamera”da, “Sinema, ideolojinin idamesine destek veren temsil biçimlerini yeğleyerek hakim ideolojik gerçekliğin yeniden üretimine katkıda bulunabileceği gibi, alternatif temsiller aracılığıyla onu sarsmayı da amaçlayabilir.” şeklinde özetlenebilecek görüşleri, 60’ların ikinci yarısında şekillenen bir sinemasal anlayışı ifade etmektedir.
1967 yılında gösterime giren Stuart Rosenberg imzalı Cool Hand Luke, kahramanının ağzından yayılan “Buradaki temel sorun, aramızdaki iletişim eksikliğidir” sözleriyle yeni bir başlangıca işaret eder. İletişim eksikliğini gidermek üzere yola çıkan Luke (Paul Newman), ifadenin uzlaşmacı tavrının bir ironiden ibaret olduğunu adeta gözümüze sokar ve (önceki dönemin Actors Studio ekibinin elinden çıkma, Brando’lu, James Dean’li isyankar gençlerinin öfkelerini sisteme yöneltmeleri anlamında) işaret fişeğini yakar. (The Wild One ve Rebel Without a Cause filmleri bir yana, John Sturges’in The Great Escape ve Billy Wilder’ın Stalag 17’sinin ana karakterleriyle bağ kurabileceğimiz Luke, başlangıçta öfkesini park lambalarından çıkarmaya çalışsa da, bir süre sonra eylemliliğin hedefine resmi otoriteyi simgeleyen cezaevi çavuşu yerleşecektir. Bu durum önceki dönemlerde hedefte bulunan aile, çeteler ya da düşman kuvvetleri gibi yan unsurların bertarafı sonucunu doğuracaktır.)
1962’de Küba’daki füze kriziyle doruğa ulaşan Soğuk Savaş’tan beslenen sistemin McCarthyci uygulamaları gündemden düşürmediği ve ortalığa içi boş bir ‘anti komünist’ söyleme karışan vatanseverlik şarkılarının döküldüğü bu dönem, Vietnam Savaşı’yla yeni bir boyuta taşınacaktı.
Tam da bu dönemde, sistemin öngördüğü manzara toplumsal muhalefetin belirleyici unsurlarının reddi ile karşılanmak üzereydi: Büyük Bunalım öncesinin mücadelelerini bir çok kazanımla taçlandıran kadın hareketi, kısa sürede her türden muhafazakarlığa öfkeye dönüşecek ve özgürlükçü söylemine cinselliği de katacak bir duruşla ölü uykusundan uyanmak üzereydi. Latinlerin bağımsızlık savaşımı Castro ve Che gibi gözüpek figürleriyle tüm ezilen halklar adına umut olurken, Yeni Dünya’daki ilerici kamuoyunun bu durumdan etkilenmemesi düşünülemezdi. Martin Luther King’in, şimdilerde yapay bir söylemle Obama’nın da diline takılan “Bir Hayalim Var” haykırışı artık sessizlik duvarında parçalanmıyor, yığınları peşine takmayı başarıyordu. Siyah hereketi, tarihinde hiç olmadığı kadar politik bir duruşla faşizme meydan okuyordu. Giderek büyüyen ve ‘başkaldıran yüzyıl’ın aktörleri arasında yer alacak muhalefet, çok yakın bir süreçte öğrenci hareketini de kapsayacak ve 68 rüzgarı kasırgaya evrilecekti.
Kısacası, egemen çevreler adına ‘iletişimsizlik’ bu kez küçük sıyrıklarla (ya da tavizlerle) savuşturulabilecek gibi görünmüyordu!
Sürecin sinemasal karşılığı anlamına gelebilecek filmler, 60’ların ikinci yarısıyla birlikte perdeye inmişlerdi. Örneğin Arthur Penn, The Chase’de (1966), istemeden elini kana bulamasına karşın yozlaşmış kasabanın tek masumu olan karakterinin arkasında duruyor ve bir karnavala dönüştürülen katliamı asla onaylamıyordu. Finalde Brando’nun Kahraman Şerif’e nazire yaparcasına şerif yıldızını yere fırlatmasının bambaşka bir anlamı vardı. Tepki, artık sessiz yığınlara değil bizzat burjuvaziye ve ona arka çıkan toplumsal dinamiklere yönelmişti.
Martin Ritt’in Hombre’sinde (1967) Arizona Apaçileri tarafından yetiştirilen John Russell, yıllar sonra kente döndüğünde ‘uygar beyaz adam’ söyleminin bir yalandan ibaret olduğunu anlayacaktı. Robert Aldrich’le başlayan ve şaşırtıcı biçimde Cheyenne Autumn ile John Ford’u bile içine alan iade-i itibar süreci, oldukça gecikmeli de olsa ‘Vahşi Kızılderili’ savunusunu yerle bir edecek; hatta Little Big Man’de Vietnam’da gerçekleşen haksız savaş ile yerli soykırımı arasında bağ kurmaktan çekinilmeyecekti.
60’ların en tanınmış klasiklerinden Bonnie ve Clyde, suçlu kavramına getirdiği yorumla önceki kuşaktan John Huston ve Stanley Kubrick’ten aldığı mirası ileri bir noktaya taşıyordu. Büyük Buhran’ı fon alan film, çağdaş birer Robin Hood mertebesine eriştirdiği soyguncuları aracılığıyla suçlunun bizzat sistem olduğunu vurguluyordu. Bu bakış kısa sürede özellikle westernleri doğrudan etkileyecek, Peckinpah, ‘katıksız iyiler’ ve ‘ölümcül kötüler’ arasında oynanan oyuna -finalde kanun adamını bir çocuğa taşlatmak pahasına- dur diyecek, (Pat Garret & Billy the Kid). Butch Cassidy & Sundance Kid ise Bonnie & Clyde’varî öyküsünde suçun göreceliliğine vurgu yaparak Batı’nın en sevimli soyguncularını bize tanıtacaktı. Bütün bu süreç boyunca seyirci; bir yandan janrın ölümüne tanıklık ederken, diğer yandan da bu yokoluşun en muhteşem vedasıyla karşı karşıyaydı. (Altman’ın kahramanı McCabe, Vahşi Batı’ya eski bir kiliseyi onararak genelelev açmak üzere gelmişti ve Eastwood’un sürekli tüküren, kaba saba anti kahramanı Josey Walles’ten pek farkı yoktu. Kısacası mağrur ve yalnız kovboy John Wayne Vietnam bataklığında çoktan can vermiş, mezarına karlar yağmaya başlamıştı!)
Sunulanla yetinmeme tavrı, stüdyolar tarafından onyıllar içinde özenerek hazırlanmış klişelerin reddini de beraberinde getiriyor ve film kalıpları hızla tersyüz ediliyordu. Başlangıçta bir kara film kahramanı gibi duran Harry Moseby (Night Moves); karısı tarafından aldatılıyor, çözmeye çalıştığı cinayet vakası kısa zamanda girdaba dönüşüyor ve suç dünyasının içinde şüphe ve belirsizlik girdabına girmesi kaçınılmaz bir hal alıyordu. Kahramanımızın Bogart ile tek ortak noktası sıklıkla sigara içmesiydi belki de. Bir screwball komedi’den fırlamış gibi duran Matthew ve Christina çiftinin liberal bir bakışla ördükleri dünyaları (Guess Who’s Coming to Dinner), kızlarının bir ‘zenci’ye aşık olmasının ardından darmadağın olacaktı. The Graduate’in Benjamin Broddock’u cinsel özgürlük sularına doğru kulaç atarken, önceki kuşağın genç kahramanı prototipinden hızla uzaklaşmaktaydı. Komedinin figürleri bile Chaplin’den sonra daldıkları kuş uykusundan silkinmeye başlıyordu. The Party’de Peter Sellers, Hollywood asilzadelerine unutamayacakları bir ders verecekti. Tıpkı Romero’nun soğuk savaşın acısını çıkarmak için insanlığa meydan okuyan zombileri ya da Polanski’nin metropolün medeni figürlerini hedef alan satanistleri gibi.
Bu sayısız örneğe, Amerika’yı bulmak için yola çıkan; ancak onu hiç bir zaman göremeyecek olan -68’leri temsil eden belki de en anlamlı figürler olan- Easy Rider’ın hippilerini; 1500 dolar için saatlerce dans etmek zorunda kalan Bunalım’ın tanığı ve Big Brother öncüllerini (They Shot Horses Don’t They?); Rüyalar Ülkesi’nde sınıf atlama hayalleri tuzla buz olan iki Midnight Cowboy’u; sistemle uzlaşmaktansa saygın ailesinin yüz karası olmayı tercih eden Dupea’yı (Five Easy Pieces); Vietnam’da bulunan orduyu içten içe kemiren doktorları (M.A.S.H); Antonioni (Zabriskie Point), Altman (Nashville) ve Forman’ın (Hair) hippi kuşağı güzellemelerini; Peebles’ın, bir sabah ayna karşısına geçtiğinde kendisini ‘zenci’ olarak bulan ırkçı Gerber’ı konu alan ve Black Cinema’nın temellerini atan The Watermelon Man’ini ekleyebiliriz.
Yeni Dünya 70’lerin ortasına doğru yol alırken sosyal / siyasal arenada (ve onun geniş kitleleri en çok etkileyen iletişim araçlarından biri olan yedinci sanat zemininde) son on yıl içinde büyük altüst oluşlar yaşamıştı. Ana akım sinemanın merkezini oluşturan türler birbirine karışmış, anlatım olanakları kabuk değiştirmiş, biçimsel yenilikler sınırlarını zorlar hale gelmişti. Bir bütün olarak bakıldığında özgürlük alanının önceki süreçlere göre büyük oranda genişlediği bu dönem, ABD yakın tarihini derinden etkileyecek iki olayla kabuk değiştirecekti: Dönemin Cumhuriyetçi ABD Başkanı Nixon, Watergate adıyla anılan bir skandala karışmış ve 8 Ağustos 1974’te istifa etmek zorunda kalmıştı. Bu olayın şoku atlatılamadn, sadece bir yıl sonra şanlı ordu, yakıp yıktığı ve topraklarının yarısına yakınını kullanılamaz hale getirdiği Vietnam topraklarından, ardında yüzbinlerce ceset bırakarak çekilecekti. O günlerde, bir tarihçinin not defterine şu satırları düşmemesi adeta olanaksızdı: “Sağ politikalar artık iflas etmiştir!”
İlk bakışta, ilerici kamuyou adına hem politik bir haklılık ve meşruiyet, hem de daha ilerici talepleri dile getirme olanağı kazandırması kaçınılmazdı; ancak düşünülen olmadı. Sonucun ani ve beklenmedik bir biçimde belirmesi, iki kutuplu dünyada ibrenin Sovyetler’den yana kayması ve istila endişelerini beraberinde getirecek ve ortaya çıkan boşluğu -sınıfsallıktan uzak ve bir ölçüde de konjonktürel olan muhalefet adına- derin bir paranoya duygusu dolduracaktı: Kısacası bütün bu olanlar sağın ölmesi değil, kabuk değiştirmesi anlamı taşıyordu.
Kendine güvensiz, kuşkucu ve iletişim sorunları yaşayan, tek dostu psikoloğu olan orta sınıf Amerikan gencinin Woody Allen’da vücut bulmaya başladığı 70’lerin, biraz da Alan Pakula’nın paranoya filmleriyle anılması tesadüf değildi (Klute, Parallax Wiev, Three Days of Condor ), tıpkı Spielberg’ün otobanda bir tır tarafından nedensizce kovalanan bir sürücüyü konu alan Duel ile perdede belirmesi ya da Bullitt’ten miras kalan faşizan polislerin durumdan vazife çıkararak otoritenin zaafa uğradığı bu dönemde adaleti kendi yöntemleriyle sağlamaları gibi (Dirty Harry, The French Connection hatta aynı işlemi ironik biçimde siyahların cephesinde gerçekleştiren Shaft). Bir süre sonra Deliverance ve Straw Dogs gibi filmler, uygarlık kavramını tartışmaya açacak, “bol gelen demokrasi gömleğini” işlevsel hale getirmek Don Vito Corleone’ye düşecek, Scorsese’nin New York’unun arka sokaklarında bambaşka bir dil konuşulmaya başlanacaktı (Mean Streets). Jeremiah Johnson dağlarda yalnızlığa mahkum bırakılır ve garip bir biçimde 50’ler nostaljisi yaşanırken (The Last Picture Show, American Graffiti), Serpico’nun Death Wish’in Bronson’u tarafından vurulması kaçınılmaz hale gelmişti. Bu dönemin en çok iş yapan filmlerinin yapımcıları, felaketi görselleştirerek Amerikan toplumunun hücrelerine korku aşılıyor (The Towering Inferno, Airport), Coppola, kahramanı Caul aracılığıyla (The Conversation), Pakula ise Joe Frady ile (Parallax) geniş kitlelere sistemin yıkılamaz olduğunu müjdeliyordu! Ailesinden habersiz çitten atlayarak sahile inen genç kızın Jaws tarafından parçalanması ya da Taxi Driver’ın Travis’inin kahraman ilan edilmesi an meselesiydi ve Sidney Lumet (Dog Day Afternnon), John Schlesinger (Marathon Man), Sydney Pollack (All the President’s Men) gibi ‘bir kaç iyi adam’ın son çırpınışları fazlaca bir anlam ifade etmiyordu.
Sistem, yenilgiyi zafere dönüştürmeyi başarmış ve hasadını 80’lerde süreceği tohumları büyük bir başarıyla ekmeyi başarmıştı. Adına ‘yeni sağ’ denilen yeni ideoloji, biraz da korku ortamından aldığı cesaretle geçmişin geleneksel muhafazakarlarına ya da klasik liberallere cesaret aşılıyor; “bir…iki…üç…daha fazla Vietnam!” sloganına kendi cephesinden yayılmacı politikalarıyla yorum getiriyordu. Sonuç olarak bir Liberteryen düşünürün vurguladığı gibi “Eski Sağ Kore Savaşı’nda ölmüş”, Yeni Sağ ise Vietnam’da yok olan binlerce insanın cesetlerinin üzerinde yükselmeye başlamıştı.
1976 yılında gösterime giren Rocky’e kadar Hollywood (sayıları azalmakla birlikte savaş alanından tümüyle çekilmemiş olan) özgürlükçülerle Yeni Sağ’ın temsilcileri arasında yaşanan çarpışmalara sahne oldu. Sektörün bir zamanlar en sevdiği konulardan olan ve kulaklara kapitalizmin güzelliklerini fısıldayan sınıf atlama serüvenleri geri dönmüştü. Bir yıl sonra gündeme gelen Saturday Night Fever’ın Tony Monero’suyla birlikte geniş kitlelere ninniler okuyan İtalyan Aygırı, işçi sınıfına kurtuluş reçetesini açıklıyordu: “Örgütlenmeyi bırak, bireye dönüşmeye bak!”
Kalenin bütünüyle düşüşü ise 1978 yılına rastlayacaktı. Oscar yarışında öne çıkan iki aday, sözü edilen iki eğilimi (üstelik Vietnam üzerinden) temsil etmeleri bakımından çok önemliydi. Hal Ashby’in Coming Home’u klasik bir aşk üçgenine savaşın yok ettiği insanlar ekseninde yaklaşarak kayıp bir kuşağın analizine soyunmaktaydı. Film, savaşı doğrudan karşı çıkan bir tonlamaya sahipti; hatta kahramanları Vietnam’a asker gönderilmesine karşı çıkan eylemciler arasından seçilmişti. Adı sonradan ‘lanetli yönetmen’e çıkacak olan Michael Cimino’nun The Deer Hunter’ı ise Rus kökenli üç Amerikalı’nın savaş serüvenlerini (olgunun toplumsal boyutunu dışlama pahasına) “bizim bu cehennemde ne işimiz var!” boyutuna indirgemekle meşguldu. Sonuçta; ülkelerini saran emperyalist işgale son vermekten başka niyetleri olmayan Vietnamlıları Saygon batakhanelerinde birer cani gibi gösteren Avcı, En İyi Film ödülünü -pek de şaşırtıcı olmayan biçimde- kazanmayı başardı. Bir zamanlar Gregory Peck’in çabalarıyla revizyon geçiren ve Amerikan Rüyası’nı sona erdiren bir kabustan farkı olmayan Midnight Cowboy’u bile baştacı eden Akademi’nin yeni tavrı (Warren Beatty’nin Reds’ini bir istisna kabul edersek), sislerin içinde beliren Reagan’a dair görüntünün bir kaç yıl sonra belirginleşmesiyle yeni dünya düzenini beslemeye heveslenen bir tutkuya dönüşecektir.
Özellikle 2. yarısıyla birlikte 70’ler, ‘sistemin yol kazası’na uğraması sonucu ortaya çıktığı varsayılan yeni ve özgürlükçü sinemanın savunusuna karşı savaş açma ve onu püskürtme çabalarına sahne olmuşken, 80’ler ise ‘tehlikenin bertaraf edildiği’ ve yerine (düne dair olan tüm ‘şeylerin’ antitezinin üretilerek) yepyeni özlemlerin (olmazsa da Elm Sokağı, 13. Cuma ya da Evil Dead türünden korkuların) yerleştirildiği yıllar olarak hatırlanabilir.
Bu dönemin filmlerinde, özellikle özgürleşmeye çalışan kadın modeli sürekli olumsuzlanmış, ikinci noir dalgasıyla femme fatale’e daha ideolojik bir elbise giydirilmiş, kutsal Amerikan medeniyetini korumanın çaresi olarak rolü kısıtlanmış ‘kutsal ailenin kutsal kadını’ ön plana çıkarılmıştır. Soğuk Savaş bahanesiyle sistemi yeniden kurgulamaya çalışan unsurların ‘ezberini bozan’ yeni söylem, Top Gun gibi genç izleyiciyi hedef seçen yapımlarla gürültüye getirilmiş; bir bakıma bu filmin Maverick’i olan Tom Cruise kandırılarak yeniden cepheye sürülmüştür. (Kahramanımızın bu oyunu algılaması, tam da 80’lerin finalinde, Doğum Günü Dört Temmuz ile gerçekleşecek; ancak herşey için çok geç kalınacaktır!)
Sömürge alanlarını genişletme arzusunun simgesi konumunda bulunan Indiana Jones’ların cirit attığı ve kendisinden olmayan uygarlıkları dıştalayıp yağmaladığı sürecin gençlik kahramaları ise ya bugün kült mertebesine konan Fast Times at Ridgemont High’ın öfke ve isyanlarının kaynağını bulmakta zorlanan zavallılarına, ya da sorumluluğu (artık nasıl oluyorsa!) sisteme hiç bulaştırmadan, (50’lerin asi gençlik filmlerindeki gibi) aileye ya da öğretmenlerine yıkan Breakfast Club’ın ‘duygusal çocuklarına’ dönüşmüşlerdir.
Adına “Vietnam Sendromu” denilen ‘Sam Amca’nın Aşil Topuğu’ ise inanılması güç bir el çabukluğuyla belleklerden silinmeye çalışılmıştır. John Wayne’li kaba saba başlangıç noktası sayılmazsa (Yeşil Bereliler ) en kitlesel tezahürünü First Blood ile gerçekleştirecek bu yeni eğilim, ABD ordusunun savaşı kaybettiğini bir türlü kabullenmeyecek, ortaya çıkan manzarayı dış güçler ya da içerdeki mihrakları ile (ne kadar tanıdık değil mi?!) açıklamaya cüret edecektir (Nitekim muzaffer ordunun dillere destan başarısızlığı kimi zaman Rambo’nun Rus ve Vietnamlılara ders verdiği sahnelerle, kimi zaman ise Chuck Norris’in ya da bir başka ‘üstün adam’ Schwarzenegger’in kontrgerillalarının göz yaşartan serüvenleriyle unutturulacaktır).
İnsanoğlunun tüm uğraş ve mücadelelerini boş ve anlamsız olarak okuyan/okutan 80’ler ideolojisi, bu mutlak kaderci bakış açısını üstün yapımların altmetinlerine inceden inceye sızdırmış, en yüksek teknolojilerle donanılan toplumlarda dahi (Terminator) çok önceden yazılan sonucun değiştirilemeyeceğini savlamıştır. Aksini savunmak Back to the Future örneğindeki gibi komik olaylara yol açacak, ya da The Fly’in talihsiz bilim adamı Seth Brundle’nin başına geldiği gibi trajik sonuçlar doğuracaktır.
Rupert Pupkin’in ucube yöntemlerle de olsa şöhreti yakaladığı bu evrende (The King of Comedy), Big Chill’in 68’den süzülüp gelen kahramanlarını yalnızca hüzün beklemektedir.
Bütün bu yaşanmışlıkların ışığında, “80’lerin isli atmosferini soluyanlar, tarihte bir sanat dalı eliyle çürümüş bir sistemin yeniden restore edilmesine tanıklık etmişlerdir” öngörüsünde bulunmak sanırız abartılı bir tespite kapı aralamayacaktır.
Günümüzde, öteden beri hayalini kurduğu tek kutuplu dünyada arzuladığı mutluluğu bir türlü yakalayamayan derin Amerikan sisteminin yayılmacı politikalarını bu kez Ortadoğu üzerinden hayata geçirme arzusunda olduğunu söyleyebiliriz. İç kamuoyunda dahi soru işaretlerini gideremediği 11 Eylül saldırılarıyla yeni bir dönemecin eşiğine getirdiği siyasetini “medeniyetler çatışması” söylemi üzerinden teorize etmeye çalışan sistem, böylelikle Afganistan ve Irak (ayrıca olası İran) işgallerine meşruiyet kazandırma çabasına girmiştir.
Böylelikle, özellikle 80’lerden itibaren aşina olduğumuz yedek güç olarak Hollywood’a yeniden ihtiyaç duyulmaktadır. Artık dizi ve filmlerde, ülkede yaşayan Müslüman unsurların suça olan meyilini ıspatlamaya çalışan senaryolar sıradan hale gelmiştir. Irak’ın işgaliyle bölgeye dikkat kesilen Amerikan halkı ise, anti militarist söyleme sahip olma iddiasındaki yapımlarda dahi (ikinci Vietnam vakası karşısında çok daha akıllı bir söylemle) ordunun ne güçlüklerle bölgeye uygarlık getirmeye çabaladığı yalanlarını izlemek durumundadır.
Tam da böylesi bir dönemde, 90’larla birlikte ayak altından çekilen Superman, Batman gibi süper kahramanların yanlarına yenilerini de ekleyerek (Spider Man, Wolverine, Hulk vs.) sürece dahil olmaları ve topluma güvenilir mesajlar iletmeleri tesadüf sayılamaz. Benzer bir durum, 80’lerin aksiyon kahramanlarının çağa ayak uydurmuş ve restore edilmiş siluetlerle de olsa kapımızı yeniden çalmalarından da anlaşılmaktadır. Her ne kadar, A Takımı ve Expendables gibi bir yanıyla da nostalji kokan bu militarist eğilimli filmlerin söylemlerinde önemli bir farklılık göze çarpsa da (her iki filmde de kahramanlarımız ‘içerden’ ihanete uğramakta ve haklılıklarını ıspata zorlanmaktadır), bu durumun kalıcı olmayabileceği ve rotanın yeniden Amerikan düşmanlarına doğru kırılacağı öngörülebilir.
Buna karşın Bush döneminin artık ayyuka çıkmış rezaletlerine tepki gösteren ve son seçimlerde Obama’nın yanında saf tutan (60’lara göre oldukça geri bir konumda bulunan) bir muhalefetin varlığı da söz konusudur. Şimdilik cılız söylemlere sahip olsalar da Crash, Syriana, Good Night and Good Luck gibi filmler, yeni bir rota belirleme çabasının ilk işaretleri olarak değerlendirilebilir. Yine de bu muhalefetin Ortadoğu’ya çekidüzen verme bahanesiyle yeni sömürge alanları oluşturma çabasını önümüzdeki dönemde daha radikal adımlarla sürdürecek olan Amerikan devletinin önünde engel teşkil edebileceğini varsaymak (11 Eylül ve sonrası süreç temel alındığında) fazlaca iyimser bir yaklaşım olacaktır.
Yazının alt başlığında gönderme yapılan atasözü bilinçli olarak tamamlanmamış ve final vurgusu üç nokta ile geçiştirilmişti. Gerek bu filmlerin, gerek de ideolojik bir anlayışın kendini yineleyerek / yenileyerek dünyaya ya da yedinci sanata bir kez daha egemen olma mücadelesinde yalnız kalıp kalmayacağı önümüzdeki dönemin hayati sorularından biri olarak kapıda bekliyor.
Tuncer Çetinkaya
Hakikaten şahane bir yazı olmuş. Sinemayı başka türlü okumak isteyen herkes için başvuru niteliğinde bir makale. Eline, emeğine sağlık Tuncer Çetinkaya.