Okur için giriş notu: Beyazperde için Beetlejuice Beetlejuice kritiğini yazarken şimdilerde izlediğimiz bir sürü yeniden çevrim filmin 80’lerdeki atalarını andım ve onların aşılamayan, taklit edilebildiğinde bile bir başarı sayılan taraflarına kısa bir parantez açtım. Bu fikri büyütmek istedim ancak filmin kritiğini rehin almamak adına bu parantezi ayrı bir yazıda açıp genişletmeyi uygun gördüm. Umarım keyif alırsınız, iyi okumalar.
80’ler sineması birçok yeniden çevrime (remake) ev sahipliği yapar ancak bu dönem sadece bir yeniden çevrim furyası değil, adeta eski yapıtlara yepyeni bir soluk getiren bir devrim dönemiydi.
Bu sinematik devrim, hem estetik hem de anlatısal anlamda eski filmlere saygı duruşunda bulunurken, aynı zamanda onların ötesine geçebilen bir vizyon ortaya koyuyordu. 70’lerin ortasında başlayan 80’lerde asıl patlamasını yapan Amerikan eğlence sineması yalnızca 20 yıl önce çekilmiş tür filmlerini eskimiş, modası geçmiş ve nostaljiden ibaret bir anıya dönüştürdü.
Alien örneğinde olduğu gibi, bu dönem yapımları yalnızca bilimkurgu türünün temel taşlarını oluşturan filmlerin modern yorumları değildi; kendi özgün sinema dillerini oluşturdular. Ridley Scott’ın yönettiği Alien, korku ve bilimkurgu öğelerini eşsiz bir atmosferde buluşturarak, hem türünün sınırlarını genişletti hem de modern sinemanın dönüm noktalarından biri oldu.
Benzer bir şekilde, George Lucas’ın Star Wars serisi, Kurosawa’nın The Hidden Fortress filmi ve Flash Gordon seriyallerinden aldığı ilhamla yola çıkarken, görsel ve anlatımsal olarak bambaşka bir boyuta ulaştı. Star Wars, ilham aldığı materyalin ötesine geçerek bir pop kültür fenomenine dönüşmüştü. Lucas, nostaljik unsurları modern sinemanın diline başarıyla entegre etti ve epik bir anlatı yarattı.
Bir başka örnek olarak John Carpenter’ın The Thing filmi, The Thing from Another World’ün yeniden çevrimi olmasına rağmen, Carpenter’ın elinde çok daha derin bir psikolojik korku yapımına dönüştü.
Bu versiyon, sadece yüzeydeki bilimkurgu ve korku unsurlarıyla sınırlı kalmayıp, insan doğası üzerine de derin sorular sordu. 80’lerin teknik yenilikleri sayesinde, özel efektler de hikâyenin gergin atmosferini tamamladı ve bu film, bugün hâlâ türünün en önemli yapıtlarından biri olarak kabul ediliyor.
80’ler sineması, sadece bilimkurgu ve korku ile sınırlı değildi ama tür sinemasının en olgun ve yenilikçi örnekleri bu dönemde verildi. David Cronenberg gibi yönetmenler, body horror türünü bambaşka bir seviyeye taşıdı. The Fly (1986), 1958 yapımı aynı isimli filmin yeniden çevrimi olmasına rağmen, Cronenberg’in insan bedeni ve teknolojinin kesişim noktalarına dair özgün yorumuyla dönemin en unutulmaz yapıtlarından biri haline geldi. Cronenberg, yeniden çevrim kavramını sadece bir uyarlama olarak görmek yerine, onu felsefi ve estetik olarak dönüştürdü.
Bir başka unutulmaz örnek ise Scarface (1983). 1932 yapımı orijinal film, Al Capone dönemine dair bir gangster hikâyesi sunarken, Brian De Palma’nın 80’ler versiyonu, bu hikâyeyi Miami’de geçen bir uyuşturucu lordunun yükselişi ve düşüşü üzerinden yeniden anlattı.
De Palma, yalnızca orijinal filmin temasını yeniden ele almadı; 80’lerin tüketim kültürü, hırs ve güç kavramlarına dair eleştirilerde bulunan çok daha çağdaş bir yapıma imza attı. Tony Montana karakteri, sinema tarihinin ikonik anti-kahramanlarından biri haline geldi.
80’lerde Predator ve Robocop gibi filmler, aksiyon sinemasının sınırlarını zorladı. Predator (1987), yalnızca bir aksiyon filmi olmanın ötesine geçerek, hayatta kalma gerilimi ve bilimkurgu öğelerini de bünyesinde barındırdı. RoboCop (1987) ise, teknolojinin insan üzerindeki etkilerini ele alan, hem aksiyon hem de toplumsal bir hiciv olarak öne çıktı. Paul Verhoeven’ın yönettiği bu film, aksiyon filmlerinin sadece patlamalar ve kovalamacalarla sınırlı kalmadığını, aynı zamanda toplumun geleceğine dair karanlık bir vizyon sunduğunu gösterdi ve bu yaratıcı yenilenme, sadece eski filmleri yeniden ele almanın ötesine geçti; bu dönemde yapılan filmler, sinema tarihine kalıcı izler bıraktı.
Beetlejuice (1988) gibi filmler, Tim Burton’ın gotik estetiği ve benzersiz mizah anlayışıyla, 80’lerin yenilikçi anlatı dilini en iyi yansıtan örneklerden biri oldu. 1980’lerin sineması, orijinal materyali sadece kopyalamaktan çok, onu evrimleştirerek kendi çağının anlatı araçlarına dönüştürme becerisini gösterdi.
Bugünün yeniden çevrim furyası ise sıklıkla nostaljiye dayanıyor ve orijinal filmlerin ruhunu yeniden yakalamaya çalışıyor. Maverick, Alien: Romulus ve Beetlejuice Beetlejuice gibi yapımlar, başarılı olmalarına rağmen, büyük ölçüde orijinal yapımların nostaljisine dayalılar. 80’ler sineması, bu tür bir nostaljiye ihtiyaç duymuyordu; çünkü o dönemin yönetmenleri, eskiye saygı dururken yeniyi yaratma cesaretine sahiplerdi. Bu yüzden günümüz sinemacılarının 80’lerin yaratıcı mirasını aşmak için nostaljiden sıyrılıp, eskiyi referans alırken onu ileri taşıyan yenilikçi yaklaşımlar benimsemeleri gerekiyor.
O dönem filmlerinin hâlâ etkileyici ve kalıcı olmasının nedeni de bu: 80’ler, sinemanın hem estetik hem de anlatısal anlamda en cesur hamlelerin yapıldığı dönemdi. O yıllardaki sinemasal özgünlüğü bugünle kıyasladığımızda, dönem yönetmenlerinin sahip olduğu yaratıcı özgürlüğün modern sinemada nasıl sınırlı hale geldiği açıkça görülebilir. 80’lerde yönetmenler, stüdyoların baskılarından nispeten uzaktaydı ve filmlerin finansal başarıları kadar yaratıcı başarılarına da önem veriliyordu. Ancak günümüzde stüdyoların finansal kazançlar üzerindeki artan takıntısı, yaratıcı süreçlerin giderek daha fazla kısıtlanmasına yol açıyor. Bu durum, özellikle büyük bütçeli yapımlarda kendini belirgin bir şekilde gösteriyor.
Bugünün film yapım dünyasında stüdyolar ve yapımcılar, yönetmenlerin vizyonlarını kontrol altında tutarak riskleri en aza indirgemeye çalışıyor. Filmlerin geniş kitlelere hitap etmesi gerektiği ve her bir yapımın belirli finansal hedefleri tutturması gerektiği düşüncesi, yaratıcı risklerin alınmasını engelliyor. Bu yüzden birçok film artık “güvenli” formüller etrafında dönüyor. Stüdyoların bu baskısı, özellikle büyük bütçeli projelerde yönetmenlerin ellerini kollarını bağlayarak, özgün ve cesur vizyonların ortaya çıkmasını zorlaştırıyor.
Örneğin, Marvel Sinematik Evreni’nin neredeyse endüstriyel bir düzeye ulaşmış üretim süreci, yaratıcı özgürlüğün nasıl daraldığını açıkça gösteriyor. Yönetmenler, belirli bir ton ve tarzı korumak zorunda olduklarından, riskli veya yenilikçi anlatılara yer verme olasılıkları neredeyse yok olmuş durumda. Aynı zamanda bu filmler birden fazla yapımcı katmanı ve stüdyo denetimi altında şekillendiği için, yönetmenlerin kendi imzalarını taşıyan filmler yapmaları giderek zorlaşıyor.
80’ler sinemasında Ridley Scott, John Carpenter veya Brian De Palma gibi yönetmenler, stüdyo baskısı olmaksızın özgün filmler yaratabiliyorlardı. Günümüzde ise bu isimlerin karşılaştıkları stüdyo müdahaleleri, yaratıcı yeteneklerini sınırlıyor. Zack Snyder gibi modern yönetmenler bile, stüdyolarla yaşadıkları çatışmalar sonucu vizyonlarını tam anlamıyla hayata geçiremiyorlar. Snyder’ın Justice League örneğinde olduğu gibi, stüdyolarla yaşanan bu tür çatışmalar, yönetmenin filminin farklı bir versiyonunun izleyiciye sunulmasına yol açtı.
Bununla birlikte bugün de bağımsız sinemada yaratıcı özgürlükler daha fazla korunabiliyor. Ancak bu yapımlar, geniş kitlelere ulaşma konusunda büyük bütçeli projelerle aynı şansa sahip değiller. A24 gibi stüdyolar, yönetmenlerin yaratıcı özgürlüklerine önem verse de, Hollywood’un büyük stüdyoları nezdinde bu anlayışın yaygınlaşması zor görünüyor. 80’lerin cesur sinemasıyla kıyaslandığında, günümüz sinemasında risk almaktan kaçınma eğilimi, yaratıcı yeniliklerin önündeki en büyük engellerden biri olmaya devam ediyor.