Murat Tolga Şen; Spielberg, Lucas, Dante, Zemeckis ve daha nicelerinin formunun zirvesinde olduğu 80’lere geri döndü, 80’ler sinemasını sizin için yorumladı…
80’ler…
“80’ler” kelimesi artık iyice kabak tadı vermiş olabilir çünkü her yerde yapılan, “yomma hartt yomma soll”lu partiler ve VH1 yüzünden, bizim gibi en sivilceli ergenliğini 80’lerin ortasında yaşamış ve hafızasına flaş anılar çakmışlar bile “artık yeter” demeye başladı.
Ama iş sinemaya ve 80’ler filmlerine gelince durum değişiyor. Sonu gelmez sıkıcı çizgi roman uyarlamaları, manasız yeniden çevrimler ve CGI gösterisi haline gelmiş aptal filmlerin verdiği keçiboynuzu tadı yüzünden olsa gerek, o yıllarda izlediğimiz bol plastik efektli, animatronik canavarlı, çok eğlenceli iyi öykülere ve müthiş oyunculuklara sahip, samimi filmlere olan bağlılığımız giderek kuvvetleniyor.
Harika Çocuklar…
Ayrıca 80’ler, Hollywood denen hayal üretim merkezinin hala en favori ürünü olan “eğlence sineması” için inanılmaz başarılı tarifler barındıran bir dönemi işaret ediyor. Başını Spielberg ve Lucas’ın çektiği, dönemin “harika çocuklar”ının üretimleri o zamanlar çocuk ama şimdi yönetmen olan kimi sinemacılara da cesaret ve ilham vermekte… Bunun son örneği J.J. Abrams yaratımı Super 8 filmi… Abrams, açıkça görülüyor ki, 80’lerin eğlence sinemasını yeniden diriltmeyi planlıyor. Tıpkı izinden gittiği sinemacıların 70’lerin sonunda kendi çocukluklarının sinemasını dirilttikleri gibi… Öyle ya, 50’lerin ucuz seriyallerini izlememiş bir Lucas olmasaydı asla Star Wars olmayacaktı!
Elbette Kuzey Amerikalı sinemacıların 80’leri ilk farkedişi değil bu. 1998’de yapılan Adam Sandler komedisi Evlilik Öpücüğü (Wedding Singer)’dan beri devam eden bir özletme çabası mevcut. Fakat Hollywood’da işler yolunda gitmiyor. J.J Abrams’ın “son harika çocuk” olduğunu onaylatması bir yana, iyice köşeye sıkışan ve hikayeyi tamamen sıfırlayıp sadece efektlere yatırım yapan anlayışın seyirci nezdinde iflas etmesiyle o eski güzel günlere geri dönmek adına verilen en önemli örnek kesinlikle Super 8…
80’leri Anlamak, Anımsamak…
Hollywood hep kocaman ve görkemli bir hayal fabrikasıydı ama 70’lerin son çeyreğinde aniden ortaya çıkan ve “harika çocuklar” olarak anılan bir yönetmen çetesi ilüzyonu daha da büyütmeye karar verdi. Kendi çocukluk hayallerinden yola çıkarak eski B filmlerine yeni bir tarif getirdiler. 50’lerin ucuz seriyalleri bu defa multi milyon dolarlık bütçeler ve zamanının ötesinde görsel efektlerle seyirciye sunuldu. Seyirci bu yeni lezzeti çok sevdi ve 80’ler boyunca hepimizi salonlara çekecek olan filmlerin önü açıldı.
Biraz daha açacak olursak; 70’lerin sonunda, genç ve ihtiraslı sinemacılar olarak çıkış arayan Spielberg, Lucas gibi isimler 50’ler seriyal filmlerinin eğlence ve terör duygusunu “Star Wars”, “Jaws“, “Indiana Jones” gibi filmlerde kullanarak geliştirdiler ve “eğlence sineması” için yeni bir şablon oluşturdular. Bunun önemli sebeplerinden birinin 70’ler boyunca devam eden, “French Connection”, “Straw Dogs”, “Godfather”, “Apocalypse Now”, “Zardoz” gibi realist ve deneysel bir sinema anlayışının eğlence duygusunu sinema salonlarından kovması, film izleyerek eğlenmek isteyen seyirciyi ötelemesi olduğunu düşünüyorum. Hollywood, bir daha asla 70’lerdeki kadar ciddi filmler üretemeyecekti çünkü bu filmler 50’ler ve 60’lar boyunca, dev yaratıkları, bilinmeyen gezegenlerde geçen tehlikeli maceraları, bikinili plaj güzellerini ve çatlak profesörlerin deneylerini izlemiş sıradan seyirci için oldukça sıkıcı ve seyredilse bile, anlaşılması zor yapımlardı.
Düşünmeden izleme, izleyerek eğlenme duygusu o kadar kuvvetliydi ki, az bütçeyle yapılan fakat son derece fiyakalı afişlerle sunulan İtalyan, Filipin ve Hong Kong filmleri dahi dünya pazarında alıcı bulabiliyordu. Türkiye’nin de bir zamanlar büyük bir açıkhava Grindhouse festivaline dönüşmesinin sebebi budur. İtalyanlar 70’lerde erotik komedilerle girdikleri ülkelerde şimdi Mad Max klonu post apokaliptiklerle ve egzotik maceralarla güçlenmekteydiler. Ama hiçbirinin elinde, Hollywood yapımcılarındaki bütçe ve teknik imkânlar yoktu. Yükselen video çılgınlığı ile iştahlanan eğlenceli bir popcorn sineması anlayışı tüm on yıla damgasını vurmaya hazırlanıyordu.
Hem Korkunç Hem de Komik!
Dönemin sinemasal duygusuna daha fazla değinmeden önce, akıllarda kalan, yerlere yatıracak kadar güldüren ama yeri geldiğinde de korkudan tırnak yedirten bazı örnekleri hatırlamakta fayda var. Muhtemelen bu listedeki filmlerin bazıları, 80’lerde sinemaya gitmemiş ya da video çılgınlığına yetişememiş bünyelere oldukça yabancı gelecektir fakat DVD video paylaşım formatı bu neo klasiklerin her yaştan seyirci ile yeniden buluşmasına imkân sağladı. Ayrıca bahsi geçen çoğu film özellikle özel TV kanallarında bolca gösterildiği için, çoğunu birden fazla kez izlemiş olmanız mümkün.
80’ler korku komedileri deyince benim aklıma gelen başlıca filmler: Fright Night, Kayıp Çocuklar (The Lost Boys), Blob, Gremlinler (Gremlins), Küçük Korku Dükkanı (Little Shop of Horrors), The Gate, Tales from the Crypt, Clownhouse, Beterböcek (Beetle Juice), Transylvania 6-5000, House serisinin ilk iki filmi, Nothing But Trouble,The Monster Squad, Night of the Creeps, Child’s Play, Killer Klowns from Outer Space, Yeraltı Canavarı (Tremors), Creepshow, Shocker, Vamp gibi filmler…
Dönemin en çok akılda kalan filmi ise Flatliners’la tanınan Joel Schumacher’in 1987 yapımı, bugün kült bir vampir filmi olarak kabul edilen Kayıp Çocuklar (The Lost Boys)’dur. 80’li yıllara ait neredeyse herşeyi filme başarılı bir şekilde yansıtan The Lost Boys, seyirciyi adeta o yıllara geri götürürken, dönemin popüler şarkılarının yanında oldukça başarılı bir şekilde harmanladığı korku, vampir ve mizah öğeleriyle bugüne kadar yapılmış en eğlenceli vampir filmlerinden biri olmayı başarıyor.
Tema olarak 50’lerin sinema anlayışından ve pulp fiction denilen ucuz okumalıkların beslediği fantastik ve mizahtan faydalanan bu filmler o dönem için devrimsel sayılabilecek plastik ve mekanik efektleriyle de akıllarda yer ettiler. Dönemin efekt ve makyaj ustası ise tartışmaya gerek bırakmayacak şekilde usta işler çıkaran ve özellikle “Kurtadam Londra’da (An American Werewolf in London)” filmindeki tek plan değişim sahnesini aklımıza çivileyen Rick Baker’dır.
Aslolan Hikayedir!
Peki 80’ler filmlerini asıl önemli kılan şey ne? Elbette hikaye… Başlarda efektler ve hikaye aynı derecede önem taşırken ve efektler hikayeyi anlatmak için bir enstürmanken zaman içinde gösterinin kendisi haline geldiler. Bu eğilime de yine aynı adamın, Steven Spielberg’in yol açtığını söylemek mümkün. Jurassic Park’la başlayan CGI çılgınlığı bilgisayarda üretilmiş dinazorların insanları tek lokmada yutuverdiği gibi filmdeki hikayeyi yedi ve seyirciyi sinopsisden çekilmiş mega bütçeli filmlere mahkum etti.
Ayrıca benzerine Ertem Eğilmez’in Arzu filmine ait 70’ler Türk aile komedilerinde rastlanabilen güçlü kastlar bu filmleri eşsiz kılmıştı. Hiç kimsenin Bettlejuice’deki Michael Keaton performansını ya da küçük bir rol olmasına rağmen filmi birine anlatırken kuracağınız cümlenin içinde mutlaka geçecek olan “Küçük Korku Dükkanı (Little Shop of Horrors)”un dişçisi Steve Martin’i unutacağını sanmam. Bu iki ismin yanında, çoğu Saturday Night Live’dan yetişen onlarca yetenekli komedyen bu tür filmlerin en büyük kozu oldu.
Aile Kutsaldır
Aşkı, aileyi ve çocukları kutsayan yüce gönüllü bir anlayış hangi türe yakın olursa olsun dönemin ürünlerinin ortak fikri olmuştur. Erkek izleyicilerin gönlünü fetheden onları bir aileye sahip çıkarken kahraman dönüştüren hikayeler barındırdıkları tüm eğlencenin yanında sanki iyi gitmeyen bir şeyleri önleme çabasıyla çekilmiş gibiydiler. Back to The Future serisinin ilk filminin tüm derdinin sünepe bir babayı bir kuzudan aslana çevirmeye çalışan oğlunun maceralarını, Poltergeist serisinde evin küçük kızlarına musallat olan kötü ruhu defetmek için anne ve babanın el ele vermesi çabasıyla örnekleyebileceğimiz bir durum bu. Dönemin tüm filmlerinde aile tüm zorluklarla test edilir ve direnerek başarır. Aile eksilmiş olabilir ama olsun hala bir ağabeyiniz, ablanız ya da arkadaşlarınız vardır ve onlar da eninde sonunda bir ailedir, sahip çıkın!
Bu, kendisi de emektar bir oyuncu olan dönemin ABD başkanı Ronald Reagan’ın Hollywood yapımcılarına verdiği telkinler sonucu oluşmuş bir şeydi ama o kadar sevimli bir şekilde sunuluyordu ki şimdikinden çok daha naif bir seyirci kuşağının bunu anlayabilmesi imkansızdı. Hem biz rus poposu tekmeleyen Amerikalı klişesine dahi hayrandık o zamanlar… Kendi adıma ben de o zamanlar dünyanın en mükemmel ailelerinin Amerika’da yaşadığını ve korkunç mutlu olduklarını düşünüyordum sonra biraz daha büyüdüm ve Amerikalıların boşanma istatistiklerini gördüm!
Hiç Bir Şey Sonsuza Kadar Sürmez!
Evet, hiç bir şey sonsuza kadar sürmüyordu ve Lunapark’ın ışıklarının kapatılma vakti yaklaşmıştı. Bu müthiş dönemin kapanışını, 90’ların başında çekilmiş ve şu an bir ero-kült mertebesine ulaşmış olan “Basic Instinct” müjdeledi. Tutan mayanın peşinden giden yapımcılar daha psikolojik ve en azından görünürde daha derin olan öykülere kayarak, bizim gibi, hikayesi olan eğlence sineması düşkünlerini oldukça tatsız işlere mahkûm ettiler.
80’ler filmleri, tüm iyi yanlarına karşın zamana direnemediler ve artık ancak arşivcilerin ilgilendiği ya da ara sıra TV’lerin geç yayınlarında rastlayabileceğiniz türden filmler haline geldiler. Ayrıca hipermarketlerin ucuz DVD raflarını karıştırırken birkaçının vanilya baskı DVD’sine ulaşmanız mümkün. Ama sakın zamanında çok güldüğünüz ya da çok korktuğunuz bu filmleri grup olarak ve özellikle genç izleyicilerle izlemeyin. Dönemin ruhunu özümsememiş ve yeni filmlerin aşırı hızlı ama hiçbir şey anlatmayan kurgusuna alışmış bünyeler için artık bir miktar sıkıntı yarattıkları gerçek ne yazık ki.
Ölümden Sonra Hayat Var mı?
Bu aslında mümkün. Spielberg, Lucas, Zemeckis ya da Dante’nin 50’ler filmlerine yaptıkları diriltme aşısını 80’lerin sinema anlayışına da yapmak mümkün. Ama o filmlerin aynısını çekmek yerine daha etkileyici denemelerin yapılması gerekli sanki… Bu aşı sadece Rambo ve klonları gibi dönemin aşırı maço işlerinde tutmaz diye düşünüyordum ama Stallone Cehennem Melekleri ile müthiş bir geri dönüş gerçekleştirdi. Açıkçası Reagan kafasıyla yapılan bu tür filmleri çok fazla özlemiş değilim.
Super 8’in beni epey iyi hissetirdiği ve aynı akşam The Goonies ve Stand by Me’yi seyretmeme yol açtığını düşünürsek, eğer film iyi bir gişeye sahip olursa yeni bir eğilimi tetikleyebilir. Bunun için de 80’leri özleyen ama naftalin kokusunu günümüz seyircisine hissetirmeyen yetenekli yönetmenler ve oyuncular gerekli, bir de John Williams gibi duyguları notaya dönüştürebilen biri…
En İyi 80’ler Filmleri
Yazının sonuna meraklısı için, dönemin “eğlence sineması” anlayışına uygun düşen örneklerinden oluşan kendi “en iyi 20” listemi ekliyorum. Bulun, izleyin!
- Yıldız Savaşları: İmparator (Star Wars : Episode V – The Empire Strikes Back)
- Geleceğe Dönüş (Back to the Future)
- Yokedici (The Terminator)
- Hayalet Avcıları (Ghostbusters)
- Kötü Ruh (Poltergeist)
- Ferris Bueller’le Bir Gün (Ferris Bueller’s Day Off)
- Top Gun (Top Gun)
- E.T. (E.T. The Extra-Terrestrial)
- Indiana Jones: Raiders of the Lost Ark
- Benimle Kal (Stand by Me)
- The Goonies
- Kayıp Çocuklar (The Lost Boys)
- Gremlinler
- Beterböcek (Beetle Juice)
- Küçük Çin’de Büyük Bela (Big Trouble in Little China)
- İçimde Biri Var (Innerspace)
- Karate Kid
- Flashdance
- Teen Wolf
- Risky Business
“Who Framed Roger Rabbit” filmini bilen var mı? Robert Zemeckis’ın yönettiği “canlı-aksiyon”la “animasyon”u başarılı bir biçimde birleştiren 1988 yapımı film…
IMDB link; http://www.imdb.com/title/tt0096438/
Superman ıda sayabiliriz sanırım.
Guzel yazı eline, yureğine sağlık.