Son yıllarda kimse Fransızlar gibi korku filmi yapmıyor, yapamıyor…

Korku değil, artık dehşet filmleri demek istediğim, hem psikolojik gerilim, hem de kan faktörü had safhada “gore” (vahşet) filmleri bunlar… Bu yeni Fransız dehşet dalgası, sinema tarihinde adeta bir çığır açıyor denilebilir. Korku sinemasında bugüne kadar yapılmış en iddalı, en sert, en asap bozucu ve en kanlı filmler ile, yeni Fransız dehşet dalgası, seyircinin midesine ve beynine bir yumruk gibi iniyor. Evet, bu bahsettiğim filmler özellikle; Ils / Them (2006), Frontiere(s) / Sınırda (2007), A L’intérieur / Inside (2007) ve Martyrs (2008) …

horace-saw-and-the-eiffel

Öteki Sinema” sayfalarında incelediğimiz, kan gövdeyi  götüren bir çok “gore” filminden farklı olarak, bu filmler harika görüntülere ve çok üst düzey bir sinematografiye sahip filmler. Tekinsiz bir b-filmin keyfi her zaman ayrıdır. Ama bu filmler de hem oldukça yüksek bütçeli, hem aksyon dozu epey fazla, hem de en ince detayına kadar uğraşılmış sanat filmi havasındalar. Hatta belki de bu filmlere art-house (sanat filmi) yakıştırması yapmak isabetsiz olmayacaktır. İçinde en ufak bir espri, tek bir komik bir sahne bulunmayan, seyircinin psikolojisini bozup, aklının içindeki savunma duvarlarını delip geçmeyi hedefleyen, her biri birer kan banyosu ve kulaklarınızı paralayacak çığlıklarla dolu korku filmleri bunlar…

Fransa’dan gelen bu dalga aslında sinyallerini 90’li yıllar sonunda ve 2000’lerin başında bazı “art-shocker” dediğimiz asap bozucu karanlık sanat filmleri ile veriyordu. Geriye dönüp baktığımızda; Gaspar Noe’nun kıyas kabul etmeyen başyapıtları Seul contre tous / I Stand Alone (1998) ve Irreversible / Dönüş Yok (2002), son derece çıplak ve sert bir dram A ma soeur / Fat Girl (2001), intikam filmi ile porno arasındaki sınırları bulanıklaştıran Baise-moi / Düz Beni (2000), bir seks ve yamyamlık hikayesi Trouble Every Day (2001) ve kesinlikle bir benzerini daha göremeyeceğiniz gariplikte bir karanlık film olan Calvaire / Ordeal (2004) gibi filmler akla geliyor… Ciddi bir korku filmi olmasa da, Vincent Cassel’in harikalar yarattığı, biraz aptalca ve yer yer sıkıcı da olabilen, ama yine eğlenceli ve acımasız bir korku-komedi olan Sheitan (2006) gibi bir film de, Fransız sinemasının kan ve vahşet konusunda çıtayı ne kadar yükselttiğine işaret ediyor.

baise_moi_censure-tile

Bunların dışında da, tam olarak korku filmi sayılamayacak, ancak son derece karanlık başka Fransız yapımları da bu dalgaya eşlik ediyorlar. Cinsel fantazide anne-oğul sınırını zorlayan baştan çıkarıcı Ma Mere / Annem (2004), Hanake’nin Fransız sinemasına hediyesi  La Pianiste / Piano Teacher (2001) ve Cache / Hidden (2005) gibi filmler, bırakın Hollywood sinemasını, başka herhangi bir ülke sinemasından kolay kolay çıkmayacak bir tavırda, gişe kaygısı kesinlikle taşımayan, çok ama çok karanlık filmler. Daha öncesine gittiğimizde, 90’ların başında, insanın kanını donduran bir Hollanda–Fransa ortak yapımı Spoorloos / Vanishing (1993) ve Marc Caro’nun benzersiz kara komedisi Delicatessen / Şarküteri’yi (1991) de unutmamak lazım.

high-tension21

Kimi kaynaklar Fransız sinemasında bu yeni korku patlamasının başlangıcı olarak Promenons-Nous dans les Bois / Deep Into The Woods’u (2000) gösteriyorlar. Scream (1996) sonrası dünyada tekrar geri dönen “slasher” janrasında, Fransızlar da bir deneme yapıyorlar ve bu bir nevi bir modern “giallo” filmi diyebileceğimiz Deep Into The Woods ile kendi ülkelerinde hatrı sayılır bir gişe başarısı yakalıyorlar. İşte bu filmin gişedeki bu başarısı, sanırım, Fransızların kendi korku filmlerine karşı tekrar bir güven sempati kazanmalarını sağlıyor. Yıllardır derin bir uykuda olan Fransız korku sineması yavaş yavaş uyanıyor…

Ancak, aslında bu yazıda bahsettiğimiz bu yeni dehşet dalgasının gerçekten ilk tohumunu atan film Alexandre Aja’nın Haute tension / Switchblade Romance’i (2003) olmuştur diyebiliriz.  Kanımca ortalama bir gore filmi olan Haute tension, tek bir unutulmaz “haneye tecavüz” sahnesiyle sinema tarihinde yerini alıyor. Bu sahne hem çok ustalıkla çekilmiş, insanın içini parçalayan ufak bir kaç vahşet detayı içeriyor, hem de psikolojik olarak “haneye tecavüz” temasıyla Fransız korku sinemasında yeni bir dalga başlatıyor! Yazının başında bahsettiğimiz bu dehşet dalgasının bayrak taşıyan filmleri Ils / Them (2006), Frontiere(s) / Sınırda (2007), A L’interieur / Inside (2007) ve Martyrs (2008), hepsi de insanın evine ve kişisel haklarına yapılan saldırının dehşetini anlatan filmler. “Haneye tecavüz” burada çok önemli. Kimliği belirsiz bir kişi veya kişiler tarafından en saldırgan ve en acımasız emellerle evlerine girilen, hakları ellerinden alınan, veya girdikleri yerde tutsak edilen kurbanların çaresizliğinin dehşeti…  Seyirciye adeta “sen evinde bile güvende değilsin” mesajını veren bu filmler, çok sert ve aşırı bir dozda bir xenophbia edebiyatı yapıyor diyebiliriz (zenofobi, yani yabancılara karşı güvensizlik ve korku). Bu açıdan düşündüğümüzde, ve bu filmlerin gerçekçi olma iddalarını da göz önüne alınca, aslında Fransa’nın politik ve sosyal yapısını kısaca bir gözden geçirmek gerekiyor.

frontieres_still501

Globalizm ile bambaşka sosyal dinamikler üzerine oturmuş yeni dünya düzeninde “modern barbar istilası” diye bir durum var. (Bir Kanada-Fransa ortak yapımı olan Les invasions barbares / Barbarian Invasions / Barbar / Barbarların Istilasi (2003) filminde ölüm döşeğindeki babanın bahsettiği konu) Ülkemizde yaşanan büyük şehirlere göç, şehirlerde artan suç oranı ve kapkaççılık gibi sorunları düşünün. Avrupa da bunun bir benzerini yaşıyor. Hatta modern ülkelerde durum daha da zıt kutuplarda yaşanıyor belki. Bugün Avrupa’nın en zengin ve en modern toplumlarının içinde zar zor (veya zorla) kendine yer edinmeye çalışan, doğulu, az gelişmiş, eğitimsiz, imkanları kısıtlı azınlıkların yarattığı bir gerilim mevcut. Azınlıkların alt kültürü, kaçınılmaz bir şekilde içlerinde yaşamaya çalıştıkları modern dünya ile çatışıyor. Bu kültür çatışmasını en derinden, en sert ve en kanlı şekilde yaşayan ülkelerin başında da hiç şüphesiz Fransa geliyor.

Azınlıklar ve eğitimsiz vatandaşlar ile üst tabakanın arasındaki bu gerilim zenofobiyi, yani yabancı korkusunu da beraberinde getiriyor. Fransa, hem dünya üzerinde sanata en çok değer veren ülkelerden biri, hem de bu kültür çatışmasını en derinden yaşayan ülkelerden biri olunca, Fransız korku sinemasındaki bu aşırı dehşet dalgası kaçınılmaz oluyor; hatta meşrulaşmış ve bir sosyo-politik bir anlam kazanmış oluyor.

someofus_481b05fc251eeÜst tabaka ile alt tabaka arasındaki, şehirlerde ve varoşlarda yaşanan bu gerçek dehşet, sinemada “hoodie horror” diye bir alt janra doğurmuş durumda.  İngiliz yapımı Eden Lake (2008) bu “hoodie-horor”a güzel bir örnek…
(Hoodie: eşofmanüstünün kapişonuna deniyor. Avrupa’da varoşlardaki işsiz güçsüz ve eğitimsiz gençleri hepsi eşofmanüstü ve kapişonla geziyorlar. Böylece suratlarını da biraz kapatmış oluyorlar. Kapkaç, adam bıçaklama, hırsızlık, vandalizm, her türlü pislik iş ile iştigal ediyorlar… Özellikle son senelerde, bu bazı rezil insanlar, ellerine kamera alıp, sokakta dövdükleri insanları kameraya çekme furyası başlattılar. Bu olay Avrupa’nın dört bir yanında büyük bir yankı ve korku uyandırdı. Tabi bu olay sinemada da kendine bir yer buldu).

“Hoodie-horror” janrında da en sert ve en iyi örnek kanımca yine Fransa’dan çıkıyor; Fransız electro grubunun müzik klibi “Stress”. Costa Gavras’ın oğlu Romain Gavras tarafından 2008’de çekilen klip Fransa’da büyük olay yaratıyor, ve sansüre takılıyor. Ancak internet üzerinden “Justice – Stress” diye arayıp bulmak mümkün. Bir kısa film olarak değerlendirirsek, son senelerde yapılmış, gerçek hayatın içindeki dehşeti gösteren en iyi sinema örneklerinden biri. Akıllara hemen yine Fransa’nın sokaklarından bir hikaye ile kült klasik La Haine / Nefret (1995) geliyor.

Fransız korku sinemasının tarihine baktığımızda, köklerinin 1800’lü yılların sonunda Paris’teki vahşet dolu oyunlarıyla ünlü Grand Guignol tiyatrosuna indiğini görüyoruz. (Hatırlarsanız Interview with the Vampire / Vampirle Görüşme (1995) filminde bu Grand Gignol tiyatrosunda geçen bir gösteri vardı). Daha sonra sinemanın doğuşuyla birlikte Fransız korku sineması da doğuyor denilebilir. İlk bilim-kurgu filmi olarak kabul edilen, unutulmaz Le Voyage dans la lune / Aya Seyahat (1902) filminin yönetmeni Georges Melies ve sinemanın doğuşu için yine çok önemli bir başka isim Abel Gance, onlarca hatta kimi kaynaklara göre yüzlerce fantastik öğeli kısa filmler çekiyorlar. Bu filmlerin bir çoğu cadılar, şeytanlar, yarasalar, iskeletler gibi korku unsurları ile dolu. Luis Bunuel’in 1922’de çektiği Un chien andalou / Endülüs Köpeği filmindeki meşhur “göz kesme sahnesi” ise herhalde sadece korku sinemasının değil, genel olarak sinema sanatının en unutulmaz anlarından biri olarak hafızalara kazınıyor.

II. Dünya Savaşı sonrası, Hollywood’un egemenliğindeki korku sinemasında Fransız eserlerine rastlamak oldukça güçleşiyor. Tek tük, ünlü klasiklerin Fransız tekrar yapımlarının, Hollywood’un ürettiklerinin yanında pek sözü edilmiyor. Bir tek 1955 yılında Les Diaboliques diye bir film, gerilim sinemasında olay yaratıyor. Hitchcock’un Psycho / Sapık’ı (1960) çekerken, en büyük ilham kaynağının Les Diaboliques olduğu biliniyor. Film, 50 sene sonra hala bazı sahneleriyle seyirciyi şok edebilen bir güce sahip. Korku sineması değilse de, gerilim ve Hitchcock sineması severler için kaçırılmaması gereken bir başyapıt Les Diaboliques

eyes1-small1960 senesinde ise Fransız korku sinemasının tartışmasız gelmiş geçmiş en ünlü filmi sahneye çıkıyor; Les yeux sans visage / Eyes Without a Face / Yüzsüz Gözler (1960). Saplantılı bir doktor, güzel kızının yüzü bir kazada korkunç bir şekilde bozulunca, kendisine genç ve güzel kadın kurbanlar bularak, bunların yüzlerini kızının yüzüne transfer etmeye çalışır. Deneyleri başarısızlıkla sonuçlanan doktor bir çok genç ve güzel kızın yüzünü mahveder, hayatlarını söndürür… Avrupa’da sansüre takılmaması için filmdeki kan faktörü en aza indirgenmiş olsa da, oldukça sanatsal, çok güzel ve çok acımasız olan Les yeux sans visage, içeriği dolayısıyla kaçınılmaz olarak, vizyona girdiğinde büyük olay yaratıyor ve tepki çekiyor. Başlı başına bir inceleme gerektiren bu başyapıt, günümüzde hala bir çok “ingilizce olmayan gelmiş geçmiş en iyi korku filmleri” listesinde bir numaradadır. Daha sonra 1988 yılında Jess Franco’nun çektiği b-film remake’i Faceless (1988) ise düşük prodüksyon olanaklarıyla, bir klasik olmaktan çok uzak da olsa, kendi çapında oldukça etkileyici bir vahşet filmidir.

1960’tan sonra, yazının başında belirttiğimiz gibi 2000’lere kadar Fransız korku sineması adeta toprak altında derin bir uykuya yatmıştır. Aradan bir tek, yine dünya sinemasının gelmiş geçmiş en ünlü korku filmlerinden biri olarak kabul edilen Le Boucher / Kasap (1970) gibi bir film çıkmıştır. – ki kanımca bu film, kesinlikle bir korku filmi değildir; İçinde cinayet öğesi olan, son derece dokunaklı, karanlık ve sıradışı bir aşk hikayesidir.

2007’de patlayan bu en sert Fransız dehşet dalgasına geri dönecek olursak, bu yeni dalganın mimarı olarak, o Haute tension’daki o tek bir “haneye tecavüz” sahnesinin ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Bu korkunç sahne, zaten yavaş yavaş şiddetini arttırmakta olan Fransız sinemasına büyük bir gaz vermiştir. Akabinde Hollywood’a gidip çektiği bir yeniden yapım (remake) olan The Hills Have Eyes / Tepenin Gözleri (2006) ile yönetmen Alexandre Aja, yine insanın kanını donduran bir haneye tecavüz sahnesi betimlemiştir. Mutlu, orta sınıf, bir beyaz Amerikan ailesinin karavanını tuzağa düşüren mutantlar, saldırdıkları karavanda ailenin babasını canlı canlı yakarlar, anneyi silahla vurup öldürürler, annenin hamile genç kızının göğsünden süt emip sonra onu da beyninden vurarak öldürürler ve ailenin en küçük ve seksi bireyi olan küçük kız kardeşe de tecavüz ederek, ailenin yeni doğmuş ufak bebeğini de yemek üzere kaçırararak karavandan ayrılırlar! … (bu filmi İngiltere’de sinemada izlerken hayatımda ilk defa insanların perdeye doğru bağırıp çağırdığına ve birçok izleyicinin salonu terk ettiğine hayret içinde şahit oldum)  Alexandre Aja’nin The Hills Have Eyes’ı da kesinlikle bu yeni Fransız vahşet dalgasıyla beraber değerlendirilmesi gereken bir filmdir. (Ancak malesef Alexandre Aja daha sonra oldukça vasat P2 (2007) ve vasatın çok altında, rezalet bir remake olan Mirrors (2008) gibi filmlere imza atmıştır. Eh, bir korku filmi yönetmeni için “kötü film” çekmek herhalde bu mesleğin şanındadır demek gerekiyor. Umarız 2009 yılında vizyona girecek, 3 boyutlu Piranha 3-D filmi ile beklentileri karşılayıp, korku sinemasının önemli isimlerinden biri olmaya geri döner Alexandre Aja…)

216203145_12e2a1c053_o-vertIls / Them (2006)

Ils / Them, aslında pek Grand Guignol faktörüne dayanan bir korku değil. Yani kan banyoları, kollar, bacaklar, et kancaları beklemeyin. Ancak buna rağmen Fransız dehşet dalgasının bir parçası olmayı başaracak kadar klostrofobik bir film. Film, Haute Tension’daki “haneye tecavüz” unsurunu alıyor ve bütün herşeyini bunun üzerine kuruyor. Korkunç bir kedi fare oyunu. Gerçek olaylardan yola çıktığını idda eden film, Fransız genç (ve tabi çok güzel) bir çiftin Doğu Avrupa’da ailelerinden kalma kocaman bir köşke tatile gitmeleriyle başlıyor. Gece vakti çift, yataklarına yattığında önce kimliği belirsiz bir telefon, ardından ön bahçede bir araba daha sonra evin kapısında ve hatta tavan arasında sesler çifti rahatsız ediyor. Adeta çocuk oyunu gibi taciz edilen çift, kendilerini taciz edenin kim ve ne olduğunu anlamaya çalıştıkça, hikaye bir gerilim girdabına dönüyor. Şimdi burada bu çifti taciz eden “onlar”ın kimliğini açıklamayacağım ama şu kadarını söylemeliyim ki film son derece gerilimli bir şekilde seyir ediyor. Finale doğru son 10 dakikada nefesimin kesildiğini belirtmek istiyorum. İtiraf etmeliyim ki hiç bir beklentim olmadan yeni izlediğim bu film beni epey sarstı. Sevgili “Öteki Sinema” okuyucuları, bu filmi kesinlikle hemen şimdi gidip alıp izleyin…

Frontiere(s) / Sınırda (2007)

Frontieres, bugüne kadar izlediğim orjinal Texas Chainsaw Massacre (1973) yolunda giden tartışmasız en başarılı film. Texas Chainsaw Massacre’ın gelmiş geçmiş en iyi bir kaç korku filminden biri olduğunu göz önüne alınca, Frontiere(s)’in önemi daha iyi anlaşılıyor. Az önce bahsettiğimiz kültür çatışması ve “hoodie-horror” teması bu filmin başında hemen seyirciye sunuluyor. Hikayemizin kahramanları, polis ile çatışan, hatta polise ateş eden ve polisin yüzüne tabancanın kabzasıyla vuran isyankar gençler. Hal böyle olunca sosyal göndermeler baştan yerine oturuyor. Bu gençler, polisle çatıştıktan hemen sonra şehir dışına kaçarken Fransa-Almanya sınırında bir garip otelde konaklıyorlar. Bu otelde onları nasıl dehşetler beklediğini sanırım tahmin edebiliyosunuz. Grimm Kardeşler’in masallarındaki “yerin yedi kat dibine inmeler”, “çocuk yiyen cadı kadınlar”, “madenciler”, “sofra başında yaşanan dehşetler”… Texas Chainsaw Massacre’a yakışır bir şekilde Frontiere(s), gerçekten dehşet dolu bir tutsak edilme ve hayatta kalma hikayesi sunuyor. Filmin Grand Guignol faktörü bugüne kadar gördüğünüz bütün filmleri solluyor. Bazı kaynakların haberine göre Amerika’daki sansür sistemi, bu filme NC-17 vermekten son anda büyük tartışmalar sonucunda vazgecirilebilmiş. Son yıllarda izlediğim tartışmasız en iyi aksyon/korku filmi diyebilirim Frontiere(s) için.

A L’interieur / Inside (2007)

Kelimelerin yetersiz kaldığı bir intikam ve haneye tecavüz hikayesi… Film, hemen bir araba kazası ve bu kazada kocasını kaybeden hamile bir kadın ile açılıyor. Karakterleri tanımak bile yok. Öyle sert ve ani. Kazanın ardından ruhsal olarak zombiye dönen kadın, bir kaç ay sonra doğurmak üzere, karnı burnunda, evinde tek başına uyumak üzereyken kapı çalınır. Gelen, kadının kocasının eski sevgilisi olup, kadının karnındaki bebeği öldürmek isteyen manyak bir diğer kadından başkası değildir. Evet, son derece basit, hatta belki biraz sığ bir hikaye. Ama bu sığlık ile birlikte gelen kaldırması güç vahşet sahneleri de filme adeta daha da “vahşet için vahşet”, “sanat icin sanat” kimliği veriyor. Özellikle final sahnesi ile korku izleyicisini kesinlikle tatmin eden bu film, öyle her sinemaseverin izleyebileceği cinsten degil. Seyrettikten sonra uzun süre izleyenin aklında kalacağı kesin. Baştan sona izleyiciye saldırıyor film. Bu kadar saf vahşete odaklanan, hikayeyi arka plana atan ve bu kadar ustalıkla çekilmiş, pırıl pırıl bir film… sinema tarihinde bir başkasını bilemiyorum. Belki.. bir de… Martyrs

Martyrs (2008)

Martyrs enteresan bir film. Tarif etmesi zor. Yine A L’intérieur / Inside gibi kupkuru, son derece soğuk, son derece sert bir film. Aslında bu yeni Fransız dehşet dalgasının en saldırgan filmi Martyrs olmasına rağmen benim için bu mahşerin 4 atlısı gibi 4 film içinde en az sevdigim film de yine Martyrs. Filmin, A L’intérieur gibi pamuk ipliğine bağlı bir konusu var. Sadece filmin finalinde herşey şekillenince bir derinlik kazanıyor film. Filmin kazandığı derinlik çok ama çok güzel olmakla beraber, filmin ortalarındaki bitmek bilmeyen işkence sahneleri beni ikna etmedi. Günümüzde internet üzerinden istemediğiniz kadar işkence görüntüsüne ulaşmak mümkün. Bunları izleyip, ruhen çok zedelenmiş biri olarak söylüyorum ki, Martyrs’daki işkence sahneleri hava civa… Yani sahneler çok iyi ve inandırıcı çekilmiş, ona bir diyeceğim yok. Ama kimse beni bu filmde gördüklerimizin dünya üzerindeki en ağır işkenceler olduğuna inandıramaz (ki film bunu idda ediyor, konusunu bunun üzerine kuruyor). Film, Haute tension’a rakip olabilecek şok edicilikte bir “haneye tecavüz” sekansı ile açıldıktan sonra, çığlıklar, agresyon ve çaresizlik filmin sonuna kadar hiç hız kesmeden devam ediyor. Aynı A L’intérieur’deki gibi Martyrs’i da farklı yapan, üst düzey bir sinematografiye sahip olması ve baştan sona şiddet, işkence ve kan içinde yüzüyor olması. Yani film, salt tavır olarak, saldırganlığı, soğukluğu ve aşırılığı ile kendine sinema dünyasında özel bir yer ediniyor diyebiliriz.

vinyan

Yeni Fransız dehşet dalgası, bir açıdan da, 2004 yılından beri dünyada gişeleri kasıp kavuran Hollywood korku filmleri Saw / Testere (2004) ve Hostel (2005) filmlerine bir cevap niteliğinde düşünülebilir. Ancak belki de Hollywood’a çıtayı yükseltmek için ilham kaynağı olan, yine Alexandre Aja’nin Heute tension’indaki haneye tecavüz sahnesindeki kan ve dehşet olmuştur. Ancak, tavır olarak Fransız filmlerinin yerinin bambaşka olduğu kesin. Sadece kan görmeye giden sığ sinema izleyicisinin ötesinde hakikaten sanatseverlere hitap eden kuru bir dehşetin ve vahşetin yaratıcısıdır bu yeni Fransız filmleri… Öyle ki, “giallo” ile birlikte 1970’lerde ve 80’lerde İtalya’da patlayan, başrollerde Lucio Fulci ve Dario Argento’nun olduğu, akıl almaz korku filmleri dalgası bile, sinematografik açıdan bu yeni Fransız dehşet dalgasının yanına yaklaşamaz. Ama zaten Marquis De Sade’ın ülkesinden de bu beklenirdi! Grand Guignol’den ultra-realist zenofobi korkusuna uzanan Fransız dehşet dalgası bu sene de Vinyan (2009) diye çok iddalı bir film ile saldırmaya hazırlanıyor. Bakalım önümüzdeki senelerde Fransız dehşet sinemasını daha nerelere gidecek? Heyecan ve korku içinde bekliyoruz…

Can Evrenol – canevrenol@otekisinema.com

blank

Can Evrenol

University of Kent’ten “Sanat Tarihi” ve “Film Theory”mezunu. Bahçeşehir Üniversitesi’nde seçmeli sinema dersi vermekte. MEHTAP ve OMEGA VATAN isminde iki kısa romanı var. Yeni sinema filmi SAYARA (2024) çok yakında!

15 Comments Leave a Reply

  1. tamamen şans eseri denk geldiğim a l’interieur’ün başında filme dair yaptığım tahminlerin filmin sonunda nasıl çocukça, saf ve iyi niyetli “temenniler” olduklarını şaşkınlıkla görmüştüm.

    geçen sene gevrek gevrek sırıtarak izlediğim 3 filmden biriydi.

  2. Çok şık bir yazı olmuş. Son dönemlerde Fransız dehşet sineması ciddi sayıda işler üretmeye başladı. Can’ın da belirttiği gibi hemen hepsi dikkat çekici örnekler. Yazıda ismi geçenlerin hepsi önemsediğim filmler.

    Özellikle 1972 doğumlu Fabrice Du Welz, Calvaire ile ekstra ilgiyi hak ediyor. Merakla beklediğim yeni filmi Vinyan, fragmanından izlediğim kadarı ile beklentimizi boşa çıkarmayacak gibi duruyor.

    Can’ın mahşerin dört atlısı olarak isimlendirdiği filmlerden favorim A L’interieur/Inside (2007). Frontiere(s) (2007) bana gereğinden fazla uzunmuş gibi geldi. Yemek sahnesi ile başlayan düşük tempolu ve kör göze parmak açıklamalara boğulmuş kısmı filmden çekip alsak çok daha etkili olurmuş sanki.

    Gereksiz Not: Ben mahşerin dört atlısına Ils / Them (2006) yerine Haute Tension’ı (2003) eklerdim. :)

  3. Tam anlamiyla bir korku filmi sayilmasa da Martyrs ve L’interieur gibi filmlere kiyasla daha cok begendigim Dans Ma Peau’yu da yukarida bahsi gecen filmler arasina eklemeden gecemeyecegim.

  4. Sadece dehşet ve korku temalı filmlerde değil, toplumsal eleştiri içerikli filmlerde de çok iyiler.

  5. Haute tension’ın ne zaman izlendiği de önemli diye düşünüyorum. zamandan kastım “gece mi gündüz mü, yalnız bir vakit mi?” gibi değil; “2003 mü 2008 mi?” gibi daha çok.

    twist manyağı olduğumuz bir dönemin öncesinde mi sonrasında mı? shyamalan’ın twist kustuğu dönemlerde mi amenebar’ın others’ını izledikten sonra mı yoksa önce mi?

    breaking down ve identity ile aynı dönemlerde mi?

    kendi adıma 2003 yılında seyredip bayıldığım bir film olmuştu haute tension. cécile de france ise ekstra büyüleyiciydi diyebilirim. aja bu film sonrasında hayalkırıklığına uğratmış olsa da haute tension’ın yeri her zaman ayrıdır. çocukluğumda okuduğum bir dean koontz kitabına da feci halde benzetmiş olmam da sevmem de büyük bir etken olabilir.

  6. benim aram bu yeni nesil Fransız filmleriyle pek iyi değil. Abartıldıklarını düşünüyorum işin açıkçası. Haute Tension çok vasat bir film, hikayesi zayıf değil yok. Filmin sonunda da bu eksiği kapatmak için çok dandik bir sürpriz kullanılmış. Sheitan ise kaba saba bir komedi olarak ilerliyor ama finali sayesinde bazı parçalar yerine oturup, anlam kazanıyor. Gene de roxanne masquida olmasaydı filmin ilk yarısına tahammül edemeyebilirdim. Inside ise gerçekçi bir tonda ilerlerken şiddeti abartma sevdası yüzünden sahip olduğu atmosferi zedeliyor. iyi olduğu için değil sadece aşırıya kaçtığı için dikkat çekebilecek bir film. Martyrs’a ise çok övüldüğü için sinemada gitmeyi düşünüyorum ama şiddet şahane gerisi bahane tadında bir filmse hayalkırıklığı olacak sanırım. Bu filmlerin içinde trouble every day’i ayrı bir yere koyuyorum. Kesinlikle bir korku filmi olmamasına rağmen tüm bu filmler içinde mideye yumruğu en sert indiren olmayı başarıyor.

  7. Öncelikle yazıyı çok büyük bir zevkle okuduğumu söylemek istiyorum . Bu uzun ve güzel yazı için teşekkürler . Bahsedilen 2000 sonrası Fransız filmlerinin bir çoğunu izlemiş olmama rağmen daha önceki filmlerin bir çoğunu duymadığımdan onlarıda izleyeceğim . 2000 sonrası gerilim ve korku filmlerinde beni en çok etkileyeni A L’interieur (İçerde) filmi oldu . Sonra sırasıyle Haute Tension , Frontiere(s) , Martyrs ve son olarak İls . Özellikle Martyrs aralarında beni en çok hayalkırıklığına uğratan film oldu . Kesinlikle daha iyi bir film bekliyordum . Affınıza sığınarak yazıdaki İçerde filminin konusunda yazılan bir noktaya takıldığımı söylemek istiyorum . Yazıda katilin , kurbanın kocasının eski sevgilisi olduğu söyleniyor . Ama benim hatırladığım katil fimin başındaki kazada bebeğini kaybeden bir yabancıdan başkası değildi . Ne olursa olsun yinede film oldukça başarılıydı . Bunların dışında izlediklerimden Vincent Cassel – Monica Belluci çiftinin filmi olan Sheitan bana göre garip ama hayalkırıklığı yaratan bir filmken Irreversible , Sheitan ‘ın aksine şok edici ve muhteşem bir film olmuştur. Son olarak yazıdada belirtildiği gibi yeni Fransız filmlerini merakla beklemeye devam ediyoruz .

  8. Baise Moi ‘ yi yeni izledim . Aykırı filmlere karşı olmamama rağmen bu filmden hiç haz almadım . Okuduğum kimi yorumlardanda filmin farklı ve sanatsal olduğu yorumlarına kesinlikle katılmıyorum . Bazı pornografik ve gerçekçi sahneleri dışında hiç bir özelliği olmayan bir film olarak görüyorum . İzleyenler fikrime katılırmı bilemem ama her aykırı filme olduğunun üzerinde değer biçmeninde gerekli olduğunu düşünmüyorum . Bu filmi de kesinlikle ne sanatsal ne de sinema tarihinde önemli bir yeri olacak bir film olarak göremiyorum .

  9. Kesinlikle kırsal kesimlerde şiddette değinilmeye çalışmışlar bütün filmlerinde

  10. Benim için Fransız korku sinemasına giriş dersi olacak bu yazıyı saklayıp, filmleri izleyip yorum için yine buraya döneceğim. Böyle bir yazıyı hazırladığınız için çok teşekkür ederim. Yeni yazılarınızı merakla bekliyorum.

  11. Martyrs’i izledim. Oldukça enteresan br film. Acı’nn limitlerinde nelerin bulunduğunu açıklamaya çalışan , nirvanaya ulaşmanın işkeceden geçen başka yolunun olduğunu söyleyen ve ortaya koyduğu konuyla diğer filmlerden ayrılan bir film olduğunu söyleyebilirim. Korku filmi seven arkadaşlara şiddetle tavsiye ediyorum.Saygılarımla. Timur Sarıgül

  12. Adı geçen fransız korku filmlerinin hemen hepsini izledim ve evrenol’la aynı duyguları paylaşıyorum diyebilirim.Ayrıca bu sinemaya ait harika bir yazı olmuş tebrikler.

    Vinyanı izlemiştim beni bir diğer adı geçmeyen Fransız dehşet filmi humains le beraber hayal kırıklığına uğratmış bir yapımdır.Pek beklediğimi bulamadım.Ils (them)ise bir çok kez korku sever arkadaşlara karşı savunduğu ve beğendiğim bir film bunda hemfikiriz.

  13. calvaire izlediğim gerilim korku örneklerinin içinde en iyilerinden biriydi.çok gerçekci bir aksiyona sahip ülkemizde eminimki buna benzer olaylar yaşanıyor..

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Öğlen Sıcağında Şerif Olmak Ne Zor: High Noon

1952’nin kavurucu yaz sıcağında ve tam da öğle vakti karşımıza
blank

Bir Ceza Avukatının “Yasaklı” Anıları

Lütfi Akad, TRT bünyesinde Bir Ceza Avukatının Anıları başlığında 6