“Uzun zaman önce, çok da uzun değil… Bir kirpi varmış. İsmi de Brian’mış. Brian ormanın derinliklerindeki ‘Tuhaf Vahşi Dünya’ denen karanlık ve korkunç bir mağarada yaşarmış. Karanlık çöktüğünde ise ormanda ulumalar yankılanırmış. Brian’a göre bazen ay bile ona karşı pusu kurarmış. Fakat Brian korktukça sinirlenirmiş. Bir gece iliklerine kadar korkmuş ve kendini bir canavara çevirmiş…”
Son on yıldır, okyanusun doğu yakasından çıkan önemli işlerin büyük bir kısmında Simon Pegg’i gördüğümüz gerçek. Yıllarca izleyicinin karşısına ağırlıklı olarak TV projelerinde çıkan Pegg, Edgar Wright ile iş birliği yaptıkları Shaun Of The Dead ile birlikte, kendisini gözden kaçıranların da ilgisine mazhar olmayı başarmıştı.
Edgar Wright ile işbirliğine gittikleri bir sonraki projeleri Hot Fuzz’un ardından, bu ortaklığın kimyasının değişmeyenleri de az çok belli oldu. Daha sonra ise hem Pegg hem de Wright, okyanusun karşısına geçerek farklı projelerde yüzlerini bizlere gösterdiler. İkili önümüzdeki yıl The World’s End ile birlikte yine aşina olduğumuz bir iş patlatacak kuşkusuz. Diğer taraftan Pegg’in karşımıza çıktığı proje sayısı da günden güne artarken, kendisini vasat rollerde gördüğümüzde de yumruk yemişe dönüyoruz ister istemez.
Korkuyu neredeyse zevksel bir duyguya dönüştüren Jack (Simon Pegg) çocuk kitapları yazmaktan sıkılıp, bir anda kendisini polisiye – gerilim romanları yazmaya adamış yarı kaçık bir yazar. Özellikle Viktöryen döneme ait seri katillerin hayatları bir anda Jack’in ilgisini çekmeye başlıyor ve hikayelerini de genellikle bu eksen etrafında döndürüyor. Fakat zaman içerisinde, dönemin katillerine olan ilgisi ve araştırma süreci Jack’i paranoyaklaştırmaya başlıyor. Anlatmak için hazırlandığı hikayelerin etkisinde kalmaya başlayan Jack, yersiz bir şekilde öldürülme korkusuna kapılarak, hayatı kendisine zindan ediyor. Nereden çıktığı belli olmayan bir Hollywood yapımcısı da Jack’in yazdığı senaryoya ilgi duymaya başlayınca, her şey daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Paranoyaklığı dibine kadar yaşamakta olan yazarımızı kelimenin tam anlamıyla patlatacağına inanılan bu hikaye, yavaş yavaş Jack’in çürüyüp gitmesine yol açıyor. Jack’in öldürülme korkusundan kurtulabilmesinin yegane koşulu ise, mevcut bütün korkuları ile yüzleşme cesaretini göstermek oluyor bir nevi.
Jack’in korkularının kaynağı ise oldukça trajik. Korkularını besleyen ana neden, beş yaşındayken annesi tarafından terk edilmiş olması. Jack, her ne kadar bu opsiyonu sahiplenmese de, film boyunca yavaş yavaş çözülecek olan korkularının başında, kaybedilme korkusu geliyor. Dr. Friedkin’den psikolojik yardım alan Jack, korkularının üzerine gitme adımını, “çamaşırlarını yıkama korkusunu” yenerek atmayı seçiyor. Özellikle çamaşır yıkama servisinde geçen oldukça uzun ve eğlenceli sekans, filmin en keyifli taraflarından biri diyebilirim. Eline yanlışlıkla yapıştırdığı ekmek bıçağı ile, Tucker ve Dale ikilisini bile kıskandıracak yanlış anlaşılmalara mahal veren Jack, korkularından kurtulmak için izleyeceği meşakkatli yolda kah düşüp kah kalkarak şapşalca ilerliyor.
A Fantastic Fear Of Everything, belli başlı korku – gerilim klişelerini kaşısa da, bir buçuk saati aşkın süresi boyunca nefes darlığı olmaksızın ilerleyemiyor. Aslında Crispian Mills ve Chris Hopewell ikilisinin filmde uyguladıkları kendilerine has metotların fazlasıyla keyifli olduğunu iddia edebilirim. Basit açılış jeneriğinden tutun, Harold The Hedgehog’da geçen kirpi Brian’ın stop motion animasyon öyküsüne kadar, parçalara ayrıldığında her biri ayrı tat veren dokunuşlar mevcut filmde. Fakat bunlarla birlikte Mills’in hikayesi biraz fazla dağınık. Hatta izleyicinin hikayeye adapte olma sürecinin kolay olduğunu söylemek oldukça zor.
Yine de Simon Pegg’in yüzü suyu hürmetine şans vermekten çekinmemek gerekir. Malumunuz Crispian Mills’de, fazlasıyla taze bir isim. Hikayenin lokomotifi her ne kadar Pegg’in performansından ziyade Mills’in öykü anlatımı olsa da, izlerken “daha iyi ihtimalleri düşünebilmek” adına bile dikkate değer A Fantastic Fear Of Everything.