Aslında Guess Who’s Coming to Dinner? (Beklenmeyen Misafir, 1967) filmindeki önemli bir sahneyi merkeze alan bir deneme yazacaktım ama o sahnenin sıra dışı özelliğini anlatmak için Rob Reiner’ın A Few Good Men’inden (Birkaç İyi Adam, 1992) bir sahneyi örnek vermek istedim, yazı çok uzadı, ben de ikiye bölmek durumunda kaldım. O nedenle bu A Few Good Men denemesini Guess Who’s Coming to Dinner? denemesi için bir tür ön-hazırlık yazısı kabul ediniz.
Sinema tarihinde efsane mertebesine erişmiş bazı çekim öyküleri vardır. Bunlardan biri de A Few Good Men filminde Jack Nicholson’ın canlandırdığı Albay Nathan R. Jessep’in ifade verdiği o meşhur mahkeme sahnesinin (Sen gerçeği kaldırmazsın!/You can’t handle the truth!) çekildiği güne aittir.
Aaron Sorkin, A Few Good Men’i önce tiyatro oyunu olarak yazmıştı, yazmaya başladığında henüz 26, bitirdiğinde 28 yaşındaydı. Ama daha oyunun prömiyeri bile yapılmadan film hakları satılmıştı. İlk kez 1989 yılında sahnelenen ve iki sezon oynanan oyun ona çeşitli ödüller getirmişti. Broadway’de çok başarılı olan oyundaki Albay karakterini Michael O’Hare canlandırmıştı. (Sonraki yıllarda bu rolü Ron Perlman ve Stephen Lang de oynayacaktı.) Peki ama bu önemli rol sinema filminde hangi büyük aktöre gidecekti? Tüm Hollywood bu soruyla çalkalanıyordu. A Hatful of Rain, A Streetcar Named Desire gibi çok tutmuş tiyatro oyunları sinemaya uyarlanacağında bütün bir Hollywood bilhassa başrolü/başrolleri kimin oynayacağına kilitlenir. A Few Good Men filmini ön-yapım aşamasında albay rolünü oynama teklifi Gene Hackman’a götürüldü, Hackman filmin çekim tarihleri (Ekim, Kasım 1991) Clint Eastwood’un Unforgiven’ı (Affedilmeyen, 1992) ile çakıştığı için rolü geri çevirmek durumunda kaldı. 55 yaşındaki Jack Nicholson, bir tanesi bir dakikadan kısa olmak üzere sadece dört sahnede gözükeceği yan rolü o güne kadar pek görülmedik astronomik bir meblağ karşılığında kabul etti: 10 günlük çekim için 5 milyon dolar! (Bugünün hesabıyla 11 milyon dolar ediyormuş.)
Albay’ı Jack Nicholson’ın canlandıracağı bilgisi süratle kulaktan kulağa yayıldı. Önce bir masanın başında rolü olan aktörlerin repliklerini okuduğu okuma provaları yapıldı. Filmde yer alan aktör Noah Wyle, Jack Nicholson için, okuma provalarında bile filmdeki ciddiyeti ve mükemmelliği taşıyordu, o ilk kez okumasını yaptıktan sonra benim sandalyeme oturma şeklim bile değişmişti diyor. Provalara katılan Aaron Sorkin de Wyle’ı doğruluyor. Hâliyle bunu duyanlar arasında çekimlere gelmek isteyenler de artıyor.
Birçok sektör emekçisi stüdyodaki bağlantıları aracılığıyla albay karakterinin tanık kürsüsüne çıkarılacağı ifade sahnesinin tam olarak hangi günlerde çekileceğini öğrenmeye çalışır. Önce beş ayrı gün boyunca günde 10-12 saat olacağı bilgisi yayılıyor. Sahne uzundur (ilk hâli 17 dakika).
Derken çekim yeri (Culver City Stüdyoları) ve günü netleşir. Derler ki o gün aslında sette olması gerekmeyenler de (repo günü olanlar da) dahil olmak üzere herkes Jack Nicholson’ı seyretmeye gelmiştir. Hatta yakınlardaki diğer setlerde film çekimleri durmuş, aralarında Demi Moore’un o tarihteki eşi Bruce Willis’in de bulunduğu bir sürü sinemacı Nicholson’ın performansını canlı seyretmeye gelmiş, izin alabilenler içeriye/sete girmiş. Meryl Streep ve Goldie Hawn ile birlikte Death Becomes Her’ü çekmekte olan Bruce Willis’in o gün sırf burada bulunmak için seti durdurduğu, Nicholson’ı izlemeye gittiği söylenir. Sadece set çalışanları mı? Hayır. Birçok kişinin ailesi de Jack’i canlı izlemeye gitmiş. Bunların arasında en garibime giden, filmde bir rolü de olan komedyen Kevin Pollak’ın annesi ve üvey babası oldu. Pollak, How I Slept My Way to the Middle Secrets and Stories from Stage, Screen, and Interwebs adlı kitabında Jack Nicholson’ın büyük bir hayranı olan annesinin yaptığı yaramazlıkları da eğlenceli bir dille anlatır. Kevin Bacon’dan Kiefer Sutherland’e, Tom Cruise’dan Rob Reiner’a kadar o çekim günlerinde orada olan herkes bugün hâlâ katıldıkları programlarda o sahnenin hikâyesini anlatıyorlar. Peki neydi o günü unutulmaz kılan detay?
İlk kayıt gününde setteyiz. Yönetmen Rob Reiner mahkeme çekiminden önce Jack Nicholson’ın yanına gidiyor. Diyor ki, “Jack, istersen önce mahkemedeki diğer kişilerin (senin konuşmana verecekleri) reaksiyonları/tepkileri kayda alayım, sen kamera dışında olacaksın ama sen de tiradına alışmış olursun”. “Tamam” diyor Jack, “Öyle yapalım”. Hazirunun jest ve mimiklerini kayda alacak olan Reiner’ın “Ekşın/Motor!” demesiyle beraber Jack Nicholson tümüyle konsantre biçimde repliklerini âdeta makineli tüfek gibi kusursuz bir şekilde sıralıyor. Sonra kamera başka birine odaklanıyor, Jack tekrardan baştan başlıyor ve yine kusursuz. Sonra üç, sonra dört! Reiner diyor ki Jack Nicholson’a, “Jack, istersen ağırdan al, kendini yorma. Tümüyle konsantre olmana gerek yok. Rahat ol, sen kamerada değilsin, zaten biz senin sesini de bindirme yaparız.” “Devam edelim” diyen Jack Nicholson, ki tanıklar bu bilgiyi doğruluyor, her seferinde metinde ufak tefek değişiklikler yapmış olmasına rağmen, her yeni tiradında bir öncekinin gücünü aşan bir performans sergiliyor. Christopher Heard’ün Living Dangerously adlı Kiefer Sutherland biyografisinden öğrendiğimiz kadarıyla Sutherland de Jack Nicholson’ın her seferinde monoloğuna bir şeyler eklediğini, yine de mükemmelliğini yitirmediğini belirtir. Nicholson devam ediyordur. Beşinci çekim, altı, yedi! O gün o sette bulunan herkes, nesilden nesile aktarılacak bir tarihin parçası olduğunu anlamaya başlıyor. Tepki/reaksiyon çekimleri tamamlanıyor.
İki gün sonra bu sefer Jack Nicholson’ın kameraya alınacağı o meşhur konuşmanın çekimi geliyor. Bu çekim üç gün olarak planlanmış. İlk gündeyiz. Set yine ana-baba günü gibi. Müsait olan ve içeriye girmeyi başaran herkes orada. Kameranın arkasında en az 200 kişi var, önünde sadece Jack Nicholson ve iki-üç aktör. Reiner o âna kadarki tüm çekimlerde Albay Jessep’ı bulunduğu ortamın/sahnenin hâkimi kılacak bir çerçeveleme (etrafında dolanan, önünde eğilen, karşısında el pençe divan duran askerlerle beraber) seçerken ifade (mahkeme girişinde değil) kürsüsü sahnesinde alanı/mekânı daraltır. Kamera klostrofobi yaratmak amacıyla ustaca kullanılır. Albay kapana kısılmış şekilde, huzursuz bir insan olarak resmedilir.
Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra Rob Reiner, “Ekşın!” diyor. Jack Nicholson ilk seferinde mükemmel oynuyor. Sıfır hata. 200 küsur kişinin tıka basa doldurduğu salonda çıt çıkmıyor. Herkesin nefesi kesilmiş. Rob Reiner “Bir kez daha alalım” demiş, bu sefer ilkinden de iyi olmuş. Zaten mükemmel olan bir şeyi daha da mükemmel hâle getirdi diye anlatıyor Pollak. İkinci tekrardan sonra Reiner sahneyi durdurmuş, daha iyisi olmaz, paketliyoruz diye. Kiefer Sutherland de “ikinci” diye anlatıyor, Pollak “üç” diyor. Neyse, rivayet odur ki, nihai kurgudaki Jack Nicholson’ın ilk versiyonuymuş/performansıymış.
Hayatım boyunca onca biyografi, otobiyografi, hatırat ve söyleşi okudum, belgesel ve talk-şov izledim, yemin ediyorum, bu ayarda bir “her tekrarda ufak değişikliklere rağmen bir önceki mükemmelliği aşmak” hikâyesine sadece birkaç kez denk geldim: Robert De Niro’da, Marlon Brando’da, Paul Muni’de ve Spencer Tracy’de…
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç
Not 1: Gösterime girdiği yıl çeyrek milyar doların üstünde bir gişe gelirine ulaşan A Few Good Men (1992) Jack Nicholson’a Akademi Ödülleri’ndeki 10. adaylığını getirdi, kaderin garip bir cilvesi olarak, o yılın En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscarı Unforgiven’daki Küçük Billy rolüyle Gene Hackman’a gitti.
Not 2: Albay Jessep’ın ifade vermek için kürsüye çıktığı zamanki durumun resmedilme şeklinin hem senarist (Aaron Sorkin) hem de yönetmen (Rob Reiner) tarafından hangi büyük filmden ödünç alındığını (“araklandığını”?) bilmem söylememe gerek var mı? Tabii ki var, benim dışımda bunu hatırlayacak beş kişi bile çıkmaz. Humphrey Bogart’ın Quegg rolüyle sahnede âdeta devleştiği, mahkemedeki ifade sahnesinde kariyerinin en iyi oyunlarından birini verdiği The Caine Mutiny (Denizde İsyan, 1954). Rivayet odur ki yönetmen Edward Dmytryk mahkeme sahnesini bitirmek için “Kestik!” dedikten sonra tüm film ekibi var güçleriyle Bogart’ı alkışlamışlar. Bogart o filmindeki muazzam oyunculuğuyla Oscar’ı evine götürebilirdi ama o yıl bir sinema tanrısına ve onun gelmiş geçmiş en iyi performanslarından birine tosladı: Rıhtımlar Üzerinde (On the Waterfront, 1954) filminde Terry Malloy rolündeki Marlon Brando’ya.
Böyle birşey yok mükemmelsiniz.
Mükemmel bir sahne kesinlikle. Emeğinize sağlık