Annem 25 Mart’ta beyin ameliyatı geçirdi. Ameliyatı başarılı geçti, sonrasında bazı komplikasyonlar oldu ama şu an durumu genel olarak iyi. İki aylık bir aradan sonra yayımlanan ilk yazımın bu film hakkında olmasını istememin çok özel bir sebebi var.
Annem birkaç yıl önce bana bir film önermişti, kendisi izlediği dizi (Çukurova, Yalı Çapkını vs.) ve filmlerden (Ali Baba ve Yedi Cüceler, Eyvah Eyvah) bahseder, neyi izlemeyi çok istediğini söyler (Ayla, Müslüm vs.) ama bana asla film önermez, asla. Hâliyle filmi aşırı merak ettim ama adını bilmiyordu, konusunu anlatmadı, sadece bir anne-oğul filmi olduğunu belirtti ama izlediği kanalı, günü ve saati söyledi. Araştırdım, hangi film olduğunu hemen tespit ettim. Sonra filme de bir şekilde ulaştım ama konusunu okuyunca izlemeye korktum. Bir müddet direndim ama sonra annemin mutlaka soracağını (ve hakkında konuşmak isteyeceğini) bildiğim için cesaretimi toplayıp izledim. Film, Stephane Brize’nin ülkemizde Bir Yudum Bahar (Quelques heures de printemps / A Few Hours of Spring, 2012) adıyla gösterilen dramasıydı.
Cezaevinden yeni çıkmış “yaramaz” bir oğul var, adı Alain Evrard (Vincent Lindon), iş bulana kadar aralarında bazı çözülmemiş meseleler olduğunu anladığımız annesi Yvette Evrard’ın (Helene Vincent) evinde yaşamaya başlıyor. Baba birkaç yıl önce vefat etmiş. Anne ve oğul iki yaralı ruh, acılarla dolu bir geçmişten bugüne geldikleri belli, ikisinin de iletişim problemleri var. Konuşulmayanların ağırlığı altında zamanla ezildikleri ortada, ufak patlama anlarında (“Bağırma! Baban gibi konuşman seni haklı çıkarmaz.”, “Hiçbir işi doğru düzgün yapmamandan bıktım!”, “Ne istiyorsun? Hapse geri dönmemi mi?”) bunu seziyoruz. Neyse, annede bir benin yol açtığı kötü huylu melanomdan kaynaklı tümör olduğunu ve metastaz yapıp beyne sıçradığını öğreniyoruz, üstelik iki-üç yerde ödem de yapmış. Maalesef Yvette’in çok az ömrü kalmış, doktorlar hastalığının artık tedavi edilemeyeceğini söyleyip, palyatif bakımı öneriyorlar. Terminal aşamadaki Yvette ise onun yerine İsviçre’deki bir klinikte “yardımlı/destekli intihar” (assisted suicide) ile hayatına son vermeyi istiyor (ve planlıyor).
Bir Yudum Bahar son derece minimal dokunuşlarla hem ülkenin ekonomik açıdan içinde bulunduğu darboğazı resmediyor hem de sorunlu bir anne-oğul ilişkisini… Bunu yaparken iki ana karakterin psikolojilerini mercek altına alıyor. Ama filmi unutulmaz kılan öğe, bir tür ötenazi talebinde bulunan annenin akıbeti oluyor. Ötenazi Fransa’da yasak olduğu için anne -imzalamış olduğu belgeleri ortada bırakarak- dolaylı olarak oğlundan kendisini İsviçre’deki kliniğe (yani “ölüme”!) götürmesini ve son yolculuğuna çıkarken yanı başında olup refakat etmesini istemiş oluyor. İlk başta doğrudan istemiyor, kabul ama hem daha önce oğluna bahsetmiş hem de konu açıldığında bu doğal bir şeymiş gibi konuşuyor. Aslında Yvette 45 yıllık kocası öldüğü sıralarda bu yardımlı/destekli ölüm şirketiyle ilgili bir şeyler duymuş ve aklına not etmiş. Annemin yıllarca önce bana bu filmi izletip vermek istediği mesaj da buydu: “Bir gün ki o gün hiç gelmeyebilir ama iş o noktaya gelirse kararıma saygı duyacak ve itiraz etmeden yanımda olacaksın.” Her evlat için içinden çıkılması zor ve yakıcı bir konu. Birkaç ay önce annemin beyninde bir an evvel ameliyatla alınması gereken birisi büyük iki ayrı tümör çıkınca aklıma bu film geldi tabii. İnşallah olay o noktaya gelmez diye dua ettim. Babam da ölümcül hastalığının son aşamasında benden benzer bir talepte bulunmuştu. Hiçbir koşulda makineye bağlı bir yaşam sürmek istemediğini net bir şekilde ifade etmiş, bana olur da öyle bir karar icap ederse “fişi çek(tir)me sözü” verdirmişti.
Bir Yudum Bahar’ın Alain Evrard’ı bir kamyon şoförü. Duygularını ifade etmekte yetersiz, “kapalı” biri, iyi bir eğitimden geçmediği, sağlıklı bir çocukluk geçirmediği anlaşılıyor. Ekonomi resesyona girince biraz daha fazla para kazanayım diye uyuşturucu kaçakçılığı yaparken yakalanıyor ve 18 ayını cezaevinde geçiriyor. Film, bir gardiyanın seslendirdiğini öğreneceğimiz “Evrard, serbestsin” cümlesiyle başlıyor. Alain cezasını tamamlamıştır ve hapisten çıkacaktır. Ekran karanlıktır. Yönetmen bize cezaevini salt bir karanlık olarak tanıtır. Kısa bir süre sonra dışarıdaki yaşamın karanlığıyla da tanışırız. Küçük bir kasabada hayatını yeniden kurmak, işe, aşka, dostluğa, ailevi ilişkilere, kısacası her şeye yeniden başlamak zordur. Alain İş Bulma Kurumu’nda, yakın dostuyla ilişkisinde, Clemence ile atıldığı macerada, eski bir hükümlü olarak bulabildiği işte çeşitli zorluklar yaşar. Mösyö Lalouette ile konuşmalarına kadar sızan karanlık bir atmosferde hapsolmuş gibidir. Annesiyle giderek gerginleşen ilişkisi Alain’i âdeta köşeye sıkıştırır.
Bir Yudum Bahar’ın en güçlü yanı minimalist tercihleri. Brize senaryo derslerinde okutulması gereken o kadar basit ve sade çözümler buluyor ki hayran olmamak elde değil. Cezaevinden tahliye bölümü buna şahane bir örnek. Brize, komşuyu da eski bir kamyon şoförü yapıyor, böylece Alain’la aralarında diyalog zenginleşiyor ya da hemen hiç konuşmayan anne-oğul arasındaki gerilimin bir tenis topu gibi evde oradan oraya sıçramasını sağlamak için Calie adlı sevimli bir köpeği kullanıyor. İş Bulma Kurumu’ndaki yetkili ya da hastanedeki doktorların son derece ekonomik ama vurucu replikleri var. Ya da bazen çocuğuna bakan arkadaşının evinde olduğu gibi konuşmanın ağırlığını bütün filme yayabiliyor. Bense devasa yapboz gibi metaforlardan ziyade, Brize’nin sinematografik tercihlerine hayran kaldım.
Clemence ile Alain’ın otoparktaki son konuşmalarına uzaktan, oldukça rahatsız bir açıdan tanık oluyoruz, araya giren soğukluk/mesafe daha güzel anlatılamazdı. Ama final hariç filmdeki en sevdiğim sahne, kavga eden anne-oğulun aynı anda ayrı odalarda yemek yemesi oldu. Katı ve kuralcı anne muhtemelen onlarca yıldır olduğu gibi yemeğini yine yemek odasında yerken, fevri biri olan ve geri adım atmayı sevmeyen Alain işini mutfakta görmeyi yeğliyor. İki inatçı insan arasındaki kamera gelgitine ise köpek vesile oluyor. Genel hissiyatı vermek için tasarlanmış çok başarılı bir sahne.
Film boyunca anne-oğul arasındaki meselenin aslını astarını pek öğrenemiyoruz, yönetmen Stephane Brize çoğu yeri muğlak bırakıp sadece ima etmekle yetiniyor. Bir sahnede Alain, “Annem 1,5 yılda sadece 2 kez ziyaretime geldi. Beni kodeste gördüğüne üzülmedi. Utandı” diyor, tekrar bir araya geldiklerinde birbirlerini sevdiklerine dair pek bir emare göremiyoruz, bu da sade, süssüz ama yürek burkan finalin etkisini katmerliyor. Filmin sonunda, tıpkı bir kelebeğin ölümü gibi ani, sessiz ve asil bir veda bizi bekliyor. Birbirlerine karşı takındıkları soğuk ve mesafeli tavırdan asla taviz vermeyen anne-oğul her türlü fazlalıktan arınmış samimi bir vedayla geçmişin üstünü usulca örtüyorlar.
– Seni seviyorum oğlum. Çok seviyorum.
– Ben de seni seviyorum.
– Uykum geldi. Uykum…
Hayat vedalardan ibarettir. Bu hakikati çarpıcı bir şekilde yüzümüze vuran Bir Yudum Bahar’ı kaçırmayın. Hüzünlü seyirler dilerim. Hüzün ki en çok yakışandır bize, belki de en çok anladığımız.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç
NOTLAR
Not 1: Aslında Bir Yudum Bahar hakkındaki yazıya geçen sene başlamıştım, yazının o zamanki ana gövdesi Michael Haneke’nin Amour (Aşk, 2012) filmiyle kapsamlı bir karşılaştırmayı içeriyordu. Bu yılın başında Sinemada Ötenazi adıyla bir deneme olarak farklı bir konseptte Bir Yudum Bahar’ı yeniden ele aldım ama bir türlü istediğim olgunluğa ulaştıramayınca yarım bıraktım. Annemin hastalığından sonra yazı şimdiki sade hâlini aldı.
Not 2: Life is all about goodbyes: Hayat vedalardan ibarettir.
Not 3: Yazının son cümlesi Hilmi Yavuz’un “Nâzım Hikmet” adlı şiirinden alınmıştır.
Not 4: Tabii ki Bir Yudum Bahar’ı annemle konuştum ama detaylarını burada paylaşmam doğru değil, bir söz de ona vermek durumunda kaldık diyelim.