Harika bir film olan Çizgi Ötesi (Flatliners)’nin başında Kiefer Sutherland’ın ağzından dökülen “ölmek için güzel bir gün” sözleri, son Zor Ölüm filmine isim olmuş, ne güzel, ama 80’lerden günümüze, eğlence sinemasında çok şey değişti.
Artık havalı CGI efektleriyle bezeli kocaman bütçeli filmler var, ancak milyon dolarlarını riske etmek istemeyen stüdyoların senaristler ve yönetmenler üzerindeki gişe odaklı hâkimiyeti yüzünden, izlediğimiz filmlerden eskisi kadar keyif alamayabiliyoruz. Akıllıca PR hamleleri sayesinde filmler hala iş yapıyor. Öyle ki, dünyanın en çok kazanan 20 filminden 17’si 2000’lerden sonra yapılmış işler. Ama benim gibi eski usul aksiyon severler için durum biraz tatsız. Prodüksiyon olarak kusursuz olan bu filmlerin hikâyesi nerede? Motoru olmayan harika bir spor arabaya bakmak gibi bir şey bu…
Zor Ölüm : Ölmek İçin Güzel Bir Gün (A Good Day to Die Hard), basit bir polisken azılı bir terörist avcısına dönüşen John McClane’i ilk macerasından 25 yıl sonra oğluyla birlikte Moskova’ya sürüklüyor. İşin içinde nükleer bir kâbus yaratmak isteyen karanlık güçler var. Bond filmlerinden gelme alışkanlıkla femme fatale hatunlar da mevcut, ne ala ama işte bunlar olmayan yemeğin üzerine serpiştirilen baharatlar gibi…
Eğlence sineması artık güçlü bir “franchise” sisteminden ibaret. Zor Ölüm filmleri hep olacak ama yapımcılara göre artık baba McClane’in emekli olma zamanı gelmiş. Buna ben de katılıyorum. Kahramanın işi ilk filmden bu yana giderek zorlaştı. Gökdelen (Nakatomi Plaza), havaalanı (Washington Dulles), New York, Amerika derken artık ülke sınırları yetmiyor ki, teröristlerin peşinden dünyanın bir ucuna, Rusya’ya gidiyor. Aslında orada biraz 96 Saat (Taken) esinlenmesi mevcut, derdi oğlunun başına bir iş gelmesini engellemek. Bu arada Ruslar yine, bütün Amerikan filmlerinde olduğu gibi, kaba, zevksiz ve tekinsiz insanlar…
Oğul McClane’de muhasebeci kılıklı bir tip değil, babasının izinde bir CIA ajanı. Jack McClane’i oynayan Jai Courtney muhtemelen serinin sonraki filmlerinin yıldızı olacak o yüzden bu film aynı zamanda bir bayrak teslim töreni… 60’ına merdiven dayamışken bile atlayan, zıplayan, ateş eden ve film bitene kadar yaraları kanamaya devam eden bir John McClane var karşımızda. Artık genç olmadığı için atlet yerine fanila tercih edip üzerine bir de gömlek atmış ama yaşlanmış ve hırpalanmış haline rağmen Bruce Willis etkileyici bir aksiyon yıldızı ve perdede göründüğü her anda şovunu yapmayı biliyor.
80’ler aksiyonlarının harika hikâyeleri vardı. İyi yazılmış, iyi çekilmiş maceralardı bunlar. Cehennem Silahı (Lethal Weapon) serisini hatırlayın. Patlamalar bu kadar heybetli değildi ama yerçekiminden muaf olmayan, sınırlarını zorlayarak, zekâları ve ekip çalışması sayesinde başarıya ulaşan bu kahramanları seviyorduk. Zamanla herkes o dönemin en aptal kahramanı olan John Rambo’ya dönüştü. Onun da ilk filminden sonra geçirdiği değişim inanılmazdır ama Rambo felsefesi şudur; ateş üstünlüğü sendeyse kazanırsın, her yeri patlat! Seyirci de bu havai fişek gösterisini sever.
Zor Ölüm serisinin bu son filmini görmek için sinemaya giderken ‘eski günlerdeki gibi’ bir macera izleyeceğimden yana umudum vardı. Gördüğüm şey ise John McClane’in önceki filmlerde elde ettiği karizmanın ve ne müthiş bir kahraman olduğunun gözümüze sokulduğu bir tür demo kaydı (Showreel) oldu. O eski acar halinden eser yok şimdi! Aksiyon için bahane yaratsın denilerek yazılmış bir senaryonun filme alındığı belli… Evet, Düşman Hattı (Behind Enemy Lines) filmi ile isterse temposu yüksek bir macera filmi çekebileceğini çoktan ispatlamış John Moore elinden geleni yapıyor, çok gösterişli aksiyon sekansları izletiyor bize ama bunları sahici kılacak bir öyküleme hali olmayınca tüm bu karnaval ancak film bitene kadar umursanıyor.
İyi uygulanmış klişeye karşı değilim ancak Amerikan ailesinin, tüm o gürültü patırtının altında bile, eğer biraz çaba gösterirlerse yeniden “aile” olabilecekleri gibi kof fikirler de barındırıyor. Aksiyon’da aile teması ya da merhaba Gerçek Yalanlar (True Lies). Anlaşılan “random action movie scenario generator” yine iş başında!
Dublör başarısı isteyen filmlerin ne zahmetlerle çekildiğini bilirim, severek de izlerim ama bir kez daha ‘hikaye’ kısmına gerekli özen gösterilmediğinden çabanın çoğu boşa gitmiş. Özlediğimiz eski aksiyon yıldızları, Cehennem Melekleri (The Expendables)’nin verdiği gazla geri dönüyor, ortalığı yakıp yıkıyor. Bu tür filmleri seviyorsanız asla pişman olmaz ya da harcadığınız bilet parasına yanmazsınız, izleyin derim. Zor Ölüm serisinin son filmi, serinin takipçilerini değil yeni nesil seyirciyi hedeflemiş bir vakit geçirmelik…
Murat Tolga Şen (ilk yayınlanma: Beyazperde.com)
Evet hikaye adına pek bir şey yok ama gene de iyi bir film. Aksiyonu sayesinde izlettiriyor kendini.
Serinin ilk filminin yeri doldurulamaz.Sonrasında gelen iki devam filmi de fena sayılmazdı ama 2006 da çekilen sondan bir önceki ve bu son film son derece gereksiz ve bilgisayar maharetli görsel şölenden başka birşeyi olmayan kötünün kötüsü devam filmleri.Bruce Willis artık John McClane karakterinden vazgeçse iyi olacakmış