Emeklilik Çanları Çalıyor: A Rainy Day in New York (2019)

10 Eylül 2019

blank#MeToo hareketi, sarsılan bir itibar ve emeklilik tartışmaları… Üvey kızı Dylan Farrow’u henüz 7 yaşındayken istismar ettiği iddiaları üzerine tüm dünyanın cephe aldığı ve bir anda bütün anlaşmaları iptal edilen Woody Allen, şüphesiz ki hayatının en zor yıllarından birini geride bıraktı. Öyle ki 2018 yılında izleyicisiyle buluşması planlanan A Rainy Day in New York bile tüm bu olayların gölgesinde ancak bir yıl sonra vizyona girebildi. O da Amerika dışında ve yalnızca sayılı ülkede… Peki, yaşanan tartışmaları bir kenara bırakıp filme geri döndüğümüzde, beklentileri karşılayan bir Woody Allen yapımıyla karşı karşıya olduğumuzu söylemek mümkün mü? En son söylenmesi gerekeni en başta söyleyeyim: Maalesef!

Woody Allen, kamerasını New York’ta oradan oraya savrulan iki üniversite öğrencisinin yağmurlu bir gününe çevirirken, bir kez daha varoluş sancısı, aşk, mizah ve hayata dair bilgece sözleri izleyicisinin kucağına bırakmayı ihmal etmiyor. Nitekim cazın eşsiz tınısını da işin içine kattığımızda biçim olarak tam bir Woody Allen filmiyle karşı karşıya olduğumuzu söylemek mümkün. Ancak problem de tam bu noktada filizleniyor. Nitekim A Rainy Day in New York, özgünlükten uzak olmasının yanı sıra, adeta bir Woody Allen kolajı olarak arz-ı endam ediyor.

Woody Allen için sinema tarihini en üretken yönetmenlerinden biri yakıştırmasını yapmak pekâlâ mümkün. Nitekim tek başına yönetmen koltuğuna oturduğu 1969’dan (Take the Money and Run) itibaren her yıla neredeyse bir film sığdıran paslanmaz bir makine o. Tabii böylesine seri üretimin en büyük handikabı da bir noktadan sonra tekrara düşmektir. Keza Woody Allen filmografisinin en çok eleştiriye maruz kalan yönü de burası. Yıllardır aynı filmi çektiği söylenen ancak yine de benzer şablonlardan spesifik anlatılar çıkarmak adına çaba sarf eden Allen, A Rainy Day in New York’ta ise adeta tüm eleştirilere hak verircesine bir performansla karşımızda. Nitekim filmin senaryosundan biçimine kadar her bir detayı, yönetmenin son 20 yılda çektiği filmlerin bir toplamı. Genç bir gazetecinin hikayesini ele alan Scorp (2006), nişanlısıyla gittiği Paris tatilinde yeni bir aşka yelken açan Gil’in fırtınalı gelgitlerini merkezine yerleştiren Midnight in Paris (2012), varoluş sancısının ortasına saplanan bir entelektüelin çaresiz çırpınışlarını işleyen Irrational Man (2015) A Rainy Day in New York’un kopyala-yapıştır yaptığı Woody Allen filmlerinden bazıları. Nitekim Gatsby’den Ashleigh’e, hatta ve hatta Roland Pollard kadar birçok karakteri yönetmenin adı geçen yakın dönem filmlerinde farklı isimlerle bulmak mümkün. E hal böyle olunca da hikâyenin oldukça tanıdık bir hale evrilmesi ve amiyane tabirle temcit pilavına dönüşmesi de kaçınılmaz bir süreç halini alıyor.

blank

A Rainy Day in New York’un senaryo anlamında yaşadığı sıkıntının yanı sıra biçimindeki dağınıklık da fazlasıyla göze çarpıyor. Özellikle 2000 sonrası çektiği filmlerde savruk bir görüntü çizen ve konu bütünlüğünü yakalama konusunda zorluk çeken Woody Allen, bir kez daha aynı karanlığa saplanmış durumda. Nitekim Gatsby ve Ashleigh’i hikâyenin temeline yerleştiren ancak karakterlere hangi mesafede yaklaşacağına karar veremeyen Allen, izleyicisini oyalamaktan öteye gidemiyor ve bu da karakterlerle kurulacak olası bir bağın önüne geçiyor. Bir başka deyişle Woody Allen tarafında değişen bir şey yok. Yönetmen, bir kez daha kendi ayağına sıkıyor ve anlatısını sabun köpüğü bir yapıya dönüştürmekten öteye geçemiyor.

Gelelim filmin söylemine. Malum, Woody Allen sinemasını popüler kılan ana husus kadın-erkek ilişkisine karşı geliştirdiği söylem. Nitekim A Rainy Day in New York’ta da üniversite çağındaki iki genç üzerinden, aşkın çıkmazına ve duyguların insanı sürüklediği uçuruma çokça tanıklık etmek mümkün. Evet, Woody Allen ikili ilişkileri belki de en iyi okuyan sinemacılardan. Ancak daha çok orta yaşı filmografisinde görmeye alıştığımız yönetmen, bu kez iki üniversite öğrencisini merkezine aldığında topallıyor ve 20’li yaşların gerçekçiliğinden uzak bir görüntü çiziyor. Bu da anlatının merkezine yerleştirdiği söylemi yapaylaştırıyor ve büyük büyük lafların içini boşaltıyor. Keza yaşından oldukça olgun tavırlar sergileyen Gatsby de ona oranla çocuksu bir duruş sergileyen Ashleigh’in de tüm kafa karışıklığı, Woody Allen’ın onları hangi noktaya konumlandıracağı konusunda yaşadığı ikilemle alakalı. Hal böyle olunca da asıl kafası allak bullak olanın Gatsby ve Ashleigh değil, Woody Allen olduğu açık bir şekilde ortaya çıkıyor.

blank

Peki, A Rainy Day in New York’un hiç mi iyi yanı yok? İtiraf etmek gerekir ki Woody Allen ismi bir filmi vezir de rezil de etmek için fazlasıyla yeterli. Evet, yönetmen kararsız tavırlarıyla belki izleyicisini anlatıdan soğutuyor ancak kendine has özellikleri ve New York güzellemesi ile de filmini bir kez daha çekici kılmayı başarıyor. Keza dürüst olmak gerekir ki konu NY ve Woody Allen oldu mu ortaya daima benzersiz anlar çıkmıştır. Çünkü karşımızda, bir şehre her yönüyle âşık olan bir sanatsever var. Bu da A Rainy Day in New York’un, bu büyülü şehrin kültüründen mimarisine kadar ruha hitap eden birçok detayını öne çıkarmasına olanak tanıyor. Evet, belki film hikâye anlamında beklentileri karşılamaktan fazlasıyla uzak. Ancak gerek sinematografisi, gerekse Woody Allen’in kadrajını çevirdiği noktalar vesilesiyle görsel bir şölene dönüşmekten de geri durmuyor.

Bir New York masalı olarak karşımıza gelen ancak dağınık yapısı, izleyicisini oyalayan duruşu ve Woody Allen kolajını andıran tavrıyla A Rainy Day in New York, yönetmenin 2000 sonrası ortaya koyduğu en vasat işlerden biri. Birkaç eğlenceli an dışında, alışılagelmiş ve zekice yazılmış Woody Allen mizahından yoksun olan film, romantik anlarını da dişe dokunur kılamayarak esasen seyir zevkini minimize etmekten kendini alamıyor. İki yıl önce Wonder Wheel (2017) gibi son yıllardaki en iyi işlerinden biri sonrası, Woody Allen’ın ayakları yere sağlam basan tavrına ne kadar övgü sıralanması mümkünse, bugün A Rainy Day in New York’taki bayağı performansına da bir o kadar yergi düzmek mümkün. Hal böyle olunca da özel hayatındaki skandallar ve sinemada yaşadığı dalgalanmalar sonrası insan sormadan edemiyor. Belki de emeklilik zamanı gelmiştir he sevgili Woody Allen?

blank

Polat Öziş

1992 İzmit doğumlu… Küçük yaşlarda tanıştığı Yeşilçam filmleri sayesinde sinema en büyük tutkusu oldu. Sonrasında ilginç bir şekilde Muğla’ya İktisat okumaya gitse de tutkusundan vazgeçemedi ve sinemayla ilgili çalışmalar ortaya koymaya başladı. İzledi, düşündü, çekti. Sonunda ise filmler hakkında yazmaya başladı. Film Arası Dergisi, Film Hafızası ve Öteki Sinema’da çok sevdiği filmler hakkında yazmaya devam ediyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Mon Ami (2012)

Rob Grant’in 2012 tarihli filmi Mon Ami, sergilediği dengeli kara
blank

The Slumber Party Massacre (1982)

Feminist yapımcısı ve yönetmeni Amy Holden Jones'un başyapıtı Slumber Party