Sıra Romeo Kurt Adam’da!
Epik aşk öykülerinin üzerine ketçap misali sıçratılan “yürekli âşık vampirlerin” modası -nihayet- durulma arifesindeyken; başka “öcüler” şimdiden fırsattan istifade etmenin peşine düştüler bile! Önümüzdeki aylarda gösterime girecek olan ve Jonathan Levine’in yönetmenliğini üstlendiği Warm Bodies; kendi zombi denklemine aşk formülünü de boca ederek, izleyiciyi metafora boğmaya hazırlanırken; Güney Kore’nin bağrından kopup gelen A Werewolf Boy, “öcülerin aşkı” meselesini kendince şiirsel bir biçimde şekillendiriyor.
Daha ilk uzun metrajlı filmi End Of Animal ile çizgisini bulan Sung-Hee Jo, yine kendisinin kaleme aldığı bir hikaye ile, hem edebiyatta hem de popüler sinemada, aşk hikayelerini dibine kadar sömüren vampir furyasının egemenliğine kendince bir cevap veriyor. Elbette, öcülerin istilasına uğrayan romantik filmlere, Kurt Adam tandansından bir yaklaşımı bekliyorduk. Fakat Hee Jo’nun eserinde Twilight gibi Hollywood usulü, makyaja bulanmış bir kofluktan ziyade; Lindgvist’in kaleme aldığı Let The Right On In’deki vampirlerin hikâyesinde hissedilen derinliği bulabilmek mümkün!
Elbette, hikâyenin Lindgvist’in öyküsü kadar girift olduğunu söylemek pek de mümkün değil. Nihayetinde bir kurt çocuğun, bir aileye birey olarak eklemlenmesi ile başlayan ve sonrasında neredeyse epik bir aşk hikâyesine evirilen filmde; Oscar ve Eli’nin fedakârlığını bulmak mümkün tabi. Lakin Hee Jo, öyküsünün büyük bir kısmını, kurt çocuğun insanlaşma ve aile yaşamına adapte olma sürecine adıyor. 80’ler sinemasında da sık sık karşımıza çıkan, “ötekinin normalleşmesi” temalı öykülerinden pek de bir farkı yok bu açıdan.
Kurt Çocuk Chul-Soo, Soon-Yi sayesinde, hem aile hayatına eklemleniyor hem de tutucu çevrenin tepkilerinden korunuyor. Tabi bir taraftan Soon-Yi’nin, Chul-Soo’yu takıntı haline getiren nişanlısı, diğer taraftan da Yi ve ailesinin baş gösteren ekonomik sıkıntıları da; Chul-Soo’yu aralarına kabul eden aile için külfet olmaya başlıyor. Yi ve Soo, bu kritik koşulların elverdiği kadarıyla birbirleri ile yakınlaşıyorlar. Soo, her ne kadar sadık bir dosttan fazlası gibi görünmese de, Yi ile birbirlerine bağlılığı çevre için de tehdit oluşturmaya başlıyor. Yi’nin aşırı kıskanç nişanlısı da bütün bu karmaşanın üzerine tuz biber ekiyor.
Yönetmen, Sung-Hee Jo’nun peşinde olduğu şey, “sonsuz sadakat” gibisinden ucu açık bir tema üzerinden, bir kurt adam ve bir insanın aşk hikâyesini anlatmak gibi gözükse de, bunu yaparken şiirsel bir ton tutturmayı da başarıyor. Günümüzden, 1940’lı yıllara uzanan hikâyenin hem görsel hem metinsel yapısı da bu tezi destekler nitelikte. Patlayan arka plan ışıkları ve pastel renklerin hâkim olduğu planlar, bahsi geçen bu şiirselliği besleyen unsurlar olarak göze çarpıyor. Soon-Yi tarafından neredeyse yeniden “programlanan” bir makine gibi hayatına devam eden ve bunu yaparken de, soru sormayan, sorgulamayan, sıkılmayan ve konuşmayan Chul-Soo’nun hikâyesi, sıyrılan her katmanda izleyiciyi biraz daha içine alıyor.
En klasik yorum ile Herakletos’a yüz çeviren finali ile içeriğinde barındırdığı pek çok klişeye rağmen, yıllara yayılan bir aşk ve sadakat öyküsünün ana karakterlerden birini kurt adam yapmak, epik aşk öyküsü kısmını es geçseler bile fantastik sinema izleyicisini biraz olsun cezbedecektir. A Werewolf Boy’u biraz daha eşelediğimizde, bir taraftan fedakârlık diğer tarafta ise sorumluluk kavramları üzerine bir kısmı “yüzeysel” kelamlara da rastlayabilmemiz mümkün.
Neticede fedakâr ve yürekli âşık Chul Soo, epik bir aşk hikâyesine sokuşturulan sıradan bir öcü olmanın ötesinde; bireysel çıkarlar doğrultusunda yaşadığımız dünyanın naif bir “yabancısı”. Sinemanın pek çok “aşık ucubesi” gibi kendisini sevdiği kişiye koşulsuzca adayan absürt bir Romeo tasviri. Aynı zamanda sıfır model bir Edward Scissorhand, T-800 ya da E.T olabilir mi? Neden olmasın?