“İnsanı insan yapan düşünebilmesi değil, hatırlayabilmesidir” dedirten, hakettiği değeri görememiş bir başyapıt…

Dünyanın sonu temalı senaryoları bugüne dek en az binlerce kez gördüğünüze eminim. Farklı olan çok azını gösterebilirdiniz. İşte A Wind Named Amnesia da bunlarından farklı olanlarından birisi…

A Wind Named Amnesia , özellikle vurgulamak istiyorum bunu , değerine geç farkına varabildiğim için ciddi şekilde üzüldüğüm özgün yapımlardan biri…Tam bir giriş yapabilmek için yorumdan önce Spoiler vermeden biraz senaryodan bahsetmem gerekecek.Ama değinmeden geçemeyeeceğim bir konu daha var ki o da eski denebilecek bir tarihe ait bu yapımın 2003’ün -bence- en iyi filmi olan 28 Days Later’e olan ambians benzerliği (konu veya konunun ilerde aldığı değil , yanlış anlamayın), aradaki neredeyse 15 yıla varan zaman farkını ve 1990 yılının imkanlarını önümüze koyduğumuzda ister istemez yapıma olan bakışımızı yoğunlaştırmak zorunda hissediyorsunuz.

Olaylar sıradan bir günde yaşanan ve dünyayı sonsuza dek değiştirebilecek birdizi sıradışı olaylar zinciri ile ilgili… Olaylar günün birinde ansızın bir rüzgar esişi ile tüm insan ırkının bilincinin silinmesi ile ilgili. (Zaten “Amnesia” da Latince’de “unutuş” anlamına geliyor) Sıradan bir rüzgar gibi… Ama rüzgarla aynı anda yayılan bir tür mikro dalga sinyali rüzgarın esişinden sadece birkaç saniye sonra insanlığın milyonlarca yıldır sahip olduğu tüm bilinçsel birikim , hiç hatırlanmamış ve asla hatırlanmayacak kayıp bir rüya şeklinde silinip gitmiştir.Unutuşun rüzgarı belki bir dalı bile kırmamıştır ama insanlara olan etkisi tek kelimeyle yıkıcı olmuştur.Seyir halindeki uçaklar düşer , hareket halindeki tüm araçlar kaza yapar , daha az önce en ufak bir gelecek korkusu taşımayan insanlar 3 yaşındaki bir çocuktan daha ilkel ve hafızasız hale gelir: Dünya artık hiç olmadığı (ve olamayacağı) denli kötü görünmektedir. Ama en kötüsü daha başlamamıştır.

Birkaç gün sonra olayın yıkıcı etkisi daha da belirgin olmuştur (Hoş , gerçi bunu algılayabilecek pek kimse de yoktur ya!), bilinçsiz insan sürüleri bir lokma ekmek için birbirini parçalarken aç sırtlanlardan farksız hale gelmiştir.Elektrik yok , telefon yok , su yok , benzin yok… Her yer alevler içinde yanmakta. Gece sokakları ise bilinçsiz ölümün serseri mayın gibi kol gezdiği bir yer artık. Kötü mü? Hayır, hala en kötüsü değil.

Amerikan hükümetinin olası bir topyekün kitle imha saldırısı sırasında yada pilotları öldüğünde harekete geçmek üzere programladığı ve casus uydularla desteklenen otomatik savaş Mecha’ları yollarda kol gezmekte, karşılarına çıkan herkese ve herşeye ateş açmaktadırlar. Bunlar basit birer robot değildilerler , parçalandıklarında kendi kendilerini buldukları uygun parçalarla tamir edebilmekteler ve ölümcül bir takip içgüdüsüne eşdeğer bir programlamaya sahipler. Ve dahası, artık programı durduracak bir yer yada kişi kalmamış durumda. En kötüsü mü? Hayır , hala değil…

Kitlesel hafıza silinmesi olayından bir haftadan kısa süre sonra, California’da bilinçsiz halde hergün başka mekanda sabahlayıp vandalca ev yağmalayarak hayatta kalmayı başarabilmiş esas oğlanınız (yani Wataru) birgün yine bilinçsiz halde dolaşırken bilmeden California’daki gizli bir üsse girer (Galiba “Edwards Stratejik Hava Komutanlığı” üssü) ve üssün etrafında dolaşan “prototip” bir canavarın saldırısına uğrayıp ESP (“Extra Sensory Perception” = Duyular üstü algılama) güçlerine sahip “bilinçli” bir genç tarafından kurtarılır.Adı Johhny’dir ve gizli deneysel projeler kapsamında zihinsel güçleri özel olarak geliştirilmiş bir kobaydır : Johhny anomali sırasında tedavi altında olduğu sırada çıkan unutuş rüzgarından normaldışı bir zihinsel yapıya sahip olduğu için etkilenmemiştir.Unutuş rüzgarıyla bilinçsizleşen personelin olmadığı üste tek başına yaşamaktadır ve üsteki zihinsel işlem frekansını değiştiren cihazları kullanarak Wataru’nun zihinsel düzeyini ve bilincini kademeli olarak arttırmayı başarır.Wataru’nın bilinçsel arayış yolculuğu için Johhny ile karşılaşması onun ilk adımları olmuştur.

Johhny adeta insanlığın sahip olduğu tek bilinç sahibi insan olarak gördüğü Wataru’yu bilinçlendirip eğitmeye başlar : Konuşmayı ve kendini anlamlandırmayı…Sonra tabiatı , yıldızların yerini , silah kullanmayı ve daha birçok şeyi daha… Johhny’nin Wataru’yu eğitirken gösterdiği özen , sürüsünün hayatta kalan tek üyesi olan bir kurdun tek yavrusunu yetiştirmesinden farksız bir “bilinç kardeşliği” düzeyine doğru giderek yaklaşmaktadır.Sonra… Geçirdiği bir dizi ağır beyin ameliyatlarından ve anomali sırasında üzerinde çalışılan tıbbi müdahele tamamlanmadığından olsa gerek , Johhny’nin günlerinin sayılı olduğunu öğrenir Wataru.

O’nun da gidişinden sonra artık iyiden iyiye bu çılgın dünyada tek bilinçli insan olarak kaldığını hissetmektedir ama içindeki bir umut parçası hala başka bilinçliler olabileceğini söyler.Artık masumiyetini yitirmiş topraklarda yola çıkar , tek amacı hala insanlığını kaybetmemiş , hala “hatırlayabilen” başka insanlara rastlayabilmektir.

Onları bulacaktır da… Ama nasıl?

Buraya kadar anlattıklarım , yaklaşık 80 dakikalık hikayenin ilk 15-20 dakikasına yakın bir kısmı… Haliyle artık prologu geçip yoruma başlayabiliriz. A Wind Named Amnesia, tek kelimeyle anlatmak gerekirse çarpıcı bir yapım. Gerçeği adeta en soğuk tarafından alıp kaburganıza çarpıyor. Fantezi bir zamanda (1999 Amerika’sı) geçiyor olmasına karşın kurgu çok etkileyici… Yapımın 1986-1990 jenerasyonuna ait OAV yada Movie’lerde de -ve nadir kimi başka yapımlarda olduğu gibi- sert ve acımasız gözlem özelliğini saymazsak bu eserin en göze batan niteliği kuşkusuz farklı birçok türün özelliklerini aynı anda barındırması olsa gerek : Dram , bilimkurgu , post apokaliptik , distopya , gerilim ve hatta Mecha ; neredeyse her türden birşeyler bulmak olası…

Ama herşeyden ötesi bu yapımın uygarlık yada bilinçsel varlık üzerine sunduğu tezler olsa gerek diye düşünüyorum.A Wind Named Amnesia’da (yada buna benzer sert yapımlarda) sokaklarda vandalca birbirini boğazlayan bilinçsiz insanları görünce ister istemez tırsıyorsunuz , ama tüm bu şeylerin nedeninin kitlesel bir “cinnet” değil de kitlesel bir “hafıza kaybı” olduğunu öğrenince kendinize şunu sormadan da edemiyorsunuz : Ya gazetelerin hergün gördüğümüz 3. sayfa haberleri? Yoksa acaba biz de mi tıpkı tüm dünya insanlarıyla birlikte kitlesel düzeyde ve yavaş yavaş bilinçsizleşiyoruz diye? Yada 28 Days Later’de de dendiği gibi : “Ya bir avuç kalmış biz son bilinçli insanlar da bu cinnet salgınına kapılırsak? Belki , ya son bilinçli insanların da kaybedilmesi ‘insanlığın öze dönüşünün’ tamamlanmasıysa?”

Gerçi “A Wind Named Amnesia” ile ilgili internette zaten kıt olan kaynaklarda bu yönde birşeye rastlamadım ama biosferden soyutlanmış , prototip şehir Eternal City’de yaşanan olaylar bana “pulp” bilimkurgu kültlerinden “A Boy & His Dog” ve de Jean Luc Godard’ın ölümsüz filmlerinden “Alphaville” ‘yi anımsattı.Alıntı demek istemiyorum ama filmin -sanırım 50’ci dakikasından itibaren- ortaya çıkan bu yeni tema (Aldous Huxley’in Brave New World’ünde betimlediğine benzer , sahte bir “kusursuz mutluluk” dünyası ve bu mutluluk dünyasında tuzağa düşmüş insanlar…) bu filmlerdeki temalardan yararlanılarak çok iyi bir dizi yoruma sahip şekilde kurgulanmış.Doğrusu son derece başarılı bir sinematografi çalışması denebilir.

Herşeyi hazırlanmış şekilde kıyamet sonrası dünyaya tekrar yaşamı verecek, dünyadan bile yalıtılmış şehir Eternal City sadece 2 kişiyi kullanarak tüm işlevlerini yerine getirmesi etkileyici.Buna karşın asıl şaşırtıcı olanı, Eternal City’deki bilgisayarın “kullandığı” insanların kendisinden ayrılmasını önlemek için beyin dalgalarıyla oynayarak onlara sürekli birkaç farklı kişilik ve hafızaya ait şablonlar yüklemesi oluyor: Ki bu da onların Sonsuz Şehir’i asla uzaklaşmamaları gereken bir görevin parçası olduğuna inandırıyor, ve haberleri bile olmadan bu programı yerine getiriyorlar. Averaj 120 yıllık ömür sunan bu şehir onları kuklaları haline getirmiş durumda ve ana bilgisayarın yeni kuklalara ihtiyacı vardır. Wataru’nun bu teklife verdiği cevap ise mükemmel geleceği yaratmak için hazırlanan şehrin teorik olarak iflas ettiği yer olur. Dışarıdan gelen etkileşim kuklaların bilinçaltını uyandırır ve bu da onların kişiliği için gerçek bir çöküştür.

Film, MADHOUSE imzalı. Boogiepop Phantom’dan Perfect Blue’ya dek birçok önemli işin arkasındaki stüdyodurlar. Aynı zamanda senaryoya da katkıda bulunan yönetmen Kazuo Yamazaki’yi -bence- gerçek birer klasik olan Argento Soma, Maison Ikkaku, Infinite no Ryvius ve Kidou Senshi Gundam gibi projelerden tanımanız mümkün. Senaryodaki bir başka isim, Yoshiaki Kawajiri’yi ise Ninja Scroll, X, Vampire Hunter D Bloodlust, Metropolis, Memories, Cockpit gibi önemli projelerden tanıyabileceğiniz bir isim. Filmin sonlarına dek her sahnesine 1990’ların başlarında dek uzanan post apokaliptik B filmlerinin orjinal anlarını hatırlatan buluşlar serpiştirilmiş. Zaten Kawajiri kendisini 80lerin bu jenerasyonunun büyük ustası John Carpenter’in bir hayranı olarak nitelemekte…

Filmi izleyişimin üzerinden yaklaşık 5 yıl sonra elime geçen bir kitap : The Cell olaylarla büyük benzerlikler taşıyor. Stephen King’in bu kitabı dünyanın her yerindeki açık cep telefonlarının aynı anda yolladığı bir frekans ve bu frekansın insanların beyinlerindeki hafızaya dair kısmı formatlayarak tamamen ilkel içgüdüler haricinde hiçbirşey olmaksızın etrafa dağıtması sonrasında oluşan kıyamet atmosferini yansıtıyordu (A Wind Named Amnesia’dan farklı olarak Stephen King, filmin başında bunun kontrolden çıkmış bir tür “terör” saldırısı olabileceği bir iddiaları karakterlerin aklından geçirtse de yine Anime ile benzer şekilde; insanları aslında neyin formatladığı ve sonuç kısmında insanların hafızalarını geri kazanıp kazanamayacakları da belirsiz bırakılmış) Yine de Stephen King nispeten bu Anime’yi hiç izlememiş bile olabilir, zira kitabın ortalarından itibaren kitap bir başka eski Stephen King kitabı The Stand’ın tarzına kayma yapıyor.

Çoğu Anime’de kontrolsüz şekilde kullanıldığı için göze batan imkansız durumlar veya şiddet sahneleri (ve hatta filmi tek başına bile mature kategorisine kaydıran nudity kullanımı) bu Anime’nin akışı içinde pek de göze batmamakta. (Zira göze batan şekilde kullanımlarını oldukça farklı isimler altında, fazla sayıda görmüşümdür , kişisel yorumumu açıkça söyleyebilirim ki film bu tip şeylerin dozunu daha da arttırmaya ihtiyap duyacak bir şablondan değil) Fakat filmin 3/2’si geride kaldığında ilginç şekilde mistisizme kayması ki o ana dek zihnimizde biriken soruların yanıtlarını bulmamıza engel oluyor.

Yapılabileceğim tek negatif eleştiri, Sophia’nın filmin sonunda Wataru ile birleşmesinin herhangi bir metafor içermeyen bir “seyirciye sahne” olması ve de filmin sonunda 2 dünyanın (belki Cennet , belki de Araf , belki de hiçbiri değil) birbirine birleşmesinin filmde o ana dek gördüğümüz olaylara gerçek manada bir sonuçlandırma olmaması. İnsanlar hafızalarını alacaklar mı, yoksa “insanların o ana dek vardıkları nokta sonsuz gücün öfkesi o kadar büyük oluyor ki insanların hafızalarını almasını sonra o bile sağlayamıyor” düşüncesi mi doğru? Film işte o kadar belirsiz bir noktada bitiriyor son sözlerini…

Umarım başka izleyenler de vardır. Aslında A Wind Named Amnesia’nın sadece bu birkaç paragraftan da öte derin anlamlar olduğu da söylenebilir.Belki de bu yazıda çok azı yakanabilmiştir, ben bile tam ifade edemiyorum. A Wind Amnesia bakış açısına göre, ister bir yol hikayesi ister insanlığın geleceğine dair post apokaliptik bir bakış olarak algılansın , hatta bakış açısına göre tribüne oynayan başırız bir deneme olarak küçümsensin ; yine de her Animesever tarafından izlenmesi şart 10 yapım arasında yeraldığını düşünüyorum.Belki biraz heyecanlı bir yazı , biraz da sübjektif bir sonuç bu 5 yıl önce izlediğim bu filme dair hissettiklerim ama yine de bu yapımı izledikten sonra ne kadar yazsam da çok az şey hissettiklerimi yansıtabiliyor.

Yazan: Akuma Blade

blank

Misafir Koltuğu

Öteki Sinema ekibine henüz katılmamış ya da başka sitelerde yazan dostlarımız her fırsatta harika yazılarla sitemize destek veriyor. Size de okuması ve paylaşması kalıyor...

1 Comment Leave a Reply

  1. Film hakkındaki düşünceleriniz hiç değişti mi merak ettim bence başroldeki karakterin baya bildiğin odun gibi olması filmi nanılmaz sıradanlaştırdı ve sıkıcılaştırdı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Secret World of Arrietty / Aşırıcılar (2010)

Aşırıcılar Mary Norton’un aynı isimli fantastik romanından uyarlama. Miyazaki’nin fantastikliğinin
blank

Hotaru no haka / Grave of the Fireflies (1988)

Akiyuki Nosaka’nın aynı adlı kısmi otobiyografisinden uyarlanan Grave of the