Öteki Sinema olarak yeni bir yazı dizisiyle karşınızdayız. Bu yazı dizisinde kısa film yönetmenleri kendi filmlerinin yapım sürecini anlatacaklar. Fikir aşamasından festival sürecinin sonuna kadar geçen zamandaki deneyimlerini, yaşadıkları zorlukları bu zorlukların nasıl üstesinden geldiklerini okuyacaksınız.

Ben bu yazı dizisinin çok faydalı olacağını düşünüyorum. Film yapmanın formülünün olmadığını, her filmin kendi dinamikleri olduğunu bu yazı dizisiyle daha iyi anladım.

Filmin yönetmeni Doğuş Algün’ün kaleminden Abiye’nin yapım hikayesi.

blank

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

Filmin serüvenine başlamadan önce, genellikle kadınların özel günlerde tercih ettikleri abiyelerin hazırlanış biçiminden bir iki cümleyle bahsetmek isterim. Kumaşlar atölyede tasarımına göre kesilip biçildikten sonra üzerine işlemeleri için eli iğne iplik tutabilen kadınlara dağıtılır. Onlar da abiyenin üzerine istenilen işlemeyi yapar ve ürünü satışa hazırlar. Yüksek fiyatla alıcısını bekleyen abiyeler, aslında yoksul ailelerin evlerine çok defa işlenmek üzere girip çıkmıştır. Ev ekonomisine bir nebze de olsa katkı sağlamak isteyen kadınlar günde ortalama 10-15 liraya evlerinde çalışırlar… Çok kısaca durumdan bahsetmek istedim, çünkü ortak bellekte renkli alacalı bir parıltıdan başka bir şey olmayan bu kıyafet, aslında altında enterasan bir trajediyle birlikte gezer. Anneme annesinden miras kalan bu meslek, birçok duruma şahit olmamla bende bir film çekme isteğini de beraberinde getirdi.

Senaryoyu yazmaya başladım. Yazarken dinlediğim müziklerden olsa gerek bir türlü istediğim şekilde devam edemiyordum. Acıma ve hüzün sürekli senaryoya eşlik ediyordu. Oysa ben film bittikten sonra insanların üzerine söyleyecek bir iki cümlesi olmasını, direkt verilen duygulardan çok, izleyene göre değişen duygu durumlarının hakim olmasını diliyordum. Bir süre daha üzerine çalıştıktan sonra istediğim senaryoya yakın bir şeyler yazmaya başladım. Ardından Selen Örcan ve Mert Uslu’dan yardım aldım. Filmin dramaturglarıyla istediğim sinemaya yakın bir dil oluşturduk. Dramaturg, tiyatroda da sinemada da çok saygı duyduğum bir alan olduğundan hemen her projemde güvendiğim insanlarla masa başı çalışmasını uzun tutmaya çalışırım.

blankSenaryo son halini almadan, ben de yavaştan bütçe ayarlaması yapmaya başladım. Biz bol keseden attıkça parasal sorunlar engel olmaya başladı. Alexa’yla başlayan hayaller BlackMagic Pocket’lara kadar geriledi. Ve evet, Pocket’la çektik… Senaryo artık proje haline dönüşmüştü. Birkaç yere sponsorluk için başvurduk ancak birçoğundan geri dönüş bile alamadık. “İnsanlar ne projelere para buluyor biz bir lira bile bulamadık” diye kendimiz avuttuk ama destek alamamıştık. Bir eserde; bu film olur tiyatro olur, eğer eser sahibi ürününden eminse sorunu sürekli karşı tarafta arama eğiliminde olur. Çektiğimiz filmi beğenmeyenleri eleştirip “bu adam zaten filmden ne anlar” ya da eli boş döndüğümüz bir festivalde “burası da festival mi!” dediğimiz olmuştur. Her eser sahibi böyledir, böyle olmalıdır da… Çünkü çekilen her film değerlidir klişesinden daha fazlasını hak eder; değer vermek, arkasında durmak ve savunmak gerekir.

Sonuç olarak dışardan hiçbir destek alamadık. Zaman zaman sohbetlerimizde görüntü yönetmenliğini denemek istediğini söyleyen Mert Altut’a bir film çekmek istediğimi söyledim. Fotoğraf ve kameralar konusunda bilgili olduğundan ve yapmak istediğim işi iyi aktarabileceğimi düşündüğümden bu projenin üstesinden geleceğine kanaat getirmiştim.

Ekipmanları bir şekilde toparladık. Sıra mekanlara gelmişti. Aslında bir sıra da yoktu ama mekanlara göre senaryo da evrilebileceğinden bu işi bir an önce bitirmek istiyordum. Görüntü yönetmenimle mekanları, kullanacağımız ışıkları, objektifleri belirledik. Kulağa zengin gibi gelse de ışık olarak iki kino, bir de Nikon lens setimiz vardı.

Artık yavaş yavaş film moduna girmiştim. Çalışılabilir bir sanat yönetmeni, çalışılabilir bir asistan vs. Ekipteki insanların ortak özellikleri çalışılabilir olmasıydı. Özellikle kısa filmde insanların özelliklerinden çok çalışılabilir olmasına ve kriz yönetebilme şekillerine bakarım. Olası bir problemde çözüm bulmalarını beklemesem de, problem çıkarmamalarını isterim. Çok mu büyük konuşuyorum bilmiyorum ama çalışılabilir on adamla iyi bir uzun metraj çekilebileceğini düşünüyorum. Bu sebeple sürekli sorun çıkaran insanları hem setimden hem de çevremden uzak tutmayı yeğlerim… Motor demek için gerekli her şey sağlanmıştı. Kameranın arkası tamamdı da önüne koyacak oyuncu henüz bulamamıştık…

blankOyuncular için düşüncelerim bu filmle değişti diyebilirim. Yarı ünlü tiplerin bolca olduğu kısa filmler dudağımı bükse de festivaller seviyor gibi absürt bir ön yargı oluşmuştu. Birkaç oyuncuyu araştırdım, soruşturdum. Ama istediğim bunların dışında farklı biriydi. Senaryo gerçeğe yakın bir hikaye haline dönüşmüştü ve ben bu duyguya girebilecek bir oyuncu istiyordum. Hatta hikayenin asıl sahibi annem ve babamı oyuncu provalarına getirmeyi bile düşünüyordum. Ana karakter için bir adama ihtiyacım vardı. Aklıma oyuncu gelmiyordu, şu olur mu bu olur mu derken, kimseyi bulamadım. Evin balkonunda babamla otururken, merakından senaryoyu sordu, detayları paylaştım, mesleği iyi bildiğinden bir iki rötuş yaptı, ben de ona reddedemeyeceği bir teklif sundum. Hayatında set görmemiş insanlar annem ve babam evde prova yapmaya başladılar. Başrolü babama vermiştim. Saatlerce günlerce çalıştık, çalıştılar. Genç kadın rolünü de profesyonel birine emanet edelim, sette en azından ortamı kontrol edecek bir oyuncu olsun istedik. Sağ olsun Çiğdem Aksüt bizi kırmadı. Babam ve annem evde arabada sürekli ellerinde metinle gezip prova alıyorlardı. Bu setin ilk gününe kadar devam etti. Aslında onlar amatör oyuncular değildi, zaten oyuncu değillerdi, hikayenin sahibiydiler.

Çekimlerin ilk günü rahat geçti. Beklediğimden az tekrar aldık. Toplamda 7 gün süren çekimlerde yer yer çok yalnızlaşıp hata yapmamak için agresifleşiyordum. İnsanlar bir süre sonra seti takip edemez oldular. Birçok amatör oyuncuyla işler çığırından çıkabiliyor. Öyle de oldu sıkılmalar bunalmalar başladı. Bu durumu agresif tavırlarımla savurmaya çalıştım. Ama genel olarak amatör oyuncularla çalışmanın beni de oyunculuk anlamında geliştirdiğini söyleyebilirim. En küçük mizanseni bile vermeye çalışırken oyuncuya yapması gereken hareketi gösteriyordum. Biraz oyunculuk yapmış insanların alınabileceği türden en ufak bakışı, yüz kaslarındaki en ufak hareketi bile elimden geldiğince yönlendirmeye çalıştım. Ne istediysem yaptılar. Güzel bir hamur gibiydiler, ben de sürekli oynadım. Bazı sahnelerin 20’den fazla tekrarı oldu. Ama “bu iş böyle herhalde” diyerek ses çıkarmadılar.

blank

7 gün, Şile’deki son çekimle birlikte sona ermişti. Her set bittiğinde bir hafta dinlenir öyle başlarım dediğim kurgu işine yine dayanamayıp o gece oturdum. Tüm görüntüleri tek tek izleyip notlar aldım. Sesleri kontrol ettiğimde ilginç şeylerle karşılaştım. Çalışan kadınların ortam sesini almak için kayıt cihazını dükkanın içinde bir yere koymuştuk. Kadınlar durumu fark etmeden 1 saat boyunca bizim arkamızdan konuşmuş, oysa biz gündelik konuşmalarını kullanmak için kaydedecekken kadınların set hakkında muhteşem yorumlarıyla karşılaşmıştık. Kadınlara haber vermeden onların sesini kaydetmek etik değildi ama “teyzeciğim bu kayıtta, siz normal çalışın” desem bir saat boyunca kimsenin konuşmayacağından emindim. Görüntüler içime sinmişti. Hemen kabasını yapmaya başladım. Kurguyu yaptıkça babamın oyunculuk performansı beni şaşırtmaya başladı. Söylediklerimizi yerine getirmiş iyi bir performans sergilemişti. Keza filmin ilk ödülü Litvanya’nın WIIFA Ödülleri’nde en iyi erkek oyuncuyla İlhan Algün almıştı.

Kurguyu bitirdim. Müzik için arayışlara girdim. Filme eşlik eden müzik kullanımı benim hoşuma gitmeyen bir şey olsa da sonda jenerikle birlikte bir müzik istiyorduk. Piyanist Beste Tanağardıgil imdadımıza yetişti ve istediğimiz müziği de tamamlamıştık. Renk ve miksaj için hazır hale gelmişti. Güvendiğim insanlara, hocalarıma filmin son halini izletiyor, sürekli notlar alıyordum. Bu süreçte Ercan Kesal’ın, sahnelere yeniden bakış açısıyla bakmama ve gündelik yaşamın detaylarını derinleştirmemde katkısı oldu… Haziran ortasında filmi bitirmiştik.

Filmin tamamını RAW kaydettiğimiz için yaklaşık 3 Terabayt’a yakın görüntüyü post işlemleri dahil yaklaşık bir ayda işleyip bitirmiştik. Zorlu ve yorucu süreç “film bitti” dedikten sonra başlıyor gibi hissederim. Yorumuna güvendiğim, eleştirilerine saygı duyduğum insanlara filmi yollamaya başladım. Çeşitli eleştiriler ve övgüler gelmeye başlıyordu. Filmi sinemayla ilgili ilgisiz herkese izletmek istiyordum. Çünkü sadece festivallere yapılmış filmler yapmak istemiyordum.

Abiye filmi, kendimi her anlamda denediğim bir film oldu. Hikaye, senaryo, kamera açıları dahil birçok alanda yenilik yapıp tamamladığımız bir projeydi. Film şimdiye kadar; Türkiye, Amerika, Romanya, Litvanya, Bosna-Hersek, İtalya, Kenya, Nijerya ve Kanada’da çeşitli festivallerde gösterildi, yarışmalara katıldı. Festival serüveni hala devam ediyor ama ben bir daha kısa film çeker miyim bilmiyorum… [/box]

[box type=”info” align=”” class=”” width=””]

Doğuş Algün Kimdir?

1990 yılında Üsküdar’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. İstanbul ve İzmir’de tiyatro topluluklarında çalıştı. 2008 yılında Veterinerlik, 2010 yılında Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümlerini ikişer yıl okuyup bıraktı. 2012 yılında girdiği Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Dramatik Yazarlık Bölümü’ne hala devam etmektedir. Sırasıyla; Misafir, Tan Ağrısı, Mutlu Bir Akşam Yemeği, Gecenin Sırtında ve Abiye filmlerinin senaristliğini ve yönetmenliğini yaptı.

Detaylı Bilgi: www.dogusalgun.com

Abiye Teaser

[/box]
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

Not: Sizler de festivallere katılan filmlerinizin yapım hikayesini bu yazı dizisine eklemek isterseniz serdar@antalyasinemadernegi.org adresi üzerinden iletişim kurabilirsiniz.[/box]

blank

Sidar Serdar Karakaş

Çok küçükken kiralık VHS’lerden dayısıyla birlikte zombi filmleri izledi. Zombilerden çok korktu. Büyüyünce o filmleri George A. Romero’nun yaptığını öğrendi. Üstada hayran oldu. Sinema öğrencisiyken Andrzej Zulawksi filmlerini keşfetti. Zulawksi filmleri ona her zaman güç verdi. En zor anlarında kurtarıcı filmi Possession (1981) oldu. 2006 yılında Öteki Sinema’yı düzenli okumaya başladı. Korku filmlerini ve B Filmleri burada sevdi.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

“Güzel” Olmak Zorundasın: Likeness (2013)

Likeness içeriği ve anlatısı itibariyle tüm hayatım boyunca seyrettiğim en
blank

Korkuluk (2011): Korkuları da Korur mu?

Korkuluk neredeyse tek insan üzerinden gidiyor, kocasını kaybeden bir kadın