Her ne kadar kökleri “The Cool World” (1963), “Uptight” (1968), “Change of Mind” (1969) ve “Cotton Comes to Harlem”e (1970) kadar gitse de 1971 yılında “Sweet Sweetback’s Baadasssss Song” ve hemen onun şaşırtıcı başarısı ardından gelen “Shaft” (Korkusuz, 1971) filmleriyle beraber Amerikan (ve sonra dünya) sinema sahnesinde yepyeni bir alt-tür arz-ı endam eylemiştir. Junius Griffin’in “black” (siyah) ve “exploitation” (istismar) sözcüklerini birleştirerek ürettiği ve bugün yaygın olarak kullanılan deyimiyle “blaxploitation”.
“Blaxploitation” yani siyah istismar sineması, Afro-Amerikalıları merkeze alan, onların yaşam tarzlarını, hayatlarını geçirdikleri yerlerin olumsuz özelliklerini, gündelik dertlerini genellikle siyah oyunculardan kurulu kadrolarla anlatan filmlerdir. Türün bir numaralı özelliği, mutlaka siyah bir oyuncunun başrol ya da başrollerden birinde gözükmesidir. İstisnalar olmakla birlikte, kadroda da büyük ölçüde siyahlar hakimdir. Bu alt-tür, 1960’larla beraber süratle tırmanan siyah özgürlük hareketinin bir tür sinemasal yansıması gibi gözükse de hem yapım, hem dağıtım hem de üretim aşamasında (özellikle yazar ve yönetmen) beyazların katkısı yadsınamaz. “Shaft” gibi prodüksiyonlarda ise MGM gibi tecimsel başarının kokusunu alan büyük yapımevlerinin olduğunu görürsünüz. Daha sonra, benim de çok beğendiğim ve vakt-i zamanında hatırı sayılır düzeyde örneğini izleme fırsatını yakaladığım bu alt-tür hakkında detaylı bir inceleme yazısı sözü vererek, konuyu Kült Filmler Zamanı kapsamında bu sefer ele alacağımız nadide esere getirmek istiyorum. Aslında bu alt-türde kült denilince akla ilk gelen film, siyah bir erkek fahişenin benzersiz hikayesini anlatan “Sweet Sweetback’s Baadasssss Song” (1971) olur ama benim şahsi favorim dinamik anlatımı, müthiş kamera kullanımı, harikulade müzikleri ve dur durak bilmeyen temposuyla, sadece döneminin değil tüm zamanların en iyi aksiyonlarından biri olarak kabul ettiğim “Across 110th Street”.
“Across 110th Street”, ülkemizde “Kirli Sokaklar” adıyla tanınan 1972 tarihli bir blaxploitation. Yönetmeni Barry Shear. Shear’ı “Wild in the Streets” (1968) ve “The Deadly Trackers” (İntikam Yolları, 1973) filmlerinden tanıyor olabilirsiniz. 1979’da görece genç bir yaşta hayatını kaybeden Barry Shear, 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca televizyona sayısız iş yapmış hayli üretken bir isim. “The Man from U.N.C.L.E.”, “The Name of the Game”, “Ironside”, “Police Woman”, “The Streets of San Francisco” ve “Police Story” gibi döneminin popüler dizilerinde yönetmen olarak görev almış. Ayrıca televizyona 20 kadar uzun metraj film çekmiş. Sinema filmleri ise sadece beş adet. Şahsi kanaatimce, başyapıtı Wally Ferris’in “Across 110th” romanından uyarladığı “Across 110th Street”.
Peki nedir bu filmi önemli kılan? Konusu mu, anlatım tarzı mı, müzikleri, oyunculukları mı, görüntü çalışması mı? Cevap veriyorum, hepsi! Önce hikayeden başlayalım. 110. Cadde, New York’ta siyahların yaşadığı Harlem bölgesi ile Central Park’ı ayıran caddenin ismi. Filme adını veren bu cadde, salt mekansal bir anlam taşımıyor, aynı zamanda kültürel farklılığı, gelir dağılımı kırılımını yani –özelde- sınıf ayrımını, siyah-beyaz ırklar arasındaki her türden farkı da simgeleyen bir metafora dönüşüyor. “Across 110th Street”de voliyi vuran siyahların aşmaya çalıştığı sınır da bu cadde oluyor çünkü bu çizgiyi geçebilirlerse özgür olacaklar, mutlu olacaklar ve iyi yaşayacaklar. Haliyle, dönemin ruhuna uygun olarak, hiçbiri bu caddeyi geçemiyor, bilakis, hepsi de feci şekilde can veriyor.
Filmin senaryosu müthiş. Bu yazıda özellikle ırk mevzusuna (ırklararası çatışma) ve yoksulluğa değinmeyeceğim, o başka bir yazının konusu ama filmi ayakta tutan çok sayıda dramatik çatışma alanı mevcut. Temel gerginlik Mattelli (Anthony Quinn) ile Pope (Yaphet Kotto), siyah mafya patronu Doc Johnson ile hem Mattelli hem de beyaz mafya patronu Nick D’Salvio (Anthony Franciosa) (hatta D’Salvio ile kayınpederi) ve soyguncularla onları arayan polisler ve mafya arasında. Sadece farklı ırklar arasında değil, siyahlar arasında da gerilim tesis edilmiş. Her şeyden önce filmin o muazzam açılış sahnesindeki katliamda beraber çalışan İtalyan mafyası ile siyah gangsterler birlikte katlediliyorlar. Takip eden kaçış sahnesinde Harris’in ilk öldürdüğü kişi de siyah bir polis oluyor. Bu çatışma hali filmin kanlı finaline kadar tedirginlik duygusunu taze tutuyor. Bölgedeki siyah toplumunda (black community) olaya büyük bir tepki olduğunu televizyonlardan, olayı duyanların ağzından sık sık işitiyorsunuz.
Finalde, deyim yerindeyse herkes birbirini öldürüyor. Masum polisler ve özellikle de Pope haricinde bu filmde tek bir “iyi” karakter bile yok. Harlem, her gireni hasta eden bir tür bataklık gibi resmedilmiş. Herkes çürümeden üstüne düşen payı alıyor. Suç adeta kol geziyor. Yalnız bu durum o denli ustaca anlatılmış ki, -mafya üyeleri haricindeki- herkesin bir ölçüde tam olarak kontrol edemediği olayların mağduru konumunda olduğunu hissediyorsunuz. Yani aslında film bir tür sistem eleştirisi yapıyor. Bunu en güzel karakoldaki sahnelerde anlıyorsunuz. Zımazınk dolu olan karakollar adi suçlularla dolu gösterilirken asıl mafyalar dışarıda çocuklarına kalabalık doğum günü partileri düzenliyor, geceleri alem yapıyor ya da janti kıyafetler içinde dev bir kibir abidesi olarak hayatlarını devam ettiriyorlar. Bavullar dolusu parayla günlerini gün edip, istedikleri zaman istedikleri kişinin canını alıyorlar. Olan yine garibanlara oluyor. Yakalanacağını anlayan Harris’in bir çanta dolusu parayı çatıdan aşağıda oynamakta olan yoksul siyah çocuklara atması bu bakımdan dikkate değer bir sahne. Belki bir nebze onların da sonları kendisi gibi olmasın diye çırpınıyor. Sevgilisiyle birlikte kaçıp uzaklaşma hayali kuran Harris bir sahnede suç işlemek haricinde para kazanabileceği bir şey olmadığını söylüyor. Kalorifer tesisatı gibi ayak işleriyle uğraşmak zorunda olan Harris mutlu bir geleceğe yelken açabilmek için suça karışıyor ve bunun bedelini de hem kendi hem de sevdiği insanların canıyla ödüyor. Ama film, o kadar güzel bir denge tutturmuş ki, ona kesinlikle acımıyorsunuz. Çünkü o da hiç kimseye acımıyor.
Filmin müzikleri “Shaft”dan (1971) da tanıdığımız J.J. Johnson ve de 1970’lerde adeta siyah bir fırtına gibi esmiş olan Bobby Womack’tan (evet, o meşhur California Dreamin’ parçasını okuyan adam). Adını filmden alan olağanüstü parça da bu ikilinin. Soul funk klasiği “Across 110th Street”i bilmiyor olmanız olanaksız çünkü Quentin Tarantino’nun blaxploitation akımına diktiği anıt olan “Jackie Brown”, “Across 110th Street” şarkısıyla açılış yapar. Orada duymadıysanız bile Ridley Scott’ın “American Gangster”ın da (2007) dinlemişsinizdir.
Oyunculuklarda öne çıkan isimler Anthony Quinn, Anthony Franciosa ve tabii ki Paul Benjamin. Filmin yapımcısı olarak Mattelli rolünü teklif ettiği arkadaşları (Kirk Douglas, Burt Lancaster ve John Wayne) reddedince, madem öyle iş başa düştü diyerek oynayan Anthony Quinn’in ne denli büyük bir oyuncu olduğunu bu filmde bir kez daha görmeniz mümkün. Doğal oyunculuğun adeta kitabını yazıyor. Franciosa da bir de küçük jest eklediği rolüne büyük bir derinlik ve kalite katmayı başarıyor. Paul Benjamin ise bıçak sırtı bir rolün üstesinden gelerek adeta döktürüyor.
Şimdi gelelim filmin asıl kahramanlarına. Bence bu filmi kült mertebesine eriştiren özelliği, anlatısına tarifi mümkün omayan bir zenginlik katmayı başaran mükemmel görüntü çalışması ve onu bütünleyen kusursuz kurgu çalışmasıdır. Şimdi, başlamadan önce şunu söyleyeyim. Ben doğal ortamlarda, güneş ışığıyla ve el kamerasıyla çekilmiş 1970’li yıllar filmlerinin hastasıyımdır. Özellikle bu filmlerdeki doğallık benim başımı döndürür. Yani daha bir “jilet gibi” çekilmiş “Shaft”dan ziyade, ki ben onu da severim, “Cool Breeze” (1972), “Black Caesar” (1973), “Coffy” (1973), “Foxy Brown” (1974) ve “Truck Turner” (1974) tarzı şeyleri severim. Bu filmlerin grenli dokularına bayılırım. Bu filmlerin (çekim) hatalarını bile severim ben (Jackie Brown’da yukarıdan sarkıp duran mikrofonla birlikte Tarantino’nun da sevdiğini anlıyoruz). Yani o nedenle, bu filmlerin blue-ray’leri falan çıktı mı, bayram etmem. Ya da hatalı bir sahnesi doğranırsa memnun falan olmam. Çünkü kusurlu hallerine tutkunumdur. “Trouble Man” (1972) ya da “Blacula”da (1972) olduğu gibi hikayelerine de çok takılmam. “Across 110th Street”de de bazı bariz hatalar var ama bu onun mükemmelliğine benim gözümde halel getirmiyor.
“Across 110th Street” Arriflex 35 BL kamerayla çekilmiş ilk film olma özelliğini taşıyor. Bu cihaz özellikle dar alanlarda büyük bir hareket kolaylığına imkan tanımış olmasına rağmen uzun süre görüntü almak için uygun değil. Çok teknik detaylara girmeyeceğim ama işte bu özelliği, kısıtlı bütçeyle çalışan yapımlar için kurgu çalışmasının önemini ortaya koyuyor. “Across 110th Street” tam bir planlar cehennemi. Normal bir filme kıyasla aşırı derecede farklı plandan oluşuyor. Bu da kurguda müthiş bir dinamizmi beraberinde getiriyor. Bilhassa kapalı mekanlarda ve koridorlar, merdivenler gibi çok dar alanlarda müthiş bir klostrofobi yaratıyor. 165 derece dönebilen kamerasıyla görüntü odağının sanki karakterlerin yanındaki başka bir karakter olduğu hissine kapılmanız işten bile değil. Özellikle karakoldaki sahnelerde, Logart için çemberin giderek daraldığı sahnelerde ve çatıdaki muazzam kovalamacada filmin müthiş bir atmosfer yakalayabildiğini söyleyebiliriz. Burada görüntü yönetmeni Jack Priestley’in hakkını teslim etmek gerekir. Başarısının tesadüf olmadığını “Born to Win”de (1971) zaten kanıtlamıştı.
Öte yandan, post-prodüksiyon aşamasında Shear’a ve Priestley’e büyük destek veren kurgucular Byron ‘Buzz’ Brandt ve Carl Pingitore’yi es geçemeyiz. Pignitore “Dirty Harry” (Kirli Harry, 1971) ve “Prime Cut”ın (1972) kurgucusu, Brandt de “Breakheart Pass” (1975) ve “The Thomas Crown Affair”in (1968). Ve şahsi kanaatimce, birkaç önemsiz hataya rağmen, her ikisinin de en iyi işi “Across 110th Street” (1972). Buradaki kısa kesmeler ve özellikle en az üç parçalı çapraz kesmeler (çatıya çıkan merdiven sahnesi, D’Salvio’nun Harris’e yapacağı baskının hemen öncesindeki hazırlık sahnesi ve soygun sonrası kaçış sahnesi vb.) dikkat çekici. Cinayet sahneleri zaten olağanüstü, burada favorim D’Salvio ile onun şoförünün öldürüldüğü sahneler.
“Across 110th Street” Harlem filmleri içinde bir zirve. Siyah topluluğunun, yapım öncesi planlamada filmde oynatılması düşünülen Sidney Poitier (Hope), Harry Belafonte (Jim Harris) ve Sammy Davis Jr. (Henry Jackson) gibi isimleri anaakıma karışıp geldiği yeri unuttukları için veto etmiş olmaları isabet olmuş. Biliyorsunuz o zamanlar onlardan izin almadan ve çekim yerleri için ilgili bölgeyi kontrol eden siyahi mafyaya haraç vermeden orada film çekmek pek mümkün değildi. Anthony Quinn’in yürütücü yapımcı olarak neler çektiğini tahmin etmek güç değil. Ama hepsine değdiğini söyleyebilirim.
Siyah istismar sineması (blaxploitation) akımının en önemli örneklerinden biri olarak kabul ettiğim “Across 110th Street” (Kirli Sokaklar) kelimenin tam anlamıyla bir kült film. Dur durak bilmeyen temposu ve iğne oyası gibi işlenmiş senaryosuyla göz dolduran bir yapım. Müthiş de bir görüntü çalışması var. Bunu nadiren söylerim ama bu filmin MGM kanalında sık sık yayınlanan Türkçe dublajlı versiyonu da olağanüstüdür. Hatta İngilizcesinden bile daha etkileyicidir. Bulun, buluşturun, seyredin. Şimdiden iyi seyirler.
[box type=”info” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
Sieving, Christopher. “SOUL SEARCHING: BLACK-THEMED CINEMA FROM THE MARCH ON WASHINGTON TO THE RISE OF BLAXPLOITATION”, 2011. Wesleyan University Press, ABD.
Walker, David, Andrew J. Rausch ve Chris Watson. “REFLECTIONS ON BLAXPLOITATION: ACTORS AND DIRECTORS SPEAK”, 2009. The Scarecrow Press, ABD.
http://www.imdb.com/title/tt0068168/?ref_=ttexrv_exrv_tt
https://en.wikipedia.org/wiki/Blaxploitation
https://en.wikipedia.org/wiki/110th_Street_(Manhattan)
https://en.wikipedia.org/wiki/Arriflex_35
Sevgili Ertan, yazını okuduktan sonra filmi bir kez daha izleme isteği hasıl oldu, engel olamadım kendime ve izledim. Ya arkadaş bir film hiç mi eskimez, eskimemiş işte. Bazı filmler işte biraz da bu yüzden başyapıt. Zaten ‘frozen frame’ ile sona eren hiçbir film kötü olamaz demişti bir arkadaşım bir keresinde, doğru söze ne denir. :)
“Frozen frame” ile biten filmler kötü olamaz tezi hakkında benim divxplanet’te yazdığım çok eski bir yazı vardı diye hatırlıyorum. 10 küsur yıl olmuş ama. İki bölümdü o yazı. Bir, “frozen frame” ile biten filmler kötü olamaz, iki, “filmin sonunda filmde oynayan oyunculardan birer kesit gösterip, adı yazıyorsa” o da kötü olamaz. “Platoon” gibi :)
80’li yıllarda beyoğlu emek’te izlemiştim çocukkene.ne şanslıymışız.