Ahmet Toğaç ile daha çok festivallerde karşılaştık. Tek filmi Kulak Misafiri birçok yerde karşıma çıktı, hatta bu sene henüz kazananı açıklayamadığımız SİYAD ödüllerinde kısa film kategorisindeki adaylardan biri oldu. Yerinde sayan, zamanın bir anında kalmış bir adamın bir nevi hareketlenme öyküsü Kulak Misafiri. Ahmet’i bundan sonra nerelerde göreceğiz diye kendisine sormak istedim…
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Seni tanıyalım biraz Ahmet?
Merhabalar ben Ahmet Toğaç. 1995 Erzurum doğumluyum ama kendimi bildim bileli İstanbul’da yaşıyorum. Hayatımı sinema üzerinden kazanmaya niyetlendikten sonra lisedeki sayısal eğitimimin aksi yönüne gidip üniversite tercihimi sinemadan yana yaptım. Güzel sanatlar fakültesinde okumak istiyordum, İstanbul Okan Üniversitesi’nde Sinema-TV bölümünü kazandım. 2019 yılında Kulak Misafiri kısa film projemi hazırlayarak mezun oldum. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde sinema yüksek lisansı yapmaktayım. Bir film çekerek lisans eğitimimden mezun olduysam da kendimi teorik olarak daha iyi ifade edebildiğimi düşündüğüm için şimdiki yolumu akademiye çevirmiş durumdayım. Ancak asla film yapmayı bırakmak istemiyorum. Sadece daha ağırdan alabilirim bu işi.
Kulak Misafiri bitirme projen ve ilk filmin? Üniversitelerde tek film mi çekiliyor artık? Mimar Sinan’da bir zamanlar, belki de hâlâ öyledir, üç dört film çekiliyordu?
Üniversitede hem tek bir film çekiliyor hem de sayısız filmcikler. Şöyle ki iletişim fakülteleri ve güzel sanatlar fakülteleri ayrı eğitim programlarına sahipler. Bizim okulda ikinci seneden itibaren uygulamalı derslerimiz olmaya başlamıştı. Önce yedi-sekiz kişilik gruplar halinde film pratiği geliştirecek ödevler hazırlıyorduk. Herkes bir işin ucundan tutuyor ve ortak sorumlulukla bir ödev teslim ediyorduk. Bir güz döneminde iki ya da daha çok ödev filmi teslim ettiğimiz oluyordu, o yüzden bunlara film demek de pek mümkün değil galiba. Son seneye geldiğimizde tüm süreçleri tek başımıza yürüteceğimiz yani hem senaristi hem yönetmeni hem de yapımcısı olacağımız bir film yapmamız gerekiyordu. Böylelikle güz dönemi senaryo, bahar dönemi prodüksiyon dönemi olan bir sene geçirip mezun oluyoruz.
Filmini çekme koşullarını anlatır mısınız? Okulun desteği oldu mu bu süreçte? Ve akademik olarak nasıl bir yardım aldın?
Okulun desteği mezuniyet yönergesi gereği hem şart hem de gerekli. Senaryoyu daha fikir aşamasından beri danışmanınız ile geliştiriyorsunuz. Karşılıklı öneriler ve tartışma süreçlerinden sonra revizelerle senaryo olgunlaşıyor. Güz dönemi boyunca bu süreci yaşamamış bir öğrenci nefis bir senaryoyla bile jüri önüne çıksa muhakkak ki dersten kalacaktır. Çünkü üniversitedeki hocalarımızın istediği şey onları etkileyen bir film yapmamız değil, bütün bir film yapım sürecini sağlıklı olarak yürütebildiğimizi göstermektir. Tabi sonunda herkesi tatmin eden bir filmin çıkması da önemli. Senaryosu kabul edilen öğrenci ise bahar döneminde prodüksiyona başlamaya hak kazanıyor. Aşamalı bir sistem var, senaryosu film haline gelmeyecek birine “çekme bu filmi” deniliyor aslında. Bu da ilk bakışta acımasız gibi görünse de öğrencinin maddi ve manevi kayıp yaşamaması için bence işlevsel bir sistem. Senaryoda kendini iyi anlatamadığını ama şahane film yapacağını söyleyen öğrenciler elbette çıkacaktır ancak metin üzerinde çalışmayan filmin kurgudan sonra da çalışmayacağını düşünüyorum. Okulun prodüksiyon anlamında desteğinden söz edecek olursak da tabi ki de dört başı mamur film çekmek için yeterli olduğundan şüpheliyim. Sinema filmlerinde kullanılan ve bir okul için iyi pratik geliştirmenizi sağlayacak kameralar var. Ancak iş kamerayla bitmiyor. Hatta kamerayla haşır neşir olmayı bile sevmem ben, kendi setimde de dokunmadım kameraya. Okul filmin resmi sahibi olarak geçmektedir ancak bizim okulda bu işler yönetmen yani öğrenci temelli ilerlemektedir. Filminizde ne yapmak istiyorsanız, kiminle çalışmak istiyorsanız, kimi ikna edebiliyorsanız o olur. İpler sizin elinizdedir ki maharet de bu iknayı yapıp doğru kararları vermektedir bence. Daha önce Mimar Sinan’dan bahsettiniz, şu anda orada eğitim gören arkadaşlarımdan güz dönemi bir film bahar dönemi bir başka film çekildiğini öğrendim. Klasik anlatı yapısına uygun dış çatışmalı ve finalde katarsise ulaşan filmlerin çekilmesini talep ediyorlarmış. Okula başka kurgu, festivale başka kurgu verdiklerini biliyorum. Böyle kısıtlayıcı okulların hâlâ var olması korkunç. Başka vakıf üniversitelerinin de filmlerin festival süreçlerini bizzat yürütmek istediklerini biliyorum. Arkadaşım belgeselini TRT Belgesel’e göndermişken okul bunu öğrenip filmi oradan geri çekmesi yönünde kendisini zorlamıştı. O yüzden burada İstanbul Okan Üniversitesi’nin hakkını teslim etmem gerekli, çünkü bana verdiği serbestlik ve akademisyenlerle fikir alışı yapabilmemin verdiği olanaklar, film için en büyük destekti.
Kulak Misafiri yapı gereği dönemsiz ya da geçmişte kalmış izlenimi veren bir çalışma. Adamın işi, renkler, dekorlar ve hatta yaşam tarzı gibi şeyler bunları düşünmemize sebep oluyor. Ne dersin bu konuda?
Geçmişte kalmış ya da dönemsiz diye tarif etmeniz gerçekten güzel. Tasarladığımız şey büyük oranda buydu. Ben daha çok “unutulmuş” demeyi tercih ediyorum. Çünkü karakterin dünyasında birileri çoktan mekândan taşınmış ve kendilerine yeni bir düzen kurmuşken, Selamet terk edilmiş bir yerde saplanıp kalmış görünüyor. Geçmişte kalmış diye nitelemeyi bu yüzden doğru bulmuyorum çünkü eski alışkanlıklarını devam ettirip ettirmediğini bilmiyoruz. Filmin zamanını net olarak tayin edemediğimiz için de ne kadar o güne göre ne kadar geride olduğu da belirsiz. Yine de şimdiden bakıldığında çağın gerisinde kaldığı aşikâr. Bu yüzden evet geçmişte kalmış oluşu da bu bakımdan oldukça tutarlı. O boş ve unutulmuş bir mekânda yapacağı herhangi bir rutini kalmadığı için kendi kendini oyalıyor. Böylelikle de dediğiniz gibi renkler, dekorlar veya tüm bir filmin plastiği solmaya başlıyor. Şirket her şeyin üstünü kapatmışken yalnızca o kendi masasında bir şeylere tutunmaya, bir rutine bağlanmaya çalışıyor. Niye orada olduğunu ve neyi beklediğini unutmuş bile olabilir belki de. Bu yüzden filmi tasarlarken mekân ve karakteri birbirinden ayrı düşünmedik. İkisi de birbirine organik olarak bağlı, aynı renkte ve aynı tarzdalar. Hatta belki de aynı şekilde güdüleniyorlar. Filmleri teorik zeminlerde incelerken bu karakter-mekân bağlarını kurmaya çalışmışımdır. Yüksek lisans tezimin bir bağlamında da bunun üzerine düşünüyorum. Kendi filmimde de bunu oluşturmaya özen gösterdim. Bu yüzden filmin karakterin zaman ve mekân ile karşılıklı organik bir ilişki kurma çabası, bu izlenimi ortaya çıkartabiliyorsa ne güzel.
Kulak Misafiri başkalarının hayatına sesleriyle bakan bir adamın hayatını anlatıyor. Hikâyenin çıkış noktası ne oldu senin için?
Çıkış noktam sözünü ettiğim organik ilişkideydi. Film bir bitirme projesi olduğu için danışmanımla yaptığım görüşmeler sonucunda olgunlaştı. Önce bir karakterim vardı, adı İhsan’dı. Bir turizm acentesinde çalışan ve ofisin üst katını garsoniyer olarak kiralayan bir adamdı. Yine bir masa başında oturan ve çalışmak yerine o odadaki eski güvenlik kamerası kayıtlarını izlerken yemek yiyen biriydi. Okula bu öneriyle gittiğimde kısa film formatına pek de uygun olmayan genişlikte bir hikâyenin temellerinin atıldığını fark ettik. Danışmanım Murat Tırpan “bir hikâyem var, bu karakteri oraya taşıyalım” diye bir öneriyle geldi. Hikâye başkaydı ama şimdiki Selamet gibi taşınmaya çalışan bir ofisin hikâyesiydi. Daha fazla insanın içinde olduğu ve bu terk edilmişlikten uzak bir ofisin hikâyesiydi. Mekân karakteri çağırdı ve karşılıklı olarak birbirini dönüştürdüler. Şirket iyice boşaldı, masaları tozlandı ve etrafta kimse kalmaz oldu. İhsan da Selamet’e dönüştü, birilerini dinlemeye başladı, hiç tanımadığı birinin hayatına dokunma ihtimaliyle güdülendi ve evine giderken bile merdiven çıkmak zorunda olan biri oluverdi. Bundan sonra da film yaparken en sevdiğim safha başladı, referans bulmak. Daha önce kim buna benzer bir mekânın, karakterin veya duygunun filmini/öyküsünü yapmış. O referanslardan edindiğim birikim senaryodan prodüksiyon tasarımına kadar birçok şeye etki etti. Tekrardan soruya dönecek olursam Selamet hayata başkalarının seslerinden bakıyor, belki onların hayatındaki nüansları kendi hayatında aramaya çalışıyordu. Belki taklit ediyor belki de kendi hayatının o seslerden farklı olmadığına ikna oluyordu. Benim de referans arama yöntemim bundan farklı değildi. Saramago’nun Bütün İsimleri, Coppola’nın The Conversation’ı, von Donnersmarck’ın Das Leben Der Anderen’i ve Tobias Nölle’nin Aloys’u… Benim de bir görünüp bir kaybolan serabım bunlardı.
İnsan başkalarının hayatından referans almaya yatkın bir varlık mı, kişilik mi?
Bence kesinlikle öyle. Lacan, “Ben, ötekinin yüzüdür” derken ona katılmamak elde değil. “Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok” nüktesi anlamlı gelmiyor. Başkalarıyla etkileşim kurmak zorundayız, başkası vesilesiyle değişmek de zorundayız. Sadece kamusal alandaki bir etkileşimden de söz etmiyorum, ikili ilişkilerimizde de sık sık kullandığımız “ben böyleyim” cümlesi bence oldukça sağlıksız. Değişime kapalı olmak mümkün, konservatif bir dünya algınız olabilir ancak kişinin kendi benliğinin öteki üzerinden oluştuğu görüşü oldukça makul ve yerinde geliyor. Kendi hayatımda da bu değişimin takibini yapabiliyorum ve bunu görebilmek beni sevindiriyor. Dünyayı bulunduğum konumdan görüyor ve değerlendiriyorum ama bu demek değildir ki herkesin merkezinde ben varım. O yüzden benim hayatım başkalarıyla da bağıntılı. Selamet de çevresinde hiçbir öteki olmadığı için kendine bir yüz bulması gerekecekti. İş yerindeki insanlara soru sorarken onlar Selamet’in yüzüne bakmayacaksa bunu başka bir yerde aramalıdır.
Selamet’in bunca yıl yaptığı işte etkilendiği kadınla ilgili kırılma noktası nedir sence, ses tonu mu, yaşamla kurduğu bağ mı, yoksa tamamen Selamet’in ruh hali mi?
Bir önceki soruda tam bu kırılma noktasına geliyordum ki böyle bir soru sordunuz. Telefondaki ses “Sana diyorum… Ne kadardır bu haldesin?” diyecektir. Selamet belki de bu sözü kendisine yöneltilen bir soru olarak algıladığı için farklı bir şekilde dikkat kesilmiştir. O yüzden bence kırılma noktası ne sesin kadın olmasıyla ilgilidir ne de kadının ses tonunda. Selamet’in durumu yani içinde bulunduğu konumda duyduğu o ses, yaşamla kurmak istediği bağı bulabileceğini fark ettiriyor. En azından başkasının hayatına ses yoluyla dokunma ihtimalini ona hatırlatıyor olabilir. O an yalnızca pasif bir dinleyici olmadığı yanılgısına kapıldığı an olarak değerlendirilebilir. Sesin uzağında değil, tam karşısında sanıyor kendisini ama tabi ki de bir üçüncü kişinin varlığı bu bağ ihtimalini kırıyor. Sonra fazla sabredemiyor ve yine o konuşmaya geri dönüyor. İhtimal belki onun için hâlâ baki ya da bu bağı oluşturabilecek başka ihtimaller geliyor aklına, bilemiyorum. Bence tamamlanmamış bir şeyler olduğunu hissediyor. Ya da sadece iş işten geçti diye düşünüyor. Belki bir an olsun beni fark eden biri oldu, şansımı daha sonrası için denemeliyim diye bu sesin peşinden gitmeye karar veriyordur. Fakat daha sonra yine başka bir şey oluyor, kendisine soru yönelttiğini sanan sesi değil de üçüncü kişiyi yani onu konuşturmadan kaçıran sesi dinler oluyor. Belki de bu değişimin ne zaman olduğunu bile fark etmiyor ki zaten kulak misafiri olmak böyle bir şey değil midir? Ne zaman dinlemeye başladığını, fark etmeden kendini içinde bulursun.
Başka film projelerin olacak mı, çalışmaların var mı bu konuda?
Kesinlikle yine kısa film yapmayı çok istiyorum. Ancak daha önceden dediğim gibi şimdiki yolum akademi ve buradaki işlerimi yoluna koymadan bir filme başlamayı düşünmüyorum. En iyi ihtimalle yüksek lisans tezimi verdikten sonra bir film yapmaya başlayabilirim. Çünkü benim için zamanımı ve zihnimi bütünüyle dolduran bir etkinlik oluyor filme çalışmak. Aynı anda tez gibi başka bir yoğun süreçte ikisiyle ilgilenmek mümkün gelmiyor. Yine de aklımdakileri not alıyorum ama tez öncesi asla senaryo haline getirmeyeceğim diye de söz veriyorum kendime. Notlar halinde bekletiyorum. Sanırım bu sefer çocuk karakterlerin başrol olduğu bir film olacak, hatta iki film. Bir tanesini gerçek zamanlı bir film olarak tasarlıyorum, yedi-sekiz dakikada geçen bir durumu yedi-sekiz dakikalık bir filmde anlatmak. Diğeri ise bir abla ve erkek kardeş öyküsü olacak ve yine çocuk diyebileceğim yaşlar. Abla en fazla on dört yaşlarında olacak. Bu film de bir tam günü anlatacak gibi görünüyor.
Yoğun bir festival süreci yaşadın, neler düşünüyorsun ülkemiz festivalleri ve jüri kararlarıyla ilgili?
Benim için oldukça keyifli bir süreçti. Başka şehirler, başka seyirciler, başka film yapan dostlarım, hepsiyle etkileşim kurmak ve bir yerlerde film izlemek için buluşmak bence çok değerli. Fiziksel olarak gidebildiğim her festivalin bana bir şeyler kattığına eminim. Hatta bazı yerler var ki filmi yaparken orada olacağımı asla düşünmezken bir anda kendimi festivalde buldum ki bu gerçekten tatmin edici bir karşılık oluyor. Festivalleri ve jürileri değerlendirmek konusunda kafam hayli karışık aslında. Mesela 2017 yazından beri farklı şekillerde Adana Film Festivali’nde bulundum, üç senede de başka deneyimler yaşadım, başka izlenimler edindim. Farklı sevinçler ve hayal kırıklıkları yaşadım. Genelde filmi beğenmeyen seyirci, yönetmene dolaylı olarak “niye böyle kötü film yaptın, hiç sormadın mı kendine bunu neden yaptın” diye sitem eder ya. Sonrasındaki özeleştiri artık film sahibine aittir, ancak bu özeleştiriyi festivallerin de yapması gerekiyor bence. Nihayetinde bir etkinlik düzenliyorlar ama niye bunu yapıyoruz sorusuna cevap veremeyen o kadar festival olacağına eminim ki. Tabi burada kısa film festivallerinin daha sorunlu yapılar olduğunu söylememiz gerekir. Çünkü hemen hemen hepsi çok yeni ve organizasyon sahiplerinin ilgisiz tavırları bu durumu daha da çekilmez kılıyor. Böyle söyleyerek bu kategori içindeki festivalleri töhmet altında da bırakmak istemem. Mesela şu günlerde devam eden İstanbul Film Festivali’yle bambaşka bir deneyim yaşıyorum. Tabi ki de bu kadar güçlü sponsorları olan köklü bir festivali Anadolu’daki bir üniversitenin kısa film festivaliyle kıyaslamak abesle iştigal olacaktır. Yine de sırf gayriahlaki kârlar elde etmek için festival düzenleyen kişilere elbette yasak koyamazsınız, yasa dışı bir şey yapmıyor olabilirler. Ancak bu festivallerde yer almak ya da almamak arasında çok bir fark olmadığı için “buna değmez” diyorum. O yüzden filmim bazı festivallere seçilmese de yine koşa koşa oraya gideceğim ama bir yandan da bazı festivallere asla filmimi göndermeyeceğim. Jüriler konusu ise bence göründüğünden daha karışık. Çünkü bu tip festivallerde bir seçici kurul (ön jüri) bir de ana jüri oluyor. Aslında seçkiye girmek de yine bir jüri ekibinin takdiri ve orada olmayı da dolaylı bir ödül olarak görüyorum. Eğer festivaldeyseniz takdir ettiği ve göstermek istediği filminiz var demektedir. Ana jüri ise elinde yaklaşık on filmden birini diğerlerinden daha iyi olduğu için değil, hemfikir olunduğu için “en iyi” etiketiyle ödüllendiriyor. Uzun metraj yarışmalarında daha çok gördüğümüz kategoriler ile seçkideki farklı filmleri onurlandırmak mümkünken kısa filmde genellikle en iyi ödülüyle yetiniliyor. Hemfikir olmaktan kastım da tam bu, tüm elementleri en optimum düzeye getiren film ödülü kazanmış oluyor. Bu optimum düzey kişisel, tabi kişisel olacaktır. Bu kişiselliğin farkında olunduktan sonra bir yerde ödül kazanan filmin öteki yerde seçkiye dahi girememesi de normalleşiyor. İnsan işte, başka referanslar ve etkileşimler yaşadığı için başka beğenilere sahibiz. Türkiye’de ve dünyada binlerce film festivali olunca da filminizin ödüllü etiketi olması artık içi boşalmış bir kalıp oluyor. Bu yalnızca kısa için değil uzun metraj filmler için de geçerli. Şu ana kadar ana jüri değerlendirmesinden çıkan bir ödülüm yok bu başlarda biraz burukluk veriyordu ama şimdi buna alıştım hatta böyle olmasından hoşlanmaya bile başladım. Türkiye’nin tek ödülsüz kısa filmi diye kendi işimi pazarlayabilirim bile belki.
Pandemi dönemini nasıl geçirdin, bu süreçten bir hikâye çıkarmak istesen nasıl bir şey olurdu?
16 Mart’ta eve girdikten sonra neredeyse iki ay boyunca hiç dışarı çıkmadım. Kargolar, siparişler veya online marketler derken kendi adıma çok da bunalımlı olmayan bir zaman yaşadım. Yavaş yavaş dışarı çıkmaya başlayınca aslında herkesin benim kadar görece rahat bir dönem geçirmediğini fark etmeye başladım. Karşımda ben hiç eve giremedim ki diyen biri varken nasıl herkesle aynı zaman dilimini yaşadığımı düşünebilirim ki? Evde vakit geçirmeyi oldukça seven birisiyim o yüzden zor zamanlar yaşadığımı söyleyemeyeceğim. Yüksek lisansın dersleri ve ödevleri derken de normalleşmeye kadar geçen bir süreç yaşadım. Buradan da bir hikâye çıkarsam herhalde az önce söylediğim “biz hiç eve giremedik ki” teması üzerine gidebilirim. Belki başkarakteri bir apartman görevlisi olan bir apartman hikâyesi. Ya da kardeşim üniversite sınavına girdi, onun yaşantısına benzer bir öykü çıkartırdım. Aylarca evde kal denilen hatta dışarı çıkması haftalarca yasaklanan bir ergenin “hadi şimdi sınıflara giriyoruz” ile yaşadıklarını anlatmak isteyebilirdim.
Çevrimiçi festivaller hakkında neler düşünüyorsun? Bu konuda insanlar ikiye ayrılmış durumda. Bir kısmı salonlarda organik festivalleri tercih ediyor, bir kısmı normale dönene kadar bu çevrimiçiyle idare ederiz kafasında. Sen ne düşünüyorsun?
Ben değişimin olmazsa olmaz olduğunu düşünüyorum. Bu hafta çalıştığım kurum, Türk Sineması Araştırmaları (TSA), toplantısında benzer bir konu olarak artık vizyonun ve gişenin ne olacağı konuşuldu. Yıllar önce Türkiye’deki sosyal yaşamın belki de en büyük olaylarından biriydi açık hava sinemaları ama sonradan bütünüyle yok oldu. Ya da birkaç bin kişilik sinema salonları, mültipleks sinema komplekslerine dönüştü. Endüstriyel ya da sosyal hayat koşullarına bağlı olarak değişimler kaçınılmazdır. Hayatlarımız tepetaklak olurken “yeni normal” diye bir kavram türemişken sinemaların aynı kalmasını beklemek de bence anlamsız bir dirençtir. Önemli olan bu değişimin var olan yapıyı bıçak gibi kesip atmamasıdır. Kontrollü bir değişim herkesin faydasına olacaktır. Tüm sinema salonları ve toplu etkinlikler durmuşken de çevrimiçi festivaller şu dönem için oldukça işlevsel bir yol gibi görünüyor. Ancak burada da filmleri ve içerikleri korumak için belli önlemler alınması gerekecektir. Festivallerin kendi serverlarından oluşturduğu kısıtlı erişim veya Youtube gibi platformlardan yalnızca canlı yayın yapılarak anında izlenecek biçimlerde yapılan festivaller belki de bu dönemin ruhsal kurtarıcılarıdır. Ancak dilediğim bunun yalnızca bir geçiş evresi olarak kalmasından yanadır. Sinema salonlarına eskisi gibi girebilmeyi ve sağlıklı çıkabilmeyi çok isterim. Yine de öyle görünüyor ki her şey gerçek manada normalleşse de dijitalin tadına varan festivaller bunun üzerine planlar kurmaya devam edeceklerdir.
Turgay Aydın’ı çok severim. Onunla yolunuz nasıl kesişti?
Turgay Aydın gerçekten muhteşem biri, bunu söylemeden bu soruya cevap veremezdim. Film için castımı oluştururken ilk tercihim kendisiydi. Ancak kendisinin ne sosyal medyası vardır, ne de internet üzerinde iz sürülebilecek bir iletişim yolu. Filmografisine bakarken daha önce rol aldığı filmlere bakarken aklıma bir bağlantı yolu geldi. 2017’de Adana Film Festivali Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversitelerin sinema kulüplerini buluşturduğu bir sanat kasabasını festival kapsamında düzenlemişti. Ben de ilk defa bu şekilde bir şehir dışı festivalin davetlisi olarak İstanbul Okan Üniversitesi Sinema Kulübü adına gitmiştim. Orada tanıştığım kişiler vasıtasıyla dolaylı yoldan Turgay Aydın’a ulaşabilirdim. Kendisinin mail adresine ulaştım ancak Almanya’da yaşadığı gerekçesiyle muhtemelen ret yanıtı alacağım söylendi. Ben yine de mail attım, kendimi tanıttım ve senaryomu içeren proje dosyamı kendisine gönderdim. Tuhaf da bir mail adresi vardı, daha önceden görmediğim bir uzantıdaydı. Mailin sonuna telefon numaramı da yazmıştım. İki gün sonra telefonum çaldı, bir ses “Merhaba ben Turgay Aydın” diyordu. Kendisiyle ilk defa 2018 Kasım’ında buluştuk, çok iyi hatırlıyorum çünkü Boğaziçi Film Festivali kapsamında Kadıköy Sineması’ndan çıkıp yanına gitmiştim. Oturduk konuştuk kendim ve film üzerine. Ne sonuç çıkacağını söylemek güçtü. Buluştuğumuza göre prensipte çalışmaya yanaştığını düşünüyorum ama söylediği koşullar altında filmi yapmak ne derece mümkün olacaktı bilmiyorum. Almanya’da yaşıyordu ama o sıralar Bir Zamanlar Çukurova dizisinde oynadığı için Adana’da konaklıyordu. Ara sıra İstanbul’a geliyor ve Almanya’ya dönmesi gereken zamanlar da olabiliyormuş. Filmin de senaryosuna göz attığını ama detaylı olarak çalışmadığını söylemişti. Türkiye’de bir kısa filmde oynamadığını ve belli sebeplerden dâhil olmadığı birçok uzun metraj projesi olduğunu söylemişti. İyi anlaşıyor, senaryo üzerine yorum ve önerilerde bulunuyordu ama hâlâ yeterince içerden bir bakışla fikirlerini söylemediği şüphesindeydim. Proje dosyamdaki fotoğrafları gösterip nasıl bir film hayal ettiğimi görsellerle anlatmaya başladığımda iş bir anda değişti. Filmin duygusal atmosferinin referanslarından olan Chungking Express (1994, Wong Kar-Wai) filminden bir fotoğraf gösterdiğimde “şimdi nasıl oynamam gerektiğini anladım” dedi. Belki filmde rol almak için çoktan ikna olmuştu ama tam o an içimden bu iş olacak demiştim. Daha sonrasında iyi anlaşmaya başlamış ve özellikle ilk çekim gününden sonra gerçekten abi-kardeş gibi olmuştuk. Başından beri filmi sahipleniyordu ancak set içinde bu durum daha da arttı. Şunu da söylemem gerekiyor standart bir prodüksiyon takvimi yaşamadık. Şubat’ın başında ev sahnelerini, Mart’ın sonunda ofis sahnelerini ve Nisan başında da filmde gördüğünüz diğer anları çektik. Çünkü Turgay Abi dizisi gereği sürekli Adana’ya uçuyordu ve bizim aralıklı çalışmamız gerekmişti. Ona göre takvim hazırladık ve belki de film boyunca verilen en riskli karar buydu. Yine de en doğru kararı verdiğimi şu an biliyorum.
Son olarak neler söyleme istersin?
Az önce Turgay Aydın’dan bu kadar bahsetmişken değinmek istediğim bir konu daha vardı. Belki teşekkür bölümü gibi olacak ama filmi sahiplenme üzerine bir şeyler söylemek isterim. Bu bağımsız olarak sinema yapmaya çalışan herkesin ortak dertlerinden olsa gerek. Rejideki iki arkadaşım Kaan Kurnaz ve Batıkan Alkan her şeyi paylaşmıştım, filmin jeneriğinde görülenden fazlasına hak ediyorlar. Onların yanında tabi ki sanat yönetmenim Hüsniye Uludağ, o da her şeyini verdi film için. Ancak bunlar okuldan arkadaşlarımdı ve zaten beraber film çektiğim ve paylaşımda bulunduğum insanlardı. Filme ve benim yaklaşımıma güvenerek bir yabancı olmama rağmen filmi sahiplenenlerin başında Turgay Aydın ile birlikte ses oyuncum Kulak Misafiri’nin Serap’ı Deniz İnanç vardır. Sesini neredeyse şans eseri dinlediğim ama defalarca buluşup film üzerine konuştukça arkadaşlığımızı ilerlettiğimiz biri oldu. Tüm ses oyuncuları o veya onun filme dâhil ettiği kişiler aracılığıyla oluştu. İnanılmaz bir ilgi ve alakayla asla senaryodan ve filmden kopmadan bana inandı. Daha önceden Serap karakteri için görüştüğüm kişiler kısa filmde seslendirmeyi ya doğrudan reddetti ya da “oyundan sonra gel, beş dakikaya kaydederiz” diye küçümsedi. Ancak Deniz filmde görünmeyeceğini bile bile dört koldan bu işe sarıldı. Beraber aylarca çalıştık ve parça parça kayıtlar aldık. Adana’da da beraberdik, İstanbul Film Festivali’nde de. O yüzden bu son sözümde teşekkürlerimi ona ithaf etmeye ayırıyorum. Umarım bir gün onun da göründüğü bir film yaparım. Son olarak da Banu Hanım size teşekkür etmek isterim. Böyle bir röportaj teklifiyle bana gelip kendimi ifade etmeme imkan verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Umarım daha başka filmler üzerine daha da güzel sohbetlerde bulunma fırsatına erişebiliriz.