Çocuklukta ve ilk gençlikte kafamızda hangi filmleri, müzikleri ve resimleri beğendiğimiz, hangilerini beğenmediğimiz konusunda yalnızca isimler vardır. Farkında olmasak da bu bir tür sanatsal damak tadının tohumlarını taşır. Yaş ilerledikçe “damak tadımızı” teraziye vurup formülasyona dökeriz. Hayat tarzımızla birlikte şekillenen bu formülasyon, bir çeşit ince sanat zevkine evrilebileceği gibi çoklukla kitsch-severliğe de dönüşebilir. Ama kesin olan bir şey vardır ki ince bir sanat zevkine sahip olsak bile bazı kitschleri çocukluğumuzda da, ilk gençliğimizde de, gençliğimizde de, hatta yaşlılığımızda da severiz.
Sevdiğimiz şeyler “ağır” sanat eseri ise sıkıntı yoktur ama kitsch sınıfında yer alıyorsa bir anda mahcup zevk (guilty pleasure) oluverir. Polis Akademisi serisinin ilk filmi, hayatımın her döneminde sevdiğim bir komedi filmi oldu. Buna mahcup zevk demektense bir komedi klasiği olarak selamlamayı tercih ederim.
Hugh Wilson’ın yönettiği, Paul Maslansky’nin yapımcılığını yaptığı ilk film, büyük başarı sağlayarak dünya çapında 149 milyon dolar gibi bir hasılat getirmiş ve yapım masrafını yaklaşık olarak 30’a katlamış. Doğal olarak altın yumurtlayan tavuk olarak görülen Polis Akademisi, 6 devam filmine daha kavuşmuş. Ama seri daha eksik kadro ile çekilen ikinci filmden itibaren ciddi bir kan kan kaybına uğramış. Dördüncü filmden sonra Steve Guttenberg seriyi bırakmış. 5, 6 ve 7. filmler, bir araya gelip bir hikaye oluşturmakta zorlanan tatsız tuzsuz bir skeç yığını haline gelmiş.
İlk filmin başarısının nedenini, akademideki üç çeşit gerilim hattının ustaca işlenip üst düzey esprilerin yanı sıra slapsticklerle süslenmesinde aramak lazım. Akademideki gerilim hatları şunlar:
- Sivilden gelen ve serbest bir hayata alışkın olan öğrenciler ile otoriter akademi yönetimi (Teğmen Harris, Komutan Lassard ve Emniyet Müdürü Hurst) arasındaki gerilim.
- Erkek ve kadın öğrencilerin ayrı bloklarda kalması ve bloklar arası geçişin kurallara aykırı olması yüzünden oluşan cinsel gerilim.
- Birtakım üst düzey akademi yetkililerince de paylaşılan ırkçı/ayrımcı önyargılar yüzünden oluşan gerilim.
Saydığım bu üç tip gerilimden ilk ikisinin ustaca işlenmesinin önemini küçümsemek ile beraber filmin dilinin ırkçılık karşıtı olmasının da filmin başarısında önemli pay sahibi olduğunu düşünüyorum. Evet, politik doğruculuk kokuyor ve evet, birtakım tuhaf ve hatalı “siyahi” temsillerini kullanıyor ve evet, hatalı “rüşt ispatı” ile final yapıyor. Bütün bunlara sırası gelince değineceğim. Ama tüm bu zaaflara rağmen ilk film buz gibi ırkçılık karşıtıdır.
Akademideki ırkçılık meselesini biraz açalım. Emniyet Müdürü Hurst (George R. Robertson), yeni valinin Polis Akademisi’ne giriş kriterlerini gevşetmesi ve herkesin Akademi’ye girebilmesi hakkındaki görüşlerini şöyle ifade ediyor: “Eskiden Akademi’de herkes doğru boyda, doğru kiloda ve doğru renkteydi.” Teğmen Harris’in yalakası olan muhtemelen güney eyaletlerinden gelen yeni öğrenciler Copeland (Scott Thomson) ve Blankes (Brant Von Hoffman), akademinin ilk gününde etrafta hiç siyahi(*) öğrenci görmemekten duyduğu sevinci dile getirirken hemen yanında Moses Hightower’ı (Bubba Smith) görüyor. (Hightower da bir gece Mahoney ile birlikte gittiği direksiyon eğitiminde Copeland’ın, plakasında ırkçı konfederasyon bayrağı olan arabasını hurdahaş ederek intikamını alıyor.) Copeland’ın ikinci vukuatı ise direksiyon sınavında yanlışlıkla ayağının üstünden geçen Hooks’a (Marion Ramsey) karşı “Damn F*ck Jiggerboo” diye ırkçı bir hakaret kullanması. (Bu hakarete sessiz kalamayan Hightower, ekip arabasını içinde Copeland olduğu halde ters çevirince akademiden atılıyor.)
Filmde eleştirilmesi gereken ilk nokta, siyahi karakter temsillerinin sorunlu olması. Akademide ön planda olan üç siyahi öğrenci Hightower, Hooks ve Jones (Michael Winslow). Hightower 2.01’lik iyi kalpli bir devdir. Ama tersi fenadır. Ona karşı, hatta Hooks’a karşı bir yamuk yaparsanız, sizi yakanızdan kaldırıp vestiyere asabilir. İnsanda korku, saygı ve ceket düğmesini ilikleme hissi uyandırır. Hooks, ince sesli, kısa boylu ve tıknazdır. Merhamet hissi uyandırır. Onun gibi güçsüz biriyle uğraşılmaz. Yazıktır, günahtır. Jones ise dünyayla bağlantısını birtakım taklitler yaparak kurmuştur. Bir trendir, arabadır, bir atari oyunu efektidir, bir kornadır, bir davuldur, bazen de Bruce Lee’dir. Adeta kendinden başka her şey olarak var olur. Yıllar önce ünlü trompetçi Miles Davis bir röportajında Louis Armstrong hakkında şunları söylemiştir: “Great Satchmo’ya (Louis Armstrong’un lakabı-Y.N.) bayılırım. Ama onda beğenmediğim şey şu: O beyazların seveceği şekilde sahnede duran, dans eden, şarkı söyleyen ve gülen biriydi.” Jones da dünya ile ilişkisini aynı şekilde, kendi karakterini sergileyemeden, sadece bir taklitler manzumesi olarak kurmaktadır.
Sadede gelecek olursak hem ırkçılığa karşı olmak hem de filmdeki siyahi insan temsillerini ikisi fiziksel/biçimsel aşırılığa sahip, biri de ilgi çekmek için taklitçiliğe sığınıp kendisi olmaktan vazgeçmiş üç karakter üzerinden kurmak bana biraz çelişkili geldi. Çünkü bir taraftan ırk ayrımına karşı çıkıp diğer taraftan filmdeki bütün siyahi temsillerini freak show şeklinde kurmak bir komedi filmi için bile çelişkidir.
Takıldığım ikinci mesele ise şu: Filmin neredeyse tamamı iç-kötüler olarak adlandırdığım otoriter, güçsüzü ezmeyi seven, ırkçı/ayrımcı karakterler ile mücadele etmekle geçiyor. Mahoney ve Hightower finale gelemeden akademiden atılıyor. Ama finale yaklaşırken şehirde çıkan bir isyan, Mahoney ve Hightower’ın yararlılığı sonucu bastırılıyor ve ikili akademiye geri dönüp kahraman olarak mezun oluyor. Bu bir nevi rüşt ispatı. Peki bu rüşt ispatı neye yarıyor? Ayrımcılara, ırkçılara haddini mi bildirmeye yarıyor? Yoksa ırkçıları ayrımcıları barındıran bu sisteme “Hizmetine girip senin bir parçan olmaya hazırım!” mesajı mı veriyor? Korkarım ikinci şık daha ağır basıyor. Çünkü serinin ikinci filminde mezun olup karakollara gönderilen kafadarlarımız, etrafa dehşet saçan bir suç çetesine karşı mücadeleye girişiyor. Fakat geçen filmde ırkçı önyargılara karşı mücadele eden kahramanlarımız, şimdi latin kökenlilerden, punklardan ve heavy metalcilerden oluşan bir çeteye karşı mücadele etmeye başlıyor. Toplumun bir kesimini, etnik kökeni ve giyinişi yüzünden hedef tahtasının önüne oturtuyor. Birinci filmdeki eğreti ırkçılık karşıtlığı bile fazla radikal kaçmış olacak ki akademi restorasyona girişiyor ve selameti düzenle barışmakta buluyor. Serinin diğer filmleri ise bu restorasyon içinde, gerçek çatışma ve gerilimleri konu almaktan uzaklaşarak git gide daha kötü bir curcunaya dönüşüyor.
Köktenci bir zihinsel yöntem ile ele alınmayan, derinlemesine analiz edilmeden girişilen her türlü “doğruculuk”, “hesaplaşma”, “barışma” ve moda tabirle “helalleşme” girişimi, günü düzenin şefkatli(!) kolları arasında tamamlamaya mahkum değil mi? Ne dersiniz?
Öteki Sinema için yazan: S. Özgür Ilgın
* Burada kullanılan “siyahi” tabiri ile hiçbir ayrımcılık niyeti güdülmemiştir. İnsanlar arasında deri rengine göre ayrım yapan ırkçılık var olmasaydı ne ayrımcılığa uğrayan insanlar ne de onları işaret etmek için kullandığım “siyahi” sözcüğü var olacaktı.
Çocukken televizyonda defalarca yayınlanırdı bütün seri, hatta ülkemizde o kadar tuttu ki benzer polis akademisi alaturka bile çekildi. Yazı için teşekkürler S.Özgür Ilgın Abi.