Arabasıyla yolda kalmış, yardım için gereken telefon görüşmelerini yaptıktan sonra telefonda nişanlısıyla konuşan kadın birdenbire bir yabancının saldırısına uğrar. Kısa bir müddet içerisinde saldırgan tarafından kaçırılır, parçalara ayrılır ve kanalizasyona atılır. Ancak saldırganın bilmediği şey, telefonda konuşulan malum nişanlının intikam uğruna neleri göze alacağı ve yapacağıdır. Ve bu yapacakları sıradan bir intikam öyküsünün çok, ama çok ötesinde olacaktır.

Öteki Sinema için yazan Onur Atay

blank“Akmareul Boattda”, Filmekimi’ 2010 kapsamında ülkemizde gösterim şansı bulmuş, ziyadesiyle taze ve Güney-Kore sinemasının son on yıldaki yükselişine bana göre oldukça esaslı bir tepecik daha koyan, orijinal bir intikam öyküsü. Film, klişe tanımla ‘bildiğimiz intikam öykülerinden farklıca’ bir tavır koyup, bu tavrın üzerine inşa ettiği öyküsüyle, hem vicdanı, hem de vücudumuzun neresinde yer aldığına halen kanaat getirilmemiş o ‘gore noktası’nı yoruyor. Daha önceden bildiğimiz türdeşi “Oldboy” ve “Dalkomhan Insaeng (A Bittersweet Life)” gibi intikam öykülerinin yaptığı gibi başka bir yol açmayı deniyor ve benzerleri gibi başarılı oluyor, grafik şiddetin yoğunluğunu intikamla meşrulaştırmayı denerken, kah Bergman’ın “Jungfrukällan”ından, kah Fransız neo-horror’ı “Martyrs”tan çıkartabileceğimiz (artık) bilindik soruyu sormaktan da geri durmuyor: “İntikam için, sizi daha önce üzmüş olan şimdiki kurbanınızdan daha da vahşileşebilir misiniz?”

Joon-yeon (Byung-hun Lee), vahşice öldürülen nişanlısının ardından aldığı ‘kafa izni’ni (ki kendisi bir NIS ajanı) değerlendirmek adına nişanlısının emekli başkomiser babasından gerekli enformasyonu alıp katilin peşine düşüyor. Bu, filmin başlangıç kısmı kadar hızlı gelişen mevzular silsilesi, kısa sürede katil Kyung-chul’un (Min-Sik Choi) intikam peşindeki Joon-yeon tarafından yakalanmasıyla sonuçlanıyor ama planlar tahmin ettiğimiz gibi işlemektense, başka bir yöne doğru ilerliyor. Joon-yeon, yakalayıp öldüresiye patakladığı Kyung-chul’u farkına vardırmadan zorla yutturduğu ‘gps-mikrofon’ kombinasyonlu bir cihazla yeniden salıveriyor; her türlü hareketini ve söylediğini takip etmek üzere hem de. Bu noktada hikaye ‘teknolojik bir kedi’ ve fare oyununa dönüyor, zira polisimiz Joon-yeon, katili her seferinde başka bir suçu işlemek üzereyken yakalayıp, türlü sapıklığa meydan okuyan bir şiddet içerisinde fiziksel zarar verip yeniden salıyor. Bunun içerisinde yan rollerde hikayeye dahil olan yan karakterler işleri daha da garipleştirip gidişhatı farklı bir noktaya doğru ilerletiyor.

blankBu şiddet şöleni sırasında üzgün ve delirmeye yakın nişanlıyı oynayan Byung-hun Lee, daha önceki filmlerindeki (“Joint Security Area”, “The Good, the Bad and the Weird”) donuk ama cidden az ve öz oynayabildiği karakterlerine bir yenisini ekliyor ve cidden yaptıklarını sorgulatmakla sorgulatmamak arasında bizi ikileme düşüren bir karşı-intikamcıyı fazlasıyla başarılı oynuyor. Ama bu demek değil ki, bizi isyan ettiren, tiksindiren, “bu kadarı da pes” dedirten sapık-katilimiz Min -Sik Choi onun karşısında ezilsin; tam tersine her sahnede sazı eline alan nam-ı diğer Oldboy, gerçekten literatüre kazınacak bir karakter çıkartıyor, profili geçen her dakika öteye taşıyor, herhangi bir insan olabilecekken sebepsiz psikozuna yedirdiği inadıyla adeta bir ‘amok koşusu’na çıkmışçasına önüne çıkan herkese fiziksel&ruhsal zarar vererek -olmayan ama adeta acılı nişanlı Joon-yeon tarafından çizilmiş gibi duran- yoluna devam ediyor. Yüreğindeki acıdan gözü dönmüş nişanlıya “daha dur, neler göreceksin” dercesine çıkartılabilecek en büyük sosyopat profillerden birini çıkartıyor. Bu noktada Joon-yeon’un acısının yükselttiği şiddet eşiği bir yandan kendisini işkenceciye çevirirken, bir yandan da bizleri, oynadığı oyunun ciddiyetinin varabileceği noktayı heyecanlı bir şekilde tahmin etmeye bırakmaktan başka bir yol bırakmıyor.

Kim-ji Woon, “Janghwa, Hongryeon (A Tale of Two Sisters)” ve “The Good, the Bad and the Weird” gibi farklı kaydadeğer tür denemelerinden sonra imza attığı bu intikam öyküsüyle zannımca şimdiye kadarki en başarılı işini çıkartıyor; film (sonradan eklenmiş gibi duran bir on beş dakikalık son parça dışında) bütünlüğüyle, daha önce çokça işlenmiş ama bu sefer başka bir yoruma kavuşan bir intikam yolculuğunu, gerek oyuncu yönetimiyle, gerekse de görüntü yönetimiyle estetize edilmiş dinamik şiddetiyle (bu noktada bazı kısımlarda yer alan Hollywoodvari patırtıyı görmezden geliyorum) Güney-Kore gerilimlerine bir harika daha ekliyor diyebilirim. Özellikle şahsi fikrimce adeta bir Dostoyevski bakışıyla yorumlanan bu şiddet öyküsünün (şiddet, mutlu olmak adına harcanabilir mi, değiş tokuş edilebilir mi), aynı zamanda bu kadar hareketli bir filme yedirilebilmesini esaslı bir başarı olarak görüyorum. Bununla beraber şimdiye kadarki izlediğim en sürükleyici ‘iki saatten uzun film’lerden biri olması sebebiyle ve o nev-i şahsına münhasır ince Güney-Kore (belki Kuzey’de de böyledir, kim bilir) mizahıyla yoğrulmuş “Akmareul Boattda”; gore, intikam, gerilim ‘keyword’lerini birarada görünce heyecanlanan, benim de dühul olduğum kitle için kesinlikle elzem.

Görsel Galeri

blank

blank

blank

blank

blank

Referanslar:

-Hunter R. , 28.10.2010
http://www.filmschoolrejects.com/reviews/fantastic-review-i-saw-the-devil.php

-Weinberg S. , 15.9.2010
http://www.fearnet.com/news/reviews/b20188_tiff_10_review_i_saw_devil.html

blank

Misafir Koltuğu

Öteki Sinema ekibine henüz katılmamış ya da başka sitelerde yazan dostlarımız her fırsatta harika yazılarla sitemize destek veriyor. Size de okuması ve paylaşması kalıyor...

11 Comments Leave a Reply

  1. Yanlış anlaşılmasın ama “vuruculuk” için gore şartmış gibi algılayan düşünce yapısını anlayamıyorum. Ona bakarsak “The Turkey Shoot” sinema tarihinin en iyi filmi.

  2. merhaba;

    aslında dediğin gibi şart koşmuş bir niyetim yoktu benim, mesela yazıda da bahsi geçen “jungfrukaellan” da gayet ‘vurucu’ olabilirken şiddeti en alt seviyede tutabilmiş bir film. bununla beraber wes craven gibi birisi de ‘vurucu’ olabilmesi için aynı hikayeyi shaker’da bol kanla bir iki sallayıp “last house on the left”i çıkarmış. hani demek istediğim o ki; akmareul boattda’da adamlar güzel bi hikayeyi bol gore çerçevesinde anlatma gereği duymuşlar, ben de splatter seven biri olarak gayet sağlam buldum misal.

  3. @infestor

    evet filmekimi’nde izledim. güzel deneyimdi, keşke böyle filmleri bu ülkede hep böyle büyük kalabalıklarla izleyebilsem dedim.

  4. Bir film bu kadar sıradan ve hayal kırıcı mı olabilirdi? Aylardır şevkle, heyecanla nefesimi tutarak beklediğim bu film, dün gece bütün rüyalarımı yok etti. Arkasında iki sıkı aktör, bir işe yarayan yönetmen ve Kore sinemasının vahşeti olmasına rağmen 2 boyutlu karakterler, inanılmaz kötü bir ‘3rd act’ ve ‘Deus Ex Machina’ üstüne kurulmuş bir 20-30 dakika olaylar zinciri benim nerede ise bütün sevgimi yok etti. Şimdi umudumuz kaldı diğer Kore incisi olan Moss’a, belki bu sefer umutlarımız boşa çıkmaz.

  5. Evrim, İzmir Kısa film festivalinde Can’la senden çok konuştuk. Katılımına çok sevindim ama henüz izlemediğim bu film için söylediklerinden korktum… O kadar kötü mü diyorsun yani?

  6. Merhaba Murat;

    Umarim hakkimda hep iyi seyler soylenmistir – kulaklarim cinlamadi ama…

    Film aslinda kotu degil – sonuc olarak ortada cok kaliteli bir kadro ve yetenegi oldukca belirgin bir yonetmen var ama karsimizdaki son urun oldukca siradan: yonetmenin ortaya cikartmak istedigi tema , yeni bir tema degil: bu demektir ne azinda bu temayi yeni bir sekilde isleyip ona ilgi cekici bir hava vermesi gerekir – ne yazik ki buda olmuyor.
    Film tam beklenmedik yerlere gitmesi gerekirken , daha da sacma sapan seyler yapmaya basliyor: butun olay Karakter A’nin bir noktadan oteki noktaya gitmesi icin bir bahane oluyor – tamam sonu bir sekilde guzel baglaniyor ama o sahneye geldigimizde kaybolan bag yuzunden hersey icin cok gec.
    Sen izlediginde senin de fikirlerini her zamanki gibi keyifle okumayi bekliyorum.

  7. Büyük bir hevesle seyretmeye başladığım film maalesef bende de hayal kırıklığı yarattı. Evrim’in yorumlarına tamamen katılıyorum. Sanki Amerikalılar remake yapsın diye yapılmış bir film. Son senelerde gözde olan Koreli sanatçıların yeni işlerinde yaşadığım ikinci hayal kırıklığı bu filmdi. İlkini “Thirst” filminde yaşamıştım. Her iki film de çok iyi başlayıp daha sonra amaçsızca ilerleyen filmlerdi. Ayrıca ikisi de gereksiz uzundu.

  8. Yazıya katılıyorum ben de sevdim filmi. Özellikle uzun olmasından korkup uzun süre elimde tutmama rağmen izlememiştim. Ama uzunluğuna rağmen sıkıcı ve ağır bir film değil. Film boyunca süren dedektif-seri katil kovalamacasından da daha filmin ilk yarım saatinde kurtuluyoruz ve daha farklı bir intikam hikayesi izleyeceğimiz anlaşılıyor. Sonunda klişelerden uzak, şahsına münhasır karakterlerden oluşan şahsına münhasır bir film izlemek isteyenler için ideal bir seçim. Özellikle gore severlere ayrıca tavsiye edilir.

  9. Fede alvadrezin evil dead in den bu yana izlediğim filmler arasında gore seviyesi en yüksek olandır ı saw the devil

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Exterminator (1980) ve The Exterminator 2 (1984)

İlk bakışta muhteşem posteriyle sıradan bir intikam b-filmi olarak göze
blank

Henry: Portrait of a Serial Killer (1986)

1986 yapımı, John McNaughton'ın senaryosunu yazıp yönettiği ''Henry: Portrait of