Aksiyon filmleri sinema zanaatının öne çıktığı yapımlardır. Bu türün ihtiyacı olan teknik imkanlara henüz sahip olan sinemamızda bu tür örneklere rastlamak geçtiğimiz yıllarda pek mümkün değildi. Elbette Yeşilçam zamanlarından gelen imkansızlıklar içinde çekilmiş filmler vardır, hatta Cüneyt Arkın gibi bir aksiyon yıldızımız bile var ama elde tabanca, “vur, kır, dök”ten öteye gidemeyen, bir aksiyon filminin gerçek gerekliliklerini yerine getiremeyen işlerdi bunlar…
Yeşilçam’ın bitip, seyircinin ‘Türk filmi’ne olan tutkusu da körelince, bir sürü sinema salonunun kapanmasına yol açan ve sektörün kişisel çabalarla yılda 5-10 film ancak çevirebilen bir sinema çölüne dönüştüğü küslüğü bitiren de yine aksiyon yanı görmezden gelinemeyecek bir drama olmuştu: Eşkiya!
Şener Şen’in oynadığı Baran karakteri yıllar süren mahpusluğun ardından büyük şehre öcünü almaya, sevdiğini bulmaya ve yeni tanıştığı dostlarını kollamaya geliyor ve macera, çatılarda, polis helikopterleri arasında yaşanan bir kapışmayla sonlanıyordu. Yeşilçam’ın ara vermeden önce yaptığı her şeyin damıtılmasından oluşmuş bu hareketli ve duygusal kokteyl seyirciyi etkiledi ama aksiyon çekmekte öyle her babayiğidin harcı değildi elbette…
O yüzden olsa gerek, Eşkiya’nın ardından bir aksiyon yağmuruna tutulmadık. Bazı denemeler başarısızlıkla sonuçlandı, başarılı bazı filmlerde gişede çakılınca dövüşten yenik çıkmış sayıldı. Giderek çoğalan festivallerin domine ettiği Türk sinemasının başka sulara da girmesi zaten pek beceremediğimiz bu türe bir ilgisizlik oluşturdu. Öyle ki, 2001 vizyonundan aksiyon sinemasına örnek olarak sadece bir filmi işaretleyebiliyorum; Deli Yürek: Bumerang Cehennemi…
Türe olan ilgisini her fırsatta belli eden Osman Sınav’ın aynı adlı popüler TV dizisini sinemada devam ettirme çabasının bir sonucuydu bu film… Fena olmayan hikayesi ve kurgusuna rağmen içerdiği aşırı milliyetçi yapısı sebebiyle eleştirildi ama Kenan İmirzalıoğlu’nun ismi sayesinde sinemaya gidip izleyeni de çok oldu.
Dosyayı asıl başlatmak istediğim tarih olan 2005 yılında da durum vahimdi! Aksiyon olduğu tartışmalı bir Maskeli Beşler; İntikam Peşinde dışında türe ait hiçbir deneme yok. 2006’da ise şimdilerde yaşadığımız yoğunluğun sebebi sayılabilecek ve en azından bizim sinemamız için, çarşıdaki patlama sahnesi gibi bazı devrimsel yenilikleri barındıran Kurtlar Vadisi: Irak gösterime girdi ve Irak’ta başına çuval geçirilen Türk askerleri yüzünden yükselen milliyetçi duyguların da etkisiyle rekor sayıda izleyiciye ulaştı: 4256.000 kişi izledi bu filmi! Film eleştirmenlerinin “milliyetçi bir mastürbasyon” olarak nitelendirdiği film yurtdışında da gösterildi ve içerdiği Amerikan karşıtı bakış açısı yüzünden epeyce eleştirildi.
Kurtlar Vadisi: Irak’ın yaptığı gişeye rağmen, aksiyon filmi çekmenin gerektirdiği bütçe imkansızlıkları sinemacıları düşündüredursun, 2007 yılında Türk sinemasında çekilmiş en stilize aksiyon sahnelerini barındıran ve bu haliyle John Woo filmlerine uzanan, şiirsel bir dram olan Polis, Senaryosunu yazan Yavuz Turgul’un Eşkiya’yı özlediğini hissettiren Kabadayı ve Osman Sınav’ın yeni filmi Pars: Kiraz Operasyonu gösterime girdi. Polis, bir başyapıt olabilme potansiyeline rağmen hikayenin her yöne gitme isteği yüzünden uzadıkça sıkıcılaşan bir filmdi fakat Onur Ünlü’nün müjdeleyicisi olarak görüldü. Kabadayı ise Yavuz Turgul’un kaleminin artık yorulduğunun işareti olarak yorumlandı. Baran benzeri bir karakteri yine Şener Şen’in canlandırdığı Kabadayı çok beğenilen bir iş olarak hatırlanmıyor. Ama senarist, yönetmen (Ömer Vargı) ve oyuncuların kredisi yüzünden iki milyon seyirciye ulaşmayı başardı. Bu filmler arasında bir aksiyon filmi olmaya en çok yaklaşanı, bol patlamalı, atlamalı, zıplamalı sahnelere sahip olan Pars: Kiraz Operasyonu oldu fakat artık TV’lerin geceyarısında gösterdiği ucuz Amerikan filmlerinde bile böyle anları görmek mümkün olduğundan seyirci çok etkilendi dersek yalan olur.
2008 yılında Türk sinemacılarının çektiği film sayısı artmasına rağmen gösterime giren aksiyon filmi sayısında bir artış yaşanmadı. Sadece iki film: Seyirci tarafından tamamen görmezden gelinen Miras ve aslında bir James Bond parodisi olan Süper Ajan K9… Miras’ın neo Osmanlı’cı zihniyeti aksiyon sinemasının kendini bir türlü sıyıramadığı milliyetçi rotanın yeni yön göstericisi olurken, film Gökhan Mumcu’yu da bir aksiyon yıldızı olarak lanse etti. Türk, İngiliz, Hintli ve Kanadalı oyuncularına rağmen sadece 31.000 izleyici ile gişede çöken Miras, içerdiği bazı sıkı aksiyon anları hatırına görülebilir ama filmin tamamına katlanmak zor. Süper Ajan K9 ise Türk sinemasında olmayan bir türün parodisini yaptığı ve beceremediği için yapanların dahi unutmak istediği ucube bir iş olarak akıllarda yer etti.
2009 yılına geldiğimizde ise aksiyon meraklıları onlarca yabancı filmin arasına sıkışmış Kanımdaki Barut, Nefes: Vatan Sağolsun ve yine bir komedi olan Türkler Çıldırmış Olmalı ile idare etmek zorundaydı. Kanımdaki Barut, yönetmen, yapımcı, senarist ve başrol olan Haluk Piyes’in başarısız bir denemesi olarak kaldı. Büyük laflar eden ama bunları duyuramayan bir deneme…
Bu üç film arasında, özellikle finaldeki PKK baskını yiyen karakol direnişi sekanslarıyla, Nefes: Vatan Sağolsun oldu. Türk sinemasının daha önce beceremediği bir çatışma gerçekliği sağlanıyordu bu anlarda… Militarist bakış açısını, askerin hikayesini anlatmaya odaklanarak kıran Nefes: Vatan Sağolsun, güçlü oyunculukları sayesinde ileride de hatırlanacak bir işe dönüştü ve o yılın en çok iş yapan filmi oldu. Aksiyon filmlerinin özenle çekildiği takdirde izleyiciyi sinema salonuna çekebileceğinin yeni bir ispatı…
Nihayet 2010 yılında bir kıpırdanma yaşayan Türk aksiyon sineması o yıl tam 4 örnek vererek kendi rekorunu kırdı. New York’ta 5 Minare, Ejder kapanı, Pak Panter ve Sultanın Sırrı… New York’ta 5 Minare, bir bütün olarak anlamlı bir film değil… Fazla dallı budaklı ve manipülasyon peşinde olan bir hikayesi var fakat örgüt hücresine baskın yapma sekansı ile Türk sinemasının şimdiye kadar çekilmiş en başarılı aksiyon anlarını barındırıyor. Bu sahnelerin anahtar teslimi olarak bir Hollywood firması tarafından yapıldığı söylentisi filmin gösterildiği dönemde dillendirilmişti. Ne olursa olsun, sırf sahne için bile görülebilir. Ejder Kapanı ise Uğur Yücel’in bir polisiye denemesiydi. İyi oyunculuklara sahip, stilize, gösterişli bir film. Bu satırların yazarı olarak filmi ve özellikle finali çok sevmeme, Yücel’in yönetmenliğini takdir etmeme rağmen Ejder Kapanı, seyirci ve eleştirmenler tarafından genel bir memnuniyetsizlikle karşılandı. Türk sinemacılarının aksiyon ve komediyi kaynaştırma isteğinin yeni bir tezahürü olarak yapılan Pak Panter ise Ajan K 9 örneğinden akıl alınmamış olduğundan başroldeki iki karakterin maskaralıklarına kurban edildi. Film epey sağlam bazı dublör numaraları içeriyor fakat tür adına bir önemi yok…
Gelelim yılın en kötüsüne, yani Sultanın Sırrı’na… “2010 İstanbul Kültür Başkenti” projesini “Aksiyon Başkenti” olarak anlayan ve film yapmak için 4 milyon $’ı cebe atan bazı sinemacılarının eline, yüzüne bulaştırdığı hiçbir tatmin noktası içermeyen bir filmdi bu. Sultanın Sırrı, Dan Brown’un yazdıklarını fazla ciddiye alan bir yapıda, batılıların “Kızıl Sultan” olarak bildikleri 2. Abdülhamit Han’ın yaptırdığı ve içinde Kerkük petrol sahalarının yerlerini gösteren haritaların olduğu gizemli bir sandığa ulaşmaya çalışan 2 açgözlü Amerikan ajanını ve onların oyunlarını bozmaya çalışan Topkapı Sarayı müze müdürü Hakan (Sinan Albayrak) ve onunla birlikte çalışan Türk ajanı Derviş’in (Burak Sergen) maceralarını anlatıyordu.
Ortada kafası karışık ve çalakalem yazılmış bir senaryo var. Açıkça söylemek gerekirse bizim azimli Türk ajan arkadaşlarımızın gidişata pek bir etkisi olmuyor. Amerikalılar İstanbul’un altını üstüne getirip, dehlizler bulup, oralarda kazılar yapıp, sandığı kapıp kaçarken bunların o dehlizlerde kaybolmaktan başka bir numarası yok. Özellikle finalde film asap bozucu bir komediye dönüşüyor. Filmin başta izlediğimiz Kerkük’de ki çatışma sahnesi dışında hangi yapım masrafı ile 4 milyon $’a çıktığını anlamak da pek mümkün değil. Öyle dur durak bilmeyen bir aksiyon yok çünkü. Bir tür Osmanlı ezoterizmi yaratmaya çalışan hikâyenin ciddiye alınacak tarafı yok. Hard Ticket to Hawaii ya da Savage Beach gibi 80’lerin ünlü Andy Sidaris filmlerinden beri böylesi anlamsız, etkisiz bir olay örgüsüne rastlamamıştım.
Aksiyonun Türk sinemasındaki serüveninin geçen yılki durakları ise şu filmler oldu: Labirent, Bendeyar, Kurtlar Vadisi Filistin ve Anadolu Kartalları… Labirent, Tolga Örnek’in elinden çıkma, stilize ve çok temiz bir iş… Dosyada yazdığım filmler içinde en beğendiğim diyebilirim. Özellikle bu türün öndeki temsilcisi olan Hollywood sinemasının anlatım tekniklerini taklide kaçmadan uygulayabilmiş güçlü bir seyirlik. Anadolu Kartalları ise fiyakalı bazı uçuş çekimleri dışında sınıfta kalan geç kalmış bir Top Gun taklidi. Gençleri havacılığa özendirmek amacıyla yapılmış bir promosyonun parçası…
Kurtlar Vadisi: Filistin yapımına gösterilen özen ve Türk sinemasında bir sürü ilki (Maket Tanklar, uçaklar) başarması nedeniyle dikkat çekti fakat sonuç için aynı şeyler söylenemez. KV: Filistin’de işler bildiğiniz gibi. İlk filmde “Tanrım bana emretti” diyen çatlak Amerikan ajanına (Billy Zane) “Ben böylebir emir vermedim” diyecek kadar kendisinden geçmiş, milliyetçi duyguları sinemada kullanarak seyirciyi etkileme telaşındaki yapı aynen korunuyor.
KV: Filistin, gerçek bir olaydan yola çıkıp kendi hayalini kurmaya devam ediyor: Basın bülteninde de yazdığı gibi Gazze’ye insani yardım malzemeleri götürmeye çalışan gemilere yapılan kanlı baskın üzerine Polat Alemdar ve arkadaşları Filistin’e gitmiştir. Yapılacaklar bellidir: Bu baskının askeri planlayıcısı ve yürütücüsü olan İsrailli komutan ele geçirilmelidir. Hedefine adım adım yaklaşan Polat Alemdar’ı bazı sürprizler beklemektedir.
Sinemamızda pek becerilemeyen, silahlı çatışma, takip, araç, bina patlatmak gibi detaylardan oluşan aksiyon sekansları için filmin teknik ekibini defalarca tebrik etmek gerek. İlk filmde bu anlamda başarılıydı ama KV:Filistin bu teknik kabiliyeti biraz daha ileri götürmüş. Fakat fikir kısmına geldiğimizde denizin suları bir anda dalgalanmaya başlıyor. Kurtlar Vadisi serisi gerçek olaylardan yola çıkan ama gerçekliğin çok uzağına düşen işler. İlk film kafasına çuval geçirilen Türk istihbaratçılarının ve Iraklı Türkmenlerin intikamını Türklük duygularını göklere çıkararak alıyordu ama gerçekte yaşanan şeyler çok farklıydı ve ‘çuval’ olayı toplumsal bir travma olarak belleklerdeki yerini aldı. Bu defa da İsraillilere had bildirme derdine düşen filmin bu haliyle 70’lerin Malkoçoğlu, Kara Murat filmlerinden ya da Missing in Action gibi Reagan dönemi filmlerinden bir farkı kalmıyor. Bu tür filmlere her ülke sinemasında, en çok da Hollywood’da rastlamak mümkün…
Bendeyar’a gelince… Film komik olmayan bir şaka gibi… Hevesli her kişinin sinema yapmaması, yaparsa da aksiyona bulaşmamasına bir uyarı vazifesi üstlenmesi dışında bir önemi yok. Kötü hikaye, kötü oyunculuklar, kötü aksiyon… Başka da bir şey yok.
Günümüze geldiğimizde Türk sinemacılarının aksiyon filmi çekme isteğine rağmen genelde becerememe hali devam ediyor. Bu yılın iddialı filmlerinden Ayaz, yapımcısı tarafından gösterimden çekildi. Kaos: Örümcek Ağı ise sıkı bazı aksiyon sekansları barındıran, Hong Kong filmlerine, özellikle Ringo Lam’ın çektiklerine özenen ama son derece yetersiz bir seyirlik.
“Türkler cengaver millettir” önermesinden yola çıkarsak, aksiyon türüyle olan dansımız süreceğe benzer. Eskiden, Komiser Cemil filmlerinde olduğu gibi, iyi hikayelerimiz, kötü serüvenlerimiz vardı. Şimdi işin serüven kısmını hallediyoruz da hikaye de çuvallıyoruz. Labirent gibi tek tük örnekler de kalıcı izler bırakamadan siliniyor. Türk sinemasının 2005’den bu yana yaptıklarına odaklanarak yaptığımız bu dosyayı bir dilekle bitirelim: Umarım önümüzdeki aylarda beyazperdenin görkemine yakışır aksiyon filmleri izleyebiliriz.
Murat Tolga Şen 2012