Kerem Akça, 70’lerde Meksika’da verdiği eserlerle tanınan 81 yaşındaki efsanevi yönetmen Alejandro Jodorowsky ile konuştu.
1960’ların sinema ve sanat hareketlerinin zirve yaptığı döneminde Meksika’dan çıkan 1929 doğumlu Alejandro Jodorowsky, aile mutluluğu yaşamamış, hayatında her şey savaş ve başka şeylerle bölünmüş bir sinemacı. Avant-garde tiyatroyu kuran, çizgi roman çizerliği yapan ve gerçeküstücü sinemacılar arasında her zaman Luis Bunuel, Jean Cocteau, Vera Chytilova, David Lynch gibi isimlerle beraber anılan Jodorowsky, 81 yaşında olmasına karşın neşesinden bir şey kaybetmemiş mütevazi bir sanat adamı.
Alain Resnais için ‘Beni değerli enlektüeller ile karşılaştırmayın’, Frank Miller için ‘uyarlamaları görsel anlamda etkileyici ama ruhu eksik’, Hollywood için ‘Amerikan sömürgeciliğinin gölgesinde diktatör bir sistem’ diyebilecek kadar da açıksözlü bir düşünce adamı kendisi. Yönetmen için gösteri sanatından öğeleri sinemaya garip yöntemlerle sokuyor diyebiliriz.
Gerçek bir ustanın bakış açısını taşıyan, şu anda sanat başkenti Paris’te çizgi roman çizerliği ve falcılıktan para kazanan, ‘sonradan değeri anlaşılan kült filmlerin yönetmeni’ Jodorowsky ile yaptığımız keyifli sohbetten geriye kalanlar aşağıda. 1989’da çektiği, altı filmlik kariyerinin beşinci halkası olan “Santa Sangre”yi başrolde oynayan oğlunun ölümü sebebiyle senelerdir izlemeyen yönetmenin, !f İstanbul kapsamındaki gösterimde bunu gerçekleştirerek içindeki sinema aşkını ispatladığını da ekleyelim.
• Filmlerinizi genelde genç bir kitle seviyor ya da genç sinema yazarları önemsiyor. Bu durumu neye bağlıyorsunuz?
Aslında bütün dünyada öyle. Yapımcılar benim filmlerimi çok geniş kitleye açmayı istemiyordu 70’lerde. Bu da filmleri daha dar kitleye kısıtlı bıraktı. Beatles ve Marilyn Manson’ın “Holy Mountain” (1973) ve “Santa Sangre”yi (1989) sevmeleri sayesinde 13-14 yaşındaki kişiler tarafından bilinmeye başlandı eserlerim. Aslında bu soruya gerçek bir cevabım yok. Filmlerimin sürekli ahlaki boyutu tartışılıyor. Politik tarafları yok. Sanatsal filmler olarak da görülebilirler. Belki de ondan olabilir.
• 70’lerde “Köstebek” gerçeküstücü bir western olmasına karşın geceyarısı sineması geleneğinin içine sokularak belki de damgalanıyordu. Ancak günümüzde sinemanın kilit başyapıtlarından biri olarak görülüyor. Bunu neye bağlıyorsunuz? Zaman mı, algı mı, yoksa kültürel bakış mı değişti?
Benim filmlerim sektörel açılıma karşı eserler. Hollywood’daki ticari filmlere savaş açan filmler. Bir şey yapılmazsa hemen bir kenara itiliyor. O zamanlar yönetmen kaale alınmıyordu. Zanaatkar ve memur olarak görülüyordu. Yıldızlar önemliydi. Yapımcılar öne çıkıyordu.
• Filmlerinizin başrollerinde oynadığınıza göre siz de yıldızdınız o zaman?
(Gülüyor) Ama kimse beni tanımıyordu. “Santa Sangre” için Jack Nicholson ve Anjelica Huston’ı teklif ettiler. Ben elbette hemen ‘Hayır!’ dedim. Doğrusunu söylemek gerekirse yapımcı da olduğum için paradan yırttık bu sayede. Ticari sinemaya karşı olduğum için, halk sevmiyordu. Şimdi de “Santa Sangre” çok fazla kişi tarafından seyrediliyor. Buradaki gösterimde salon dibine kadar dolmuştu örneğin. Hollywood’un sömürgeci sistemi bazen işleyemeyebiliyor!
• Yeni projenizden bahsedebilir misiniz?
2012’de Şili’de çekeceğim. Benim çocukluğumu anlatacak. Ona hazırlanıyorum.
• Gerçek bir yönetmenlik sanatı temsilcisi olarak Godard ve Bunuel gibi yönetmenlerden etkilendiniz mi?
Etkilenmek denmez ona. Onları gördüm. Kimliklerinde tüccarlık olmadığını algıladım. Ne onlar ne de Fellini öyle. Bundan etkilendim evet. Örneğin Tod Browning’in “Hilkat Garibeleri” (“Freaks”, 1932) filmini de çok severim. Lon Chaney fantastikti orada.
• Filmlerinizi “Hilkat Garibeleri” ile “Altın Çağı”nı birleştiriyor gibi sanki?
“Altın Çağı” (“L’Age d’Or”, 1931) zaten filmlerimin otopsisi anlamına geliyor. Ama kapı görünce Bunuel, şişman kadın kullanınca Fellini oluyor. Bunu doğru bulmuyorum. Etkilenmek diye bir şey yok. Ötekileri, canavarları ve normal olmayan şeyleri seviyorum. Gerçeklikle ilgili bir film yapmak benim için sıkıcı. Onu zaten her gün görüyorum. Niye öyle bir şey yapayim ki? Benim için sanatsalın anlamı normal olmayanla aynı orantıdadır.
• 1960’ların başında Panic Movement (Panik Hareketi) adlı bir sanat akımı başlattınız. Bunu oluştururken amacınız neydi?
Evet. André Breton ile Fransa’da bir araya gelip Fernando Arabal’ın da aralarında bulunduğu birkaç arkadaşla oluşturduk. Çünkü gerçeküstücülük akımı Bunuel ve Dali’nin ilk döneminden sonra çok politik bir hale gelmişti. Bunu değiştirmek istiyorduk. Nefret ediyorduk. Emperyalizm, faşizm, diktatörlük, demokrasi hepsi aynı benim için. Bu sebeple de gerçekliği ve dünyanın gereklerini paylaşmamız şarttı. Milliyetçilikten ve dinden, hangi ülkede olursa olursan hoşlanmıyorum. Kendinizi onlara bağlamak dünyanın sonu. Serbest olmak ve dünyayla ilgili tasalarınızı paylaşmanız lazım. Genç sinema yazarlarının ve sinefillerin benim filmlerimi neden sevdiğini düşününce, onların dünyanın politik bir bakış açısı olmasından sıkıldığı geliyor aklıma. Bütün savaşlar, politik sistem, petrol, endüstri; her şey bir hastalık olmuş. Her politik şey ekonominin emrine geçmiş. Dünya para demek olmuş. İnsanlar ise yaşamak istiyor.
İçimde gencim. Eskiden bir prensin içinde köstebek gibi hissederdim kendimi. Şimdi yaşlandım. Tam tersi oldu. Aynada kendime bakamıyorum. Sadece günde bir kere bakıyorum!
• Filmlerinizde belli dönemlerde gerçekleşen savaşlarla ve din ile ilgili negatif eleştiri amacı taşıyan semboller var. Özellikle de bunların sert bir hiciv olduğu düşünülüyor. Son filminizde de Irak Savaşı ile ilgili böylesi sekanslar görecek miyiz?
Evet var öyle şeyler. Ama karşıtı diyemeyiz. Çünkü benim sinema sanatında öyle bir bakış açım yok. O film tamamen bir çocuğun hikayesi olacak. Sanat alanında politik görüşünüzden arınmalısınız. Bir şey için ‘iyi’ veya ‘kötü’ demek mümkün değil. Bunu sadece Amerikan filmlerinde söyleyebilirsiniz. Hollywood’dan nefret ediyorum. Bush için her zaman ‘iyi’ dediler. Ama bu gerçek değil. Herkesin bir mantığı olmalı. Bu gerçekleşmeyince film çekmek için bir hakimi yenmek zorunda kalıyorsunuz. Çin ve Kore filmlerinde de Japonya’ya karşı bir duruş var. Onların filminde kötü adam sürekli Japon oluyor. Burada nefreti sezebiliyorum. Sinema sanatı böyle bir şey değil. Dostoyevski ‘dünyada bir suçlu varsa herkes suçludur’ demiş.
• Bir röportajınızda son filminiz “The Rainbow Thief”in setinde üç dedektif olduğunu, bu sebeple de filmi istediğiniz gibi çekemediğinizi söylemişiniz. Gerçekten de dedektifler var mıydı?
Eğer yapımcı kontrolünde bir film çekiyorsanız, istediğinizi yapamıyorsunuz. Şiddet ve cinsellik içeren sahneler koyamıyorsunuz. Orada yapımcı Superman gibiydi, karısı için çekilmesini isiyordu. Bana ‘Alexander’ diye hitap ediyordu. Benim yaptıklarıma ‘böyle saçmalıklar olmaz’ diyordu. Kendini ve karımın istediğini yapmamı istedi. Ben de her çekim için iki ayrı açı almak zorunda kaldım. Seçimi de sonra yapmamı söyledi.
• O zaman sonuçta yapımcı versiyonu mu oldu? Film kayıp zira 20 senedir.
Hayır. Benim versiyonum oldu. Ama film kayıp. Üç versiyonu var. Kendi versiyonu, karısının versiyonu ve benim versiyonum. O yüzden ortaya çıkamadı. DVD’si çıkacak yakında. Ham kurgusuyla kaldı film. Yapımcı bıraktı. Ona yarım saat daha ekledim. Son haline geldi. “Tusk” da öyle mesela. Hindistan’da geçen çocuklu bir film. İlgi çekebilirdi ama son halini alamadı. 1980’den beri kayıp. Güzel film.
• Günümüzde bir sinema figürüne dönüştüğünüz daha iyi ortaya çıktı. Peki bir usta olarak hangi yönetmenleri etkilediğinizi düşünüyorsunuz?
Bütün geceyarısı filmleri benden etkilendi! (gülüyor) Aslında bu konuda benden etkilendiğini birebir söyleyen yönetmenler oldu. Bunların başında “Bronson”ın (2008) yönetmeni Nicholas Winding Refn geliyor. Paris’e beni görmeye geldi. Tarot falına baktırdı. Sadece 50 yıl önce çekilmiş bir fotoğrafımı görmüş olsa da beni hemen tanıdı. Tarantino da benden belli parçaları alıyor sürekli. “Santa Sangre”den bir bölüm almıştı örneğin. Dennis Hopper var. “The Last Picture” filmi için son kurgusunu benim oluşturmamı istemişti. Amerika’nın batısına kadar uzun bir uçak yolculuğuyla gidip 2-3 günde hallettim. Darren Aronofsky var. “Kaynak” (“The Fountain”, 2006) için “The Holy Mountain”dan etkilendiğini söyledi bana. Son filmi “Siyah Kuğu” (“Black Swan”, 2010) da güzeldi. Ama çok Hollywood filmi olmuş! Her büyük yönetmenin sonu Hollywood’a gitmektir. Sam Raimi’yi çok severim. “Şeytanın Ölüsü” (“The Evil Dead”, 1981) serisinin ilk iki filmini çok sevdim örneğin. Ama sonra saçmaladı.
• Üçüncüyü görmediniz mi?
Yok hayır. Yetenekliydi ama Hollywood’a gidince kendini kaybetti. Hong Kong’dan John Woo mesela. O da öyle. Çin’e sonra yeniden dönüp “Red Cliff”i (2009) çekti. Müthiş bir filmdi. Hollywood yeteneğini öldürmüştü. Coen Kardeşler de iyi yönetmenler. Ama “İz Peşinde”yi (“True Grit”, 2010) görünce hayal kırıklığına uğradım. Oscar yaramamış onlara! John Wayne’in 1969 tarihli orijinal versiyonu çok iyidir. Yenisi ise özenti bir kopya olmuş. Bu çok kötü bir şey. Coenler de Hollywood batağına batmışlar belli ki. Her genç yönetmen oraya gitmek istiyor. “The Rainbow Thief”te (1991) de beni Ömer Şerif ile çalışmak durumunda bırakmıştı bir Avrupalı yapımcı. Kadın oyuncunun ismi neydi? Onu bile unuttum! Nefret ediyorum sinemanın böyle bir noktaya gelmesinden!
• 1970’lerde westernlerde atılım yaşandı ABD’de. “Köstebek” de sanki bu ekolü devam ettiriyor gibi. O zamanın sinemasına yön veren Sam Peckinpah gibi yönetmenlerin işlerinden etkilendiniz mi?
Sam Peckinpah 1969’da “Vahşi Belde”yi (“The Wild Bunch”) Meksika’da çektiği için o açıdan bir etkisi oldu. Çünkü “Köstebek”te o filmin büyük stüdyo setlerini kullandık. Çok para harcamıştı. Amerikan filmlerinin çöplerini kullanmıştım.
• Peckinpah da sizin gibi sistem karşıtı bir yönetmendi zaten.
Yok değildi. O sadece bir kızılderili idi. Gerçek Amerikalı değildi. Amerikalılar tarafından öldürülmüştü sonra. Kadınlara ve insanlara saygı duymuyordu. Çok negatif bir adamdı. Sarhoş gibi bir zihni vardı. Kadınların tamamı fahişeydi onun için. Kadın ideali “Santa Sangre”dekinden çok farklıydı. Orada safkandı kadın karakterler benim için. Tekniğini ve sinematografik becerilerini seviyorum. Ama felsefesini sevmiyorum. İnsan ruhuna karşıt görüşüne saygı duyuyorum Peckinpah’ın.
• “Fando ve Lis” (“Fando y Lis”, 1968) ile “Hiroshima Sevgilim” (“Hiroshima Mon Amour”, 1959), sonradan Sofia Coppola ve Wong Kar-Wai’ye de sıçrayan soyut aşk filmi atılımını başlatan en kilit iki filmdi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Alain Resnais değerli bir entelektüel. Ama onunla aynı cümle içinde anılmak istemem. Farklı ikisi. Belki etkilemiştir birçok filmi. Ama “Fando ve Lis”, benim ilk filmimdi. İki günde çekmiştim. Param yoktu. Meksika’da zordu o zamanlar. İzin alınamıyordu. Bir şey bilmiyordum o zamanlar. Filmden sonra da çok büyük tehditler oldu. Jean Cocteau’yu da çok severim yeri gelmişken söyliyim. ‘Şiirsel’ yapısı bana uygun ve benim kahramanım. Mücadeleci bir yapısı var. Masum bir yalnızlık. Pasolini’yi de severim.
• Şimdinin Meksika sineması için ne düşünüyorsunuz?
Benim yapmak istediğim buydu. Hayallerim gerçek oldu. 1960’larda Meksika’da ‘Avant-garde tiyatro’yu yarattım. 100 tiyatro salonu açtım. Performansların yaratıcısı bendim. Orada zaten bir halk kahramanı olarak karşılanıyorum.
• O zaman niye Fransa’da yaşıyorsunuz?
Geçimimi orada sağlıyorum. Çizgi roman çizerliği yaparak para kazanıyorum. Sinema, gelir elde edilebilen bir alan değil. Başka dallara da atılmak zorundasınız. Bunu yapmak için Fransa en uygunu. Elbette Japonya’nın manga geleneğini unutmayalım. Orada da fazlasıyla seri bir üretim var. Fransa’ya da sızdılar!
• Fransa’da genç ekolden Jan Kounen var. Genelde çizgi roman uyarlamaları ürettiğini biliyoruz. Deneyimli bir çizgi roman çizeri olarak bakınca onun hakkında ne düşünüyorsunuz?
Evet tabii ki. Çok yakın bir arkadaşım. Onun yanında Marc Caro ve Jean-Pierre Jeunet de var. Üçüyle çok yakınım. Paris’te genelde onlarla takılıyoruz. Şimdi yeni tekniklerle kolaylaştı. Herkes küçük bir makine ile film çekebiliyor. Güney Kore’ye gitmiştim geçenlerde. Park-Chan Wook ile tanıştık. Son filmini cep telefonu ile çekiyormuş! O da iyi bir yönetmen bak…
• Hollywood’da son 10 yılda bir çizgi roman uyarlaması eğilimi başladı. Bir çizgi roman yaratıcısı olarak bu konuda ve bu filmlerle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Amerika’da bu işler ‘süper kahraman’ yaratmak için var. Amerikalılar, dünyanın süper kahramanı olmak ve dünyayı yönetmen istiyorlar. Bütün çizgi romanlar da süper kahramanların güçleri ile ilgili. CIA’in, ordunun veya başka bir şeyin idaresi ışığında kuruluyor bütün hikaye yapısı. Bu da Amerikan sömürgeciliğini harekete geçiriyor. İzleyiciyi aptal yerine koyuyor. “Santa Sangre”de de bunun tam tersi var aslında.
• Frank Miller’ın “Günah Şehri” ve “300”ü öyle değil ama.
Evet görsel olarak çok boyutlu ve etkileyici. Ancak yine içerik açısından bakınca Hollywood’a kapıldığını görebiliyoruz. Ruhu eksik kalmış bence o eserlerin de.
• “Beşinci Güç” için sizin çizgi romanlarınızdan Incal’ın çizimlerini çaldı diye bir dava açmıştınız. Onun sonucu ne oldu?
Luc Besson’un parası var. Hakimi kandırdı. O yüzden kaybettik. Parası olan kazanır!
Bu röportaj 22 Şubat 2011 tarihinde Habertürk gazetesinde yayınlanmış ve Kerem Akça’nın izni ile Öteki Sinema’ya taşınmıştır.
Röportaj: Kerem Akça / keremakca@haberturk.com
Kaynak: http://www.haberturk.com/