Alfred Hitchcock
(13 Ağustos 1899 – 29 Nisan 1980)
‘’Ben tür filmi yönetmeniyim! Sindrella’yı film yapsam, insanlar at arabasında ceset ararlar…’’
Alfred Joseph Hitchcock; korku ve gerilim deyince insanların gözlerinde canlanan duş sahnesinin ve belki de çoğu kez duş alırken o perdeye dönüp dönüp bakma halimizin yaratıcısı.
Hitchcock Londra’da İngiliz orta sınıf bir ailede dünyaya gözlerini açtı ve çok sıkı bir Katolik eğitimi aldı. Cizvitlerle beraber büyüdü. Hitchcock o günleri şöyle anlatır: ‘’Ailem koyu Katolikti. Sadece bu özellik bile İngiltere gibi Protestan bir ülkede sıra dışı olmak için yeterlidir. Muhtemelen Cizvitlerin yanında kaldığım dönemde bende bir korku kökleşti. Günah olan bir şeyi yapma endişesi şeklinde ortaya çıkan ahlaksal kökenli bir korku! Cizvitler çok sert lastikten yapılmış bir sopa kullanırlardı. Ceza öyle olur olmaz uygulanmazdı. Dersten sonra başrahibi görmeye gitmemiz söylenir, o da çok ciddi bir yüz ifadesiyle isminizi ve çarptırıldığınız cezayı deftere yazardı. Ondan sonra koca bir gün çarptırıldığınız cezanın infazını beklemekle geçerdi.’’
Hitchcock ailesi sorulduğunda ise; ‘’Ailem tiyatroyu pek severdi. Son derece farklı bir aile olduğumuzu düşünüyorum. Uslu çocuklar vardır ya işte ben onlardan biriydim. Aile toplantılarında bir köşeye çekilir saatlerce uslu uslu otururdum. Olup bitenleri izlerdim. Bu sayede iyi bir gözlemci oldum. Hayal gücü geniş ama yalnız bir çocuktum. Oyun oynamak için tek arkadaş bile bulamadığımı hatırlıyorum. Ben kendi oyunlarımı keşfederek tek başıma oynardım.’’
Alfred yalnız, soğuk, arkadaşlarının tanımıyla burnu havada bir çocuk olarak yetişti. Okulda kendinden zayıf olan çocuklara işkence yapmasıyla bilinirdi (sandalyeye bağlayıp, pantolonlarından içeri çatapat atmak gibi). Kendine ait titiz, ayrıntılara önem veren düzenli bir hayatı vardı. Babasını 15 yaşında kaybetti ve evlenene kadar annesi ile birlikte yaşadı. Kontrollü ve baskıcı bir tavra sahip olan annesi oğlunu evlendiğinde bile pek yalnız bırakmadı. Hatta tatillerde bile…
Hitchcock mühendislik eğitimi almasına rağmen sinemaya duyduğu aşka engel olamadı. Okuduğu Sherlock Holmes romanları (hatta filmlerinde o romanlardan replikler okuturdu), baskıcı ve bunaltan bir anne, sıkı disiplin uygulayan bir baba ve yalnız, soğuk, donuk geçen bir çocukluk yönetmenin filmlerinde onun kilit taşları oldu. Kendi hayatını gerilim ve korku ile bağdaştırdı ve türün en başarılı yönetmeni haline geldi.
Gençlik yıllarından itibaren beyaz perdeye sadakatle bağlı olan usta yönetmen Buster Keaton, Charlie Chaplin, D. W. Griffith, Mary Pickford gibi isimleri takip etti. En çok etkilendiği ismin Griffith olduğu söylenir. Sinema alanındaki ilk çalışmaları hakkında usta yönetmen şunları söylüyordu; ‘’Bir Amerikan şirketinin Londra’da şube açacağını gazetede okumuştum. Burada büyük bir stüdyo inşa edeceklerdi. İlanda bir kitaptan alınan bir resim gördüm. İsmini şimdi hatırlamadığım o kitabı okudum ve filmlerin ara yazılarında kullanılabilecek çizimler yaptım. O yıllarda yazılar resimlendirilerek verilirdi. Onlara çizimlerimi verdim. Benimle tekrar görüşmek istediler. Daha sonra başlıklar bölümünün başkanı oldum. Ardından da stüdyonun yazarlar bölümünde çalışmaya başladım.’’
Alfred 1920’lerde sinema adına neredeyse her şeyi öğrenmişti. Ressam, yazar, yönetmen yardımcılığı, senarist olarak çalışmaktaydı. Bunun dışında sosyal hayatının pek de renkli geçtiği söylenemezdi. Neredeyse hiç arkadaşı yoktu ve kadın denen varlığın hayatına katabileceklerinden bihaberdi. Kadınlarla ilişki konusundaki sıkı tutumu hayatını tek bir kadınla geçirmesinden de anlaşılabilmektedir. 1926’da kurgucu Alma Reville ile evlendi ve ölene kadar ona sadık kaldı.
Film eleştirmenlerine göre Katolikliği onun yaşam tarzını ve sinemasını fazlasıyla etkilemişti. Fakat Hitchcock sinemasını etkilediğini asla kabul etmeyecekti. Yönetmen bir röportajında bu konu ile ilgili şunları belirtmişti; ‘’Katolik bir sanatçı olarak nitelenmeye kesin olarak katılacağımdan emin değilim. Katı ve dinsel biçimde eğitildim. Katolik bir sanatçı olarak etkileneceğimi sanmıyorum fakat çok eskilerden gelen bazı birikimler insanların yaşamlarını etkiler. Mesela Vertigo’da kilise sahnesinde bir Katolik kilisesini çekmek istedim. Dine karşı değilim, belki biraz inkârcıyım.’’
Usta yönetmen hayatı boyunca tek bir kadına ve hayranı olduğu tek bir türe bağlı kaldı ve bize bugün bile hissedemeyeceğimiz korku ve gerilim anları yaşattı. Filmlerini kaç kez seyretmiş olursanız olun hala aynı etkiyi üzerinizde bırakması da bu yüzdendir sanırım. Onun sabır, sadakat ve titizlikle yürüttüğü sanatı ve hayatı yüzünden. Hitchcock sadakatini oyuncuları üzerinde de devam ettirdi. Onun vazgeçmediği oyuncuları arasında Grace Kelly, Cary Grant, James Stewart vardı.
Hitchcock Filmleri
Usta ilk yönetmenlik deneyimini ‘’Zevk Bahçesi’’ filmi ile yapar. 1925- 29 dönemleri arasında çektiği filmleri ile adını duyurmayı başaran yönetmen kendi türünde bir fenomen olacağının sinyallerini vermiştir. Bu dönemde çektiği akılda kalıcı diğer iki filmi ise; Kolay Erdem ve Kiracı’dır.
Yönetmenin İngiltere’de çektiği filmler hem onun dünyada adının duyulmasını hem de kendi sanatına hâkim olmasını sağlar. Hitchcock bu dönemde hem sesli hem de sessiz filmler çekmiştir. Ama bunlardan en önemlisi Kiracı adlı filmi olmuş ve onun bir alışkanlık haline gelen kendi filmlerinde 2-3 saniye olsa da görünme rutini ilk kez bu yapımda vuku bulmuştur. Alfred bu dönemi şöyle açıklamaktadır; ‘’İngiltere’de çalışmak doğal içgüdülerimi geliştirmemi sağladı. Sonrada yeni çizgi dışı fikirlerimi geliştirmeme sebep oldu.’’
Yönetmeni Hollywood’a taşıyan yapım ise zayıf diyaloglar ve klişeler içermesine rağmen kayda değer ilk İngiliz diyaloglu film olması itibari ile ‘’Şantaj’’dır. Yönetmen Hollywood’a ilk olarak ‘’Titanik’’ adlı filmi çekmek için gelmesine rağmen yapımcının fikrini değiştirmesi sonucunda bu mecraya ‘’Rebecca’’ adlı filmi ile adım atmıştır. 1940 mahsulü olan film yönetmene en iyi film Oscar’ını kazandırmıştı. Yönetmen o dönemlerde yapımcılara bağlı çalışmanın kendisini fazlasıyla etkilediğini söyleyecek ve bir süre daha bu etkiye katlandıktan sonra bağımsızlığını ilan edecekti.
Yönetmenin bağımsız dönemine bakacak olursak en akılda kalıcı filmleri sırasıyla; 39. Basamak, Yabancı Muhabir, Ve Celse Açıldı, Şüphenin Gölgesi, Çok Şey Bilen Adam, Sapık (bu yapımdaki duş sahnesi unutulmazlar arasına girmiş ve yönetmene ayrı bir ün kazandırmıştır), Kuşlar, Vertigo (ilk kamera hareketi olan vertigo hareketinin sinema açısından kullanılması ve keşfedilmesi bu yapımı önemli kılan unsurlardandı), Yanlış Adam sayılabilir.
Alfred Hitchcock korku ve gerilim ustası olmasına karşın komedi unsurlarını da filmlerinde sıkça ve tam yerinde kullanan bir ustaydı. Onun filmleri yap-bozun parçaları misali tamamlanmaya hazır bekler halde gelirdi seyircisine. Her nesneyi ve her karakteri yerinde ve akıllıca kullanırdı. Gerilimi oluşturmada kendine özgü yöntemleri vardı. Görsel ve işitsel her türlü araç onun için bir gerilim aracıydı. Filmlerine basit, gündelik hayattan bir araç aracılığıyla bir işaret, bir şifre yerleştirirdi. Kendi tanımıyla yönetmen buna; Mac Guffin diyordu. Mac Guffin bazen bir makas, bir çakmak, kibrit kutusu, bazen de bir ip olabilirdi. O bu yöntemle seyirciyi filmin içine sokmanın ve kovalamacanın bir parçası yapmış oluyordu. Seyirci filmle bütünleşiyor ve tüm o gerilimi yönetmenin gözünden görebiliyordu.
O kendi sineması için hep şöyle derdi;
‘’ Bazı filmler hayatın dilimleridir. Ben seyirciye pasta dilimleri veriyorum.’’
‘’Televizyonun yaptığı en önemli katkılardan biri cinayeti tekrar eve getirmesi oldu, ait olduğu yere…’’
Alfred Hitchcock; sinemanın gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerinde biri. Onun ustalığı bugün ve bundan sonra türe gönlünü kaptıran her yeni yönetmenin ışığı olacak. Titizliği, ilkleri ve ilkeleri ile…