Alfred Hitchcock Klasikleri (1)
“Uzayda çığlığınızı kimse duyamaz.”
Alien (1979, Ridley Scott) filminin afişinde yukarıdaki ibare geçiyordu. Alfred Hitchcock’un Lifeboat (1944, Yaşamak İstiyoruz) filmi uzayda geçmiyor. Ancak yukarıdaki ibarenin bu film için de geçerli olduğunun altını çizmekte yarar var.
Alfred Hitchcock’un, John Steinbeck’in hikâyesinden uyarladığı Lifeboat filmi çekildiği yıl itibariyle kendi dönemini anlatan bir film. Filmimizin açılış sekansı oldukça etkileyici bir şekilde bir geminin bacasına yakın plan ile başlıyor. Seyirciyi her defasında ters köşeye yatırmayı başaran üstat, bu muzipliğini filmin başında kullanıyor. Yakın plan çekimde tüten gemi bacasını göstererek, seyirciye harekete hazır ya da hareket etmekte olan bir gemi izlenimi verir, Kameranın ufak ufak kaymasıyla birlikte aslında tüten bacanın yavaş yavaş batmakta olan bir gemiye ait olduğunu anlarız. Yakın plan çekimden geniş plana geçen kamera hareketi gemiden arta kalan ve denizin üzerinde yüzen kalıntıları kadrajına alırken teknik anlamda kusursuza yakın bir film izleyeceğimizi de müjdeler. İlk sahnelerdeki kaydırmalar dışında filmin geri kalanında yönetmen hem sabit kamerası hem de hikâye anlatımıyla oldukça yalın bir portre çizer. Bu açıdan bakıldığı zaman bana göre Hitchcock filmografisindeki en yakın ve en sade anlatıma sahip bu filmdir.
Hikâyemiz 2. Dünya Savaşı sırasında denizde bir alman denizaltısı tarafından batırılan gemiden sağ olarak kurtulan insanların kurtuluşa erme çabasını anlatır. Bilindik Hitchcock temalarından uzak olsa da, yönetmenin teknik mahareti ve kamerasını nereye koyacağı konusundaki –oldukça dar bir alanda geçmesine rağmen– deneyimi oldukça ustacadır.
Bir şilteye binen kazazedeler- bir moda yazarı sol görüşlü bir tayfa, genç bir askeri hemşire bir milyoner, zenci kamarot, geminin telsizcisi, ölü çocuğunu taşıyan bir kadın ve batan geminin eski kaptanı- bu durumdan kurtulma çabası içerisine girerken, aralarına bir de alman subayının katılması filmin eksik olan gerilim ve huzursuzluk parçasını da tamamlar.
Lifeboat göründüğü kadar basit bir temaya değinse de aslında savaşa ait birçok eğretileme bulmak mümkün. Hitchcock’un filmlerinde genel olarak bel bağladığı Freud merkezli temalara rastlanmasa da film aslında yönetmenin bilinçaltının dışavurumudur diyebiliriz. Şöyle ki; yönetmenin kilolu olması kendisinin askere alınmamasına neden olmuş ve bir şekilde savaşa dâhil olmak isteyen yönetmen böylesine bir projeyi yapmaya karar vermiştir. Filmimizde Freud etkileri olmayabilir ama bir Freud düşüncesinden hareketle çıktığını ve tamamının freudyen bir film olduğunu belirtsek yanlış olmaz. Aynı zamanda filmimiz ilerleyip kurtulma şansları azaldıkça yolcuların ahlaki ve değer yargılarını nasıl parçalayıp içlerinde biriken zehirleri ve bilinçaltına süpürülmüş kirleri nasıl ortaya çıkardıklarına şahit oluruz. Şiltedeki kazazedeler kendilerini sağ salim ulaştıracak ve şiltedeki yönü bilen tek kişi olan alman subaydan şüphelendiklerinde, ceplerini karıştırması için aralarındaki zenciyi –daha önce bu işi yapmış ve tövbe etmiş olmasına rağmen– bunu yapması için teşvik etmeye çalışırlar. Bariz bir şekilde ahlaki ikimleler kadar, varılan ahlaki yargılarda filmde kendisini boy göstermeye başlar. Filmin sonlarına doğru alman subayın batan geminin eski kaptanını şilteden itip ölümüne neden olması, diğer kazazedeler tarafından yargılanmadan vahşi bir köpek sürüsü gibi -Hitchcock bu şekilde tanımlıyor- parçalanması ve aynı şekilde denize atılması olayı bu konuda verilecek diğer bir örnektir.
Ancak taşlar yerine oturtulduğu zaman hiçbir şey göründüğü kadar basit olmayacaktır. Şahsi fikrim şiltedeki alman subay Hitler’i sembolize etmektedir. Özellikle su şişesini diğer kişilerden saklaması –ki bu suyu onların suyundan almıştır– bir nevi Hitler’in işgal ettiği toprakları, gemi kaptanının bir bacağı kesildikten sonra, herkes uyurken subayın onu denize atması, Hitler’in fiziksel olarak yaratmaya çalıştığı üst niteliklere sahip insanı elde etme uğruna öldürdüğü fiziksel kusurlu insanları temsil etmektedir. Alman subayın öldürüldükten sonra yolculardan birinin söylediği şu cümle düşündürücüdür:
– Onu öldürerek bir çete gibi davrandık.
– Hayır, onun dediklerini yaptığımızda bir çeteydik aslında.
Filmin finalindeki sahneler en az açılışındaki sahneler kadar ölçülü ve bir o kadar anlamlı geçişlere sahiptir. Yolcularımız kurtulmadan önce son kez balık yakalamak için yazar kadının bileziğini kullanır. Bileziği oltaya takar ve oltayı denize attıkları anda, kamera da denizaltı çekimi yapmak üzere ilk defa sandalın dışına çıkar, kameranın özgürlüğüne kavuşmasıyla, yolcularımız da aynı anda gemi sesi duyar ve özgürlüklerine kavuşurlar.
Bilindiği üzere filmlerinde kendisini gösteren yönetmen (cameo) için bu filmde kendini göstermek başlı başına bir dert olmuştur. Ancak sivri zekâsı ile buradan da alnının akıyla çıkar Hitchcock. Kendisini bir gazete sayfası üzerinde, zayıflama reklamında gösterir. Kilolarıyla arası iyi olmayan yönetmenin kendine bu şekilde taş atarak göstermesi de tebrik edilecek cinsten.
Yazan: Orhan Miçooğulları