Alien: Covenant, koltuğunun altında çok karpuz taşıyor. Prometheus’un devam filmi olduğundan oradan kurtulan iki kişinin akıbeti hakkında bilgi vermesi gerekiyor. Alien’ın ön öyküsü olduğundan o filmle arasındaki bağları kuvvetlendirmesi gerekiyor. Tüm bunları yaparken karakterlerini tanıtıp kendi ayakları üzerinde duran bir hikâye anlatması da elzem. Peki film, bunları ne kadar yapabiliyor? Hangi karpuzları seyirciye kazasız belasız teslim ediyor? Hangi karpuzlar eşekten düşmüşe dönüyor? (Bu teşbih olayını fazla abartmamak lazım.)
Filme adını veren geminin mürettebatının bir sinyalin kaynağını araştırırken teker teker avlanmasını anlatan Covenant, iyi ve kötü yanları iç içe geçmiş bir film. İlk fark edeceğiniz şey, filmin işçiliğinin kusursuza yakın olması. Ridley Scott bize yabancı ama şahane görünen manzaralar sunuyor. Görüntü işçiliği birinci sınıf ve bu durum aksiyon sahnelerinde de etkisini gösteriyor. Sallantılı kamera gibi aksiyonda nadiren işleyen numaralardan uzak duran Scott, gece karanlığında bile temiz görünen çatışma sahneleri üretmeyi başarıyor. Olanı biteni net bir şekilde görüyorsunuz. Oyuncuların da payı büyük. Hiçbiri aksamıyor ama özellikle Watchmen’deki Bay Manhattan’dan çok farklı bir rolde izlediğimiz Billy Crudup, Steven Soderbergh’in soygun filmi Logan Lucky’de şöyle bir görünen ama burada başrolü başarıyla taşıyan Katherine Waterston ve aslen komedyen olan Danny McBride öne çıkıyor. Filmin yıldızıysa iki farklı karakterin altından kalkan Michael Fassbender.
Ancak maalesef senaryonun karakterler konusunda ketum davranması oyuncuların elini kolunu bağlıyor. Neredeyse hiçbirini tanıyamıyoruz. Mürettebatın tamamı evli çiftlerden oluşuyor ama bir karakter “eşim” diyene kadar bunu unutuyoruz bile. Eski filmlerdeki gibi kendi aralarında konuşup şakalaştıkları sahneler var ama replikler o karakterler hakkında çaktırmadan bilgi verip bir taşla iki kuş vuracak şekilde yazılmadığından bu tür sahneler bir “eskiyi taklit” çabasından öteye gidemiyor. Bu yüzden karakterlerin öldükleri sahneler yeterince vurucu olamıyor. Eşleri ölenler de zaten şöyle bir ağlayıp iki dakika sonra unutuyor. Özellikle bu amaç için yazılmış olan “flüt dersi” sahnesinin de ne kadar etkili olabildiği tartışılır. Senaryonun başka sorunları da var. Yabancı bir gezegene giderken koruyucu kıyafet giymemeleri gibi boşluklar, 1 dakika arayla aynı kan birikintisinde kayıp düştükleri için yaratıklara yem olanlar gibi yaratıcılık kısırlıkları göze çarpıyor.
Senaryodaki olumsuzlukların sebeplerinden biri Covenant’ın, her şeyi tek filmle anlatma iddiasıyla yola çıkıp Alien evreniyle oldukça kopuk bir atmosfer, tasarım ve hikâye sunan Prometheus’a gelen olumsuz eleştirilerden nasibini almamak için enerjisinin önemli bir kısmını arada bağlantı kurmaya harcaması. Kurulan mantık şu: Prometheus’taki yaratıklar Mühendisler’in yaratımı. Bizim bildiğimiz yaratıklarsa karakterlerden birinin genetik müdahalesiyle ortaya çıkıyor. Buraya kadar her şey iyi. Fakat, filmin başında, söz konusu karakterin Mr. Weyland’le arasındaki gerilimli ilişki yüzünden eski filmlerdeki şirket olan Weyland-Yutani’nin Xenomorphlar’dan nasıl haberdar olduğunu ve onları neden bu kadar istediğini anlayamıyoruz. Ayrıca filmde Mühendisler’in başına gelenlerden sonra Mühendisler’e ait yumurtalarla dolu bir geminin ilk iki filmin geçtiği LV-426 (nam-ı diğer Acheron) gezegenine nasıl düştüğü de bir muamma. Film, iki seriyi birbirine bağlamak konusunda gösterdiği samimi çabayla biraz yol alıyor ama hem her şeyi açıklayamıyor, hem de bulunan çözümler bazı yeni sorulara zemin hazırlıyor.
Altıncı Alien filmi seriyi özüne döndürmeye de çalışıyor. Senaryo, Prometheus’la sarsılan serinin geleceğini garantiye almak için işi şansa bırakmıyor ve orijinal serinin öne çıkan yanlarını harmanlıyor. Mürettebatın gezegene iniş ve av oluş biçimi ilk filmi andırıyor. Ayrıca hareket algılayıcıların desteğiyle yaşanan bir takip de var. Tıpkı Aliens’daki gibi ekibi ana gemiye taşıyacak olan mekiğin imhası sonucu gezegende mahsur kalınıyor, kalabalık çatışmalar yaşanıyor. Filmin finali de Aliens’ı bir hayli andırıyor. Alien 3’teki gibi yaratığın gözünden çekilmiş sahneler, Alien: Resurrection’daki gibi bir evrim var. Bütün bunlar, filmin işçiliğiyle birleştiğinde gerçekten de serinin en iyi filmlerinin atmosferini yeniden yaratmaya çok yaklaşan bir film ortaya çıkıyor. Ancak bu durumun bir de yan etkisi var: Film bittiği zaman serinin yeni bir yere varmadığı hissini taşıyorsunuz. Yani Covenant, eski filmleri yâd etmek konusunda çok iyi ama Alien mitolojisine Resurrection kadar bile katkı yapmıyor.
Hani sevdiğiniz bir sanatçının yeni albümünü hevesle beklersiniz, ama o tutup hayranlarını bir “best of” albümüyle oyalamaya kalkar ya? O albüm sizin için gereksizdir, çünkü sanatçının tüm albümlerine sahipsinizdir. Hatta belki en sevdiğiniz şarkılarından karışık bir çalma listesi hazırlayıp kendi “best of”unuzu yapmışsınızdır zaten. İşte Alien: Covenant da öyle hissettiriyor. Eski filmlerden alıp harmanlayan, o filmlerin atmosferine çok yaklaşan, ama seri adına yeni bir şey söylemeyen bir film. İleri teknolojinin seriyi nerelere götürebileceğini görmek açısından güzel ama maalesef Alien cephesinde yeni bir şey yok. Yine de yiğidin hakkını vermek adına şu kadarını söylemek lazım: Ön öykü serisinin ilk filmi Prometheus yerine Covenant olsaydı, seri şu anda çok daha iyi bir yerde olurdu.