4. The Good Lie (2014)
The Good Lie, Monsieur Lazhar ile 2012 yılında En İyi Yabancı Film dalında Oscar’a aday olan Kanadalı yönetmen Philippe Falardeau’nun, Amerika açılımında ikinci halka…
Adından da anlaşılacağı üzere “iyi bir yalan” üzerine yerleştirilmiş bir senaryo ile Amerikan güzellemesi yapan Falardeau, Sudan’da yaşanan acıları ve mültecilerin Amerika’daki durumunu kendi çıkarlarına alet ederek olağanın çok dışında bir tablo çizmiş.
Sudan’da yaşanan iç savaş sebebiyle ülkelerinden göç etmek zorunda kalan dört gencin, Amerika’ya yerleşme süreçlerini anlatırken Amerikan devletinin yardımsever, mülteci dostu hallerinin yanı sıra, tüm Amerikalıların oryantalizmden ve ırkçılıktan fersah fersah uzak bir tavırla bu gençlere kol kanat germeleri Kanadalı yönetmenin yarattığı ütopik dünyanın bir ürünü olsa gerek.
Birleşik Devletlerin bölgedeki politikaları göz önünde bulundurulduğunda, bir aklama ve hatta yaranma projesi olduğu her halinden belli olan The Good Lie’ın, bu devirde hala Amerikan Rüyası’nı desteklemesine şaşırmamak elde değil. Fakat filmin Amerikalı Senaristler Birliği’nden ve ülkedeki diğer festivallerden ödül alması da yönetmenin amacına ulaştığını kanıtlıyor. Özetle The Good Lie, eli yüzü düzgün bir film olarak kabul edilebilecekken emperyalist propagandadan öteye geçemediği için samimiyetsiz bir yapım haline dönüşüyor.
Acaba Thomas Pynchon’ın “Inherent Vice” romanını okudunuz mu?
Başka sorum yok.
Teşekkürler.
Romanı okumayan biri olarak Inherent Vice, beklentimin altında ilerleyen hikayesi ile, görüntüsü güzel bir yemek gibi lakin ne tuzu yerinde ne de tadı.