1. Forever (2014)
Ve geldik festivalin ruhumuzu kemirmede açık ara önde gelen filmine, Forever’a. Yunan yapımı olan ve özgün adı Gia Panta olan Forever, tıpkı dördüncü sıradaki The Good Lie gibi adının hakkını veren türden bir film.
Çünkü başladıktan sonraki ilk yirmi dakikada tek bir diyalog, haydi olmadı monolog bile içermeyen, bunu yaparken en azından görselliği ile herhangi bir şey sunma çabası içerisinde olmayan, aynı kadrajları, aynı sekansları tekrar tekrar göstererek yirmi dakikanın hissini iki katına çıkaran ve bu durumun hiç sona ermeyeceği hissi uyandıran bir filmden bahsediyoruz.
Sinema tarihinin sessiz filmden doğduğu ve bu sebeple anlatım gücünün, az diyalog içeren bir filmin en önemli silahı olduğu hatırlandığında, Forever’ın bunu boşa harcadığını fark etmek zor olmuyor. Kostas ve Anna isimli karakterlerin sigara ve kahve içmelerini, işe gidip, eve dönmelerini gösterip duran Margarita Manda’yı bu minimal işkence yeteneğinden ötürü kutluyor; başarılarının devamını diliyorum.
Özetle, Forever’daki gibi hiçbir şey açıklamamayı, aynı planları tekrar tekrar kullanarak görsel anlatımdan faydalanmamayı marifet sanan yönetmenler yüzünden minimalizm pek çok sinemaseverin korkulu rüyası haline dönüştü. Bizim gibi sinemayı her haliyle takip etmeye çalışan çevrelerin bile tahammül edemediği filmlerin, sinemayı bir eğlence aracı olarak gören kitlelere ulaşmasını beklemek ve beğenmediklerinde de aşağılamak artık kolaya kaçmanın da ötesinde ciddi sorunlar barındırıyor. Minimalizmin bir anlatım biçimi, bir stil olduğunu, anlatımın bütününü oluşturmaması gerektiğini fark ettiğimiz zaman Türk Sineması’nda da çok şeyin değişeceği aşikâr. O güne kadar, daha fazla yönetmenin Tarkovski olmaya çalışmaması ümidiyle…
Acaba Thomas Pynchon’ın “Inherent Vice” romanını okudunuz mu?
Başka sorum yok.
Teşekkürler.
Romanı okumayan biri olarak Inherent Vice, beklentimin altında ilerleyen hikayesi ile, görüntüsü güzel bir yemek gibi lakin ne tuzu yerinde ne de tadı.