Memleketin en mühim film festivali hadisesi olan “Altın Portakal” 9 Ekim Cumartesi’den bu yana devam ediyor. Türk sinemasının çoğu vizyona girmemiş yeni üretimleri festivalde yarışarak ödül kapmaya çalışıyor. Altın Portakal filmleri hakkındaki bu satırların yazarı da halen festivali basın davetlisi olarak izlemekte…
Altın Portakal’da Öteki okurlarını ilgilendiren çok fazla film olmamakla birlikte “aslolan sinemadır” deyip, ulusal yarışma klasmanında gösterilen filmlerle ilgili usumda yer edenleri, sıcağı sıcağına okurlarımızla paylaşmak isterim.
Görünen o ki Türk sineması, diğer tüm ülke sinemalarından önce 35 MM’yi terketmeye kararlı… İzlediğimiz filmlerin çoğu dijital kameralarla çekilmiş işler oldu. Özellikle “Gişe Memuru” ve “Çakal”da farkettiğimiz 35MM duygusunu simüle etme çabası işe yarıyor ama başta “Press / Basın” olmak üzere çoğu filmin umurunda bile değil bu… Açıkçası ben de bu soğuk dijital renklere çok alışabilmiş değilim. Beni en rahatsız edense Sinan Çetin’in filmi “Kağıt”ın color correction / renk düzeltme çalışması oldu.
Filmlerden bahsetme hadisesinde ise her filmi, festival gediklimiz Can Evrenol’un yaptığı gibi birkaç satıra sığacak şekilde yazmak en iyisi… Zaten daha fazlasını hak eden film sayısı epey az. Türk sinemasının en kabız vizyonuna “merhaba” diyecekmişiz gibi bir his var içimde…
9 Ekim Cumartesi
Kağıt: Sinan Çetin’in ultra, mega liberal fışkırtmaları olmasa “Kağıt” iyi bir film bile olabilirdi aslında… Özellikle gelişme bölümünde keyifle izlenen film abartılı bir siyasete ve akıllara zarar bir color correction uygulamasına kurban edilmiş. Öner Erkan ise oyunuyla “En iyi Erkek”in en güçlü adayı olacakmış gibi görünüyor. Farklı bir film “Kağıt” ve Sinan Çetin’in “Çiçek Abbas”ı saymazsak en düzgün işlerinden biri… Yıllar sonra Ahmet Mekin’i izlemek çok keyif verdi.
10 Ekim Pazar
Press / Basın: Güneydoğu’da çıkan Özgür Gündem gazetesinin ve gazeteyi çıkaranların başlarına gelenler kesit kesit aktarılıyor. Epey cesur bir duruşu olan film kimi seyirci tarafından “bölücü örgüt” propagandası yaptığı sebebiyle reddedilecektir, keza filmin söyleşisi sırasında şiddetli tartışmalar da yaşandı. Benim dikkatimi çekense bu kadar sol bir söylemi olan filmde, muhafazakar ve sağcı sinemanın, daha açık yazayım Samanyolu TV tayfasından bir isim görmek oldu. Kimin davasını kimin savunduğunun karıştığı şu günlerde normaldir deyip geçelim. “Press / Basın”, fikir olarak güçlü ama sinema adına çok yetersiz bir film. Çok çiğ görüntüler ve filme sonradan yerleştirilmiş dijital Panzerler, BTR’ler çok komik duruyor. Ödüller için zayıf bir aday…
Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak: İtalya’ya dil öğrenmek için giden ezik ama bir yandan da bitirim karakter Ekin’in, yaşı geçkin pansiyoner bayan Enrica ile münasebeti ve tüm yaşamlarına yayılan dostluğun ve belki de aşkın öyküsü… Duygusal ve sıcak bir film ama içerdiği yoğun duygusallığı taşıyabilecek bir hikayesi de yok. Filmden yayılan buram buram “Ferzan Özpetek sineması” kokusu ise herkesin dikkatini çekti. Hoş bir seyirlik ama daha fazlası değil…
Atlıkarınca: Türk halkının devamlı üstüne toprak atılan Ensest sorununa dikkat çekici bir yaklaşım. Ama karikatürize edilen ensest karakter, eleştirel olmaktan uzak… Hani neredeysae onu anlamamız bile bekleniyor olabilir. Çok düz bir hikaye anlatımı var. Kesitler, kesitler ve kesitler… Dramatik kurgunun minimalleştirilmesine eyvallah ama bu kadarı da sinemayı seyredilen bir olmaktan çıkarıyor.
11 Ekim Pazartesi
Çoğunluk: Şimdiye kadar seyrettiklerimizin içinde en gerçek karakterler bu filmde…. Yine düz bir hikaye anlatımı, yine pan yapmaktan bile çekinen bir kamera… Sanki aynı yönetmenin farklı filmlerini izler gibiyim. “Çoğunluk” aslında iyi bir film ama üst üste gelen minimal sıkıntılar ve hesaplaşmalar bünyeyi zehirlemeye başladı.
Gişe Memuru: Yine aynı şey… Minimal olursam sanatsal olurum diye sürekli bir zorlama hali… Bu sefer en azından ses ve görüntü işçiliği sinemaya daha yakın. Seyrettiğim ama ismini hatırlamadığım bir Meksika filmine feci halde benzemekte sanki… Meteor’un gelmesi falan.
12 Ekim Salı
Çakal: Kimilerince “Kurtlar Vadisi” filmi gibi görünse de Kore sinemasına, özellikle de “A Bitter Sweet Life / Acı Tatlı Bir Hayat”a yakın lezzette bir Türk sineması örneği… “Sinyora Enrica… “da oynayan İsmail Hacıoğlu burada kariyerinin en güçlü oyununu veriyor. Alır mı bilemem ama “en iyi erkek” ödülünü zorlar.
Karbeyaz: Sabahattin Ali’nin kısa öyküsünden uyarlanan bir ilk film… 80 dakikayı doldurmak adına yaptığı imgesel çabalar yüzünden oldukça sıkıcı bir deneyim haline gelen “Karbeyaz”ın aslında sinemasal gereklilikler adına çok yeterli bir film olduğunu düşünüyorum. Ama bu öyküden bir sinema filmi çıkmayacağı da muhakkak…
13 Ekim Çarşamba
Saç: Tayfun Pirselimoğlu sinemasından hiç hazzetmeyen bünyeye sahibim. Pusu’dan ağzı yanmış biri olarak “Saç”a girerken stratejik bir karar verip sıranın en kenarında oturmaya karar verdim ve afakanlar basan bir 40 dakikanın sonunda fırlayıp salonu terkettim. Seyirciyi bu kadar umursamayan bir yönetmeni ben de umursamak zorunda değilim elbette… Minimalist işkenceden hoşlanan bir kaç sinemasever dışında kimsenin hoşuna gidecek bir film değil “Saç” ve salonun yarısı filmi bitirmeden çıktı. Yine de üzücü olan filmin bobinlerinin karışması sonucu son 40 dakikanın güme gitmesi oldu. Çekilen eziyetin kimsenin işine yaramadığı bir deneyim ve yarın katlanabilen varsa yeniden gösterilecek!
Zefir: Psikopata bağlamış bir Heidi ve Peter öyküsü olarak nitelendirilebilecek Zefir, içinde bir sürü umut barındırmasına rağmen tuhaf bir finale doğru ilerleyen bir film… Minimalist bir slasher! Olur mu demeyin, oluyor.
Gölgeler ve Suretler: Derviş Zaim sinemasını severdim şimdi daha da çok sevdim! Nihayet festivalin bütün zehirini, sıkıntısını, kirini, pasını atacak bir film izledik. Derviş Zaim’in Kıbrıs olaylarını aynı köyde yaşayan Türk ve Rum’lar üzerinden anlattığı filmi kesinlikle festivalin en iyisi…
İzlediklerim ve bana hissettirdikleri bunlar… Sinema ile kalın sevgili “Öteki” dostları.
uzun yıllardır yanıbaşımızda yapılan bu festivali mumkun oldugunca aksatmadan takip etmeye çalışırım fakat sanırım siz sadece uzun metrajları izlemişsiniz. mesela kısa film yarışmasında baya iddiali bir bilim kurgu filmi vardı. ama uzun metrajlar konusunda sizle asagi yukari aynı seyleri dusunuyorum.
Murat abiden yine 10 numara, keyif dolu, ne hissetigini aynen okuyucuya hissetiren bir yazi :)
Öncelikle yazının hemen başında gördüğüm festival afişine değinmeden edemeyeceğim.
Belli ki afişte yer alan mavi renk hakimiyetinde “Akdeniz” düşünülmüş. Ama o portakalı, omuzunda su testisi taşıyan kadınlar gibi tutmak ne oluyor ?
Bu mudur 47 yıldır süregelen yarışmanın organizasyon komitesinin zevk dağarcığı ?
Kusturica’nın bu festivale, hem de Jüri başkanı olarak davet edilmesini ciddiyetsizlik olarak görenlerdenim.
Gelelim katılımcı filmlere, yazdığınız yorumlardan, son yıllardaki kalite düşüşü ve kan kaybının sürdüğünü anlamış oluyoruz. E herkes gişe hayaliyle film yapmaya yönelince, herkes “birincisi tuttu üç yılda üç devam çekersem küpü doldururum” mantığıyla konusuz bol küfürlü kaba ve abuk filmleri senaryo denemeyecek yazılarla çekerse, ne senaryo yazan kalır, ne de ileride izleyici.
Ve artık festivallerde de “kötünün iyisi” olmak için yarışır herkes…
Bu minimalizm merakı Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak, Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı üçlemesinden sonra, ama elbette en çok da Uzak’tan sonra bulaştı Türk Sinemasına. Elbette arada Avrupa Birliği’ne gireceğiz, Türkiye Avrupalı’dır muhabbetlerinin de etkisi oldu. Madem Avrupalıyız neden minimalist takılmıyoruz düşüncesinden geldi gibi geliyor bana. Kötü müdür, iyi midir ayrıca tartışılır elbette. Bundan önce de Masumiyet büyük bir etki yaratmış ve tüm sinema anlayışını bıçkın 3. sayfa haberleri, varoş hikayeleri anlatmaya, sahte-gerçek bir varoluşçuluğa sürüklemişti. Sinemamızın son 20 yılını etkileyen en önemli iki film olarak görüyorum bu yüzden Uzak ve Masumiyet’i.
Kustirica meselesi ise epey karışık bir hal aldı. Tuhaf bir cinnete dönüştü. Ama asıl korkutucu olan bu ülkede giderek her türlü meselenin türklük ve müslümanlıkla bağdaştırılır ve klasik bir “bizden değilse kellesi vurula” noktasına getirilir olması. Kustirica son derece irite edici açıklamalar yapmıştır evet. Üstelik bu sözlere kesinlikle tepki de verilmelidir evet. İnsan öldürmeyi basitleştirmek, tecavüz ve tacizi de sıradanlaştırmak hiçbir düşünce özgürlüğüyle bağdaşmamalı. Böyle bakıldığında Afganistan’da Taliban okula giden kız çocuklarını keserken, “napalım canım. Bu da onların yaşam şekli. Bize ne!” noktasına varırız. Ama kaş yapayım derken göz de çıkarılmaz. Sen adamı faşizmle suçlayacaksın, ama meseleyi başka faşist bir noktadan ele alacaksın. Lahana ve perhiz hikayesi yani…
Habere Bakın:
Antalya Film Festivali’ne katılan İsviçreli oyuncu, bir grup izleyici tarafından dövüldü.
“180 Derece” adlı filminin başrol oyuncusu Michael Neuenschwander, filmin gösterimi için gittiği Antalya’da şiddete maruz kaldı.
Birgün gazetesinin haberine göre; uluslararası yarışma bölümünde gösterilen filmin galasından sonra öfkeli bir grup izleyici, “Bu adamı kovmamış mıydık? Hâlâ ne işi var burada?” diyerek oyuncuyu tartakladı.Neuenschwander ilk anda neden saldırıya uğradığını anlayamadı. Ancak film ekibindeki arkadaşlarının “Seni Emir Kusturica’ya benzettiler” demesiyle Neuenschwander kendini korumaya aldı.
:) Murat sen nerdeydin abicim, festivale yakışmıyor bunlar. Nedir bu kostarika nefreti. Bugune kadar nerdeydiler de bugun adam Türkiye ye gelince herkes ayağa kalktı.
http://depkac.com/sinema-tv/27428-okuzler-cehennemi-turkiye/