8 Ekim Cumartesi günü başlayan 48. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali 14 Ekim Cuma günü sona erdi.

blank

Festival boyunca Antalya’ya özgü güneşli günlerden pek nasibimizi alamadık ama ayrılık günü gelip çattığında Antalya nispet yaparcasına yazdan çalma bir güne başlamıştı bile. İstanbul’a indiğimizde ise bizi çok daha acı bir sürpriz bekliyordu. Doğu Avrupa’dan yola çıkmış olan kar fırtınasına hazırlanan sevgili(m) İstanbul, beni ağır bir gribin kucağına atmakta gecikmedi. Ayrı geçirdiğimiz günlerin acısını çıkartmak isteyen kıskanç bir sevgili gibi.

Bu taraftaki haberler pek iç açıcı değil, Antalya’ya dönelim en iyisi. Gerçi oradaki haberlerin ne kadar iç açacağı da şüpheli ya, neyse.

İzlediğim Filmlerden Kısa Kısa Notlar

Fedakar:

Fedakar için ‘sinema’ değil demek zorundayım. Bakın iyi ya da kötü film demiyorum, ‘sinema’ değil diyorum. Peki ne olabilir Fedakar, olsa olsa başarısız bir radyo tiyatrosu örneği. Ötesi boş.

Hudutların Kanunu:

Hudutların Kanunu, ulusal yarışma haricinde izlediğim iki filmden biriydi. 1966 yılı mahsulü, yönetmenliğini Lütfi Akad’ın yaptığı, Yılmaz Güney’in romanından uyarlanan, Fatih Akın’ın önemli gayretleri sonucu restore edilen ve festivalde gösterilen son haline getirilebilen film, hala 20 dakika kadar eksik. Bu eksik kısımlara rağmen hala etkileyici sahnelere sahip tam bir klasik. Hele o Danyal Topatan’ın öldüğü sahne yok mu? En sevdiğim ölüm sahnelerinden biri olan Lee Marvin’in The Killers’ın (1964) finalinde öldüğü sahne ile kapışır.

Bu topraklara ait hikayelerin anlatıldığı filmleri özlememek mümkün değil. Hudutların Kanunu sonrası bu özlemi daha yoğun hissettim.

A Dangerous Method:

A Dangerous Method, ulusal yarışma haricinde izlediğim ikinci (ve son) film oldu. David Cronenberg’in yönettiği filmin senaryosunu Christopher Hampton yazmış. Ünlü İngiliz oyun yazarı Hampton, senaryoyu John Kerr imzalı A Most Dangerous Method isimli kitaba dayanarak oyunlaştırdığı The Talking Cure’dan uyarlamış. Başrollerde birbirinden ünlü isimler yer alıyor; Viggo Mortensen (Sigmund Freud), Michael Fassbender (Carl Jung), Keira Knightley (Sabina Spielrein) ve Vincent Cassel (Otto Gross). Mortensen ile Cronenberg işbirliğinin üçüncü meyvesi.

Bol diyaloglu, kurmaca olmayan hikayesiyle daha bir belgesel gibi duran ve bu haliyle hiç de Cronenbergvari olamayan A Dangerous Method, herkese göre değil. Mortensen ve Fassbender’in dengeli ve doğal oyunculukları, kimilerince fazla abartılı bulunan Knightley performansı ve perdede çok kısa bir süre kalmasına rağmen imzasını bastırarak atan Cassel en çok akılda kalanlar. Jung ve Freud arasındaki ilişki hakkında edinilen ekstra bilgiler de cabası.

Güzel Günler Göreceğiz:

Hasan Tulga Pulat’ın yönettiği Güzel Günler Göreceğiz beş farklı karakterin birbirleriyle kesişen hikayelerini anlatıyor. Amores Perros (2000) ile zirve yapan bu tip filmlerden birine hemen her sene rastlamak olası. E yapılsın, hikayeler ilginç olunca izleniyor da, sorun yok.

Ama Güzel Günler Göreceğiz’deki bir sürü gariplik, filmi izlemeyi fazlasıyla zorlaştırıyor. Mesela hikayelerin kesişme noktalarını göstermek adına aynı sahneleri defalarca izlemek çok yorucu ve sinir bozucu. Karakterlerin hemen hepsi fazlasıyla yapay. Örneğin Uğur Polat’ın canlandırdığı komiser karakterinin yaptığı her şey eğreti duruyor, bir türlü karakterle bütünleşmiyor. Bakın şimdi, komiserimiz sabah kalkıyor, kokaini (ya da başka bir tür beyazı) çekiyor, karısıyla kavga edip çocuklarını ihmal ettikten sonra kahvaltı etmeden evden çıkıyor, kullandığı eski model araba tamirde olduğundan otobüsle işe giderken yaşlı bir kadına yer vermeyen zırzop bir genci zor kullanarak otobüsten atıyor, yurtdışına kaçak olarak göçmen getirip götüren mafyatik birinden rüşvet almaya çalışıyor, atölyede çalışan ve ailesinin töre meselesi yüzünden vurmayı planladığı doğulu bir kadını karşılıksız bir aşkla sevdiği için öldürüyor ve bütün bunları bir gün içerisinde yapıyor.

Bunun gibi dört tane daha zorlama karakter ve onların bir günlük zorlama hikayelerini düşünün. Alın size Güzel Günler Göreceğiz. Lafın özü seyretmesi pek sıkıntılı.

Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm:

Emrah Serbes’in kitaplarını okuyup seven, dizinin hayranı arkadaşların ısrarları sonucu 20. bölümden sonra diziye göz atmaya başlayan ve şaşkınlıkla beğenen, üşenmeden çok kısa bir sürede diziyi ilk bölümden itibaren seyredip bayılan biri olarak bu filmden çok umutluydum ama Behzat Ç. beni hayal kırıklığına uğrattı. Film boyunca kendimi dizinin ‘kötü’ bir bölümünü izliyormuş gibi hissettim. Niye bu kadar kötüydü? Neydi bu hayal kırıklığını yaratan?

blank

Bir defa çok dağınıktı. Hikaye bir türlü toparlanamamış, birbirinden bağımsız sahneler art arda eklenmiş izlenimi uyandırıyor. Kendimi bir türlü filme kaptıramadım. Ama en büyük sorun karakterlerin dağılımı esnasında oluşmuş. Dizideki karakterlerin çoğu hikayeye dahil olamadan şöyle bir görünüp kayboluyor. Örneğin Behzat’ın abisi aniden ortaya çıkıyor, Behzat’ın evine geliyor, dizide sıkça karşılaştığımız gibi havadan sudan bir sebeple kavga çıkıyor ve o meşhur ağız dalaşına başlıyorlar. Sonra bir daha ortada yok. Bu şeye benzemiş, hani senelerce süren bir oyun, dizi vb. vardır da, artık nihayete erecektir, son bölümde de o güne kadar oyuna, diziye emeği geçmiş bütün oyuncular kısa kısa rollerle son bir kez görünürler. Ama Behzat Ç. ilk sezonunu daha yeni tamamlamış bir dizi (tamam az buz değil 38 bölüm ama sonuçta ‘bir’ sezon). Sevenlerinin büyük bir heyecanla beklediği ilk sinema filmine bu türden bir mantıkla yaklaşarak kendi fenomenini baltalıyor. Hadi bunu bir kenara koyalım. Cansu Dere mevzusuna hiç girmeyeceğim ama kitapta sinemada işlenmeye gayet uygun, çok zengin üç karakter var; Red Kit, Gorbaçov ve Pembo. Bu üç karakterin bu kadar kolay harcanması beni çok üzdü. Eminim kitabı okumuş olan herkesi de ziyadesiyle üzecektir.

Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm vizyona girdiğinde dizinin verdiği güç ile gayet sağlam bir gişe yapacaktır, orası kesin. Ama genelgeçer izleyici profili dışında kalan herkes salondan memnuniyetsiz bir şekilde ayrılacak gibi gözüküyor.

Lüks Otel:

Yönetmenliğini Kenan Korkmaz’ın yaptığı Lüks Otel, filme adını veren, ismiyle tezat, harap bir otelde geçiyor. Az konuşmalar ya da hiç konuşmamalar gibi beylik numaralarla göz boyamaya çalışan film, otelin dört odasında geçen dört ayrı hikayeyi anlatma gayretinde. Biraz Bergman özentisi sahneler, biraz da Aronofsky, işte sana Lüks Otel’in özeti.

Bir de belirtmeden geçemeyeceğim, bu inadına konuşmama durumları bazı sahnelerde o kadar gereksiz olmuş ki en sakin insanın bile sinirlerini hoplatacak cinsten. Gerçi uyuşturucu bağımlısı genç kızın yatağında uyanıp yanında bebeğini göremediği (ve ilk kez konuştuğu) sahne ise tam tersine ‘keşke hiç konuşmasaymış’ dedirtiyor.

Ön Görüye Ağıt:

Savaş Baykal’ın yönetmenliğini yaptığı Ön Görüye Ağıt ilginç bir deneme olmuş. Üzerinde kafa yorulacak meselelerden birini, “sinema nedir?”i almış, izleyeni de içine alarak tartışmaya açmış, alın bundan sonrasını kendi aranızda tartışın diyen bir noktada bitirmiş.

Ön Görüye Ağıt, kameraya takılan görüntüler eşliğinde ilerliyor. Bu görüntülerde kimi zaman Rekin Teksoy sinema üzerine konuşuyor, kimi zaman varoş bir mahallenin gençleri samimi itiraflarda bulunuyor, kimi zaman da konuşmalarıyla salonu kahkahaya boğan Okan’ın önderliğinde mahallenin çocukları (kah kamera önünden, kah arkasından) kafalarındaki sinema algısını aktarıyor.

Kısacası ben bu denemeyi sevdim ama aklıma takılan bir soru var; acaba bu filmin yarışma bölümünde olması şart mıydı? Başka bir kategoride değerlendirilemez miydi?

Can:

Raşit Çelikezer filmi Can’ı izlemeye başladığımda içimden geçen ilk cümle “oh be, nihayet (yarışma filmleri arasında) doğru düzgün bir film izleyeceğiz” oldu. Bir kebapçıda bulaşıkçılık yapan Ayşe ve bir fabrikada işçi olarak çalışan Cemal’in mutlu gibi görünen evlilikleri Cemal’in kısır olduğunun ortaya çıkması ile gölgelenir. Cemal yasa dışı yollardan bir bebek satın almaya karar verir ama çocuğunun olmamasını kendine yediremez ve Ayşe’den dokuz ay boyunca hamile gibi davranmasını ister. Ayşe boyun eğer. Beklenen gün gelir, ailenin yeni üyesi Can aileye katılır ama beklenenin aksine sorunlar bitmez. Ayşe, Can’a bir türlü ısınamaz, bakmak istemez. Bunu kaldıramayan Cemil evi terkeder.

Buraya kadar hiçbir sorun yok. Seversiniz sevmezsiniz ama ortada adam gibi anlatılan bir hikaye var. Ama ne oluyorsa bundan sonra oluyor ve film bir anda başka yönlere saparak inanması zor bir hale bürünüyor. Aradan altı sene geçmiş, Cemil ismini Cem olarak değiştirmiş, bir oto galeride çalışmaya başlamış ve hangi ara nasıl yaptıysa patronun kızı ile evlenmiştir. Yeni karısının hamile kalması, kayınpederinin Cem(il)’in kısır olduğunu saklaması ve yeni karısının doğumdan sonra çocukla hiç ilgilenmeyip hızlı hayatına devam etmesi gibi detaylar filmi boğuyor. Halbuki Cemil’in nereye gittiğinden hiç bahsetmese, sadece Ayşe ile Can’ın yakınlaşma sürecine odaklansa, ortaya çok daha kayda değer bir iş çıkacakmış gibi görünüyor. Ayşe rolündeki Selen Uçer ve Cemil rolündeki Serdar Orçin’in performanslarını beğendiğimi de eklemeliyim.

Nar:

Ulusal yarışma bölümünde en merak ettiğim film Nar idi. Ümit Ünal’ın yeni filmi hakikaten bomba gibi başlıyor. Türk Sineması’nda görmeye pek alışık olmadığımız tarzda bir gerilimi kolayca yakalıyor ve izleyeni kendine bağlamakta hiç zorlanmıyor. Serra Yılmaz, Erdem Akakçe ve İrem Altuğ’un sürüklediği Nar, hikayenin önüne geçmeyen, yerinde ve sade oyunculuklar sayesinde gerilimi hep zirvede tutmayı başarıyor. Filme dair getirebileceğim tek eleştiri İdil Fırat’ın canlandırdığı doktor karakterinin ortaya çıkar çıkmaz dengeyi bir anda alt üst etmesi. Üst tondan yaptığı didaktik ve gereksiz monologlar serisi, o ana kadar yakalanan ruha da ters düşüyor. Bu küçük ama önemli detay dışında Nar’ı çok sevdiğimi söylemeliyim.

Zenne:

Zenne, yarışan(!) filmler arasında en ‘film gibi film’ idi. Gerçek olaylara dayanan sağlam bir hikayesi var ve bu coğrafyayı da ilgilendiren evrensel ve önemli toplumsal olayları eksenine alıyor. Ama ben anlatımı bir parça yetersiz buldum. Eldeki malzeme bu kadar zenginken ortaya çok daha görkemli bir iş çıkabilirmiş gibi geldi. Bir de dans sahneleri çok sıkıntılı, hikayeye yedirilememiş, filmin sağına soluna atılmış yamalar gibi duruyor. Ayrıca görsel açıdan zengin ve renkli kıyafetler içerisindeki zennenin dansları başarısız ve etkileyicilikten uzak. Bu gibi olumsuz ayrıntılar dışında Zenne, seyrederken pek sıkıntı yaratmayan, vasatın üstünde bir iş. Vizyona girdiğinde izleyiciden olumlu tepkiler alacağına emin olduğum bir yapım.

Sonsöz: blank

Festival boyunca Ulusal Yarışma kategorisindeki filmleri izlemeyi tercih ettim. Çünkü benim için Altın Portakal, Türk Sineması’nın en yeni ürünlerinin gösterildiği, en başarılı örneklerinin bir araya ge(tiri)ldiği, görücüye çıktığı bir festival anlamına geliyordu. Festival kafamdaki imgesini yitireli epeyce bir zaman oldu, farkındaydım ama bunu yakından görüp takip etmek acı bir deneyim oldu.

İzlediğim filmlerle ilgili notlarımın hepsini kapanış gecesinden, yani ödül töreninden önce yazmıştım. Zenne, Nar ve Can dışında kalan filmlerin herhangi bir ödül alabileceğini düşünmüyordum. Nedense tamamen kadınlardan kurulu jüri, festivale katılan bütün filmlere analık yapmak istemiş olacak ki ikisi hariç bütün filmleri ödüllendirmeyi tercih etti.

blank

Murat Kızılca

1971 İstanbul doğumlu. Aylık online sinema dergisi CineDergi ve aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. 2008 yılından beri katkı sağladığı Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

!f İstanbul 2012’nin Ardından Geriye Kalanlar

!f İstanbul 2012'nin ardından baktığımızda yine her yıl olduğu gibi
blank

Altın Portakal’ın Karanlık Filmleri 2012

49. Altın Portakal Film Festivali 6-12 Ekim tarihleri arasında gerçekleşti.