Meksika sinemasının en yetenekli yönetmenlerinden Amat Escalante:
“Ticari sinema ile sanat sineması arasındaki fark, McDonald’s ile ev yemekleri arasındaki fark gibidir.”
Dünya sineması uzun zamandır yeni ve farklı hikaye anlatıcılarına özlem duyuyor; kısır konular ve hiçbir yere varmayan hikayelerden bir hayli sıkıldı. Sangre (Kan/2005) ve Los Bastardos (Piçler/2008) ile adından çokça söz ettiren Meksikalı yönetmen Amat Escalante, o açığı kapayacak yönetmenlerden biri. Amat; 32 yaşında, yeni nesil Meksika sinemasının en parlak isimlerinden. Cannes Film Festivalinde aldığı FIPRESCI de dahil olmak üzere pekçok ödülü var. Altı yıldır İstanbul’a gelip giden Amat ile önceden sözleiştiğimiz üzere Marmara Üniversitesi Sinema ve Televizyon bölümünce gerçekleştirilen film gösteriminde buluştuk. Yönetmenin iki kısa filmi Amarrados ve Revolución’u izledik. Ardından Kadiköy’de sakin bir kafe bulduk ve oturduk. Söyleşiyi bitirince Amat’ın kahve falına da baktım. Kahve bahane, sohbet şahane idi…
Ezgi Aksoy
Barcelona’da doğdun, Meksika’da uzun yıllar yaşadın. Ardından tekrar İspanya’ya döndün; eğitim hayatının bir bölümünü geçirdin. Şimdi ise İstanbul ve Meksika arasında mekik dokuyorsun. Kendini nereye ait hissediyorsun?
Eğer bir yere aitsem, orası Meksika’dır. 21 yaşındayken doğduğum yere, İspanya’ya geri döndüm. Bir yıl kadar orada yaşadım. Ancak tam anlamıyla kendimi oraya ait hissetmedim. Orası bana göre bir yer değildi. Daha sonra Meksika’ya geri döndüm. Bir süre de ABD’de yaşadım; annem Amerikalıdır. Asıl evim Meksika ve Amerika. Sonradan da Türkiye.
Kaç yıldır İstanbul’dasın?
Altı yıldır İstanbul’a gelip gidiyorum. Burada olmayı da çok seviyorum. Hatta söylemeliyim ki, İspanya’da olmaktan daha çok seviyorum. Türkiye’ye ilk gelişimde kendi kendime “evet burada yaşayabilirim” dedim. İspanya gibi değildi. İspanya çok sıkı benim için, fazlaca kontrollü, fazlaca güvenli… Burada ruhumun beslendiğini hissedebiliyorum.
Tüm bu yolculukların, farklı ülkelerde yaşamanın, sanatını etkilediğini düşünüyor musun?
Elbette. Herşeyin etkisi vardır. Çünkü birşeyleri yaratırken duygusal birikiminizi kullanırsınız. Şimdiye kadar farklı yerlerde yaşamış olmam, eminim ki dünyayı algılayışımı etkilemiştir. Özellikle ilk gençlik yıllarımı iki ülkede yaşamış olmam (ki bunlar bir birine çok zıt iki ülke olan Meksika ve Amerika), her iki ülkeye de daha yoğun, daha kuvvetli bir gözle bakmama neden oldu. Bu durum da özellikle ikinci filmim Los Bastardos’a yansıyor.
Sangre için nerelerde, nelerden beslendin?
Sangre daha çok Meksika’da yaşadığım yıllar boyunca arkadaşlarımın ailelerini gözlemlemem sonucunda oluştu. Aslında o zamanlar bu gözlemleri yaparken filmimi düşünmüyordum elbette. Daha sonra düşündükçe bu deneyimler işe yarıyor. Bir yere gidip gözlem yapmaya çalışmayı sevmem. O şekilde çalışmam; bu çok Hollywood tarzı. Turist gibi davranmayı, turist olmayı da sevmiyorum. Bir yere gidip fotoğraflar çekmeyi, turist gibi uzaktan izlemeyi… Sanıyorum meselelerle bu yolla bağ kuramıyorum. Daha çok durumları olduğu gibi, birşeyler ummadan, beklenti içinde olmadan yaşamayı seviyorum. Daha sonra o tecrübeden geriye kalanlar yüzeye çıkabilir. Bu sürecin zorlayarak gerçekleşmesini istemem. Örneğin yolculuklarla ilgili soruna dönersem; bu tür birikimlerin sanatımı etkilediği doğrudur. Ama bunun üzerinde çok falza düşünmek istemem.
Hollywood sinemasındaki “Meksikalı” imajıyla ilgili ne düşünüyorsun? Tembel, çalışmayan ya da hırsız, kanun kaçağı imajıyla ilgili?
Klişelerin özellikle bolca kullanıldığı 60’larda ve 70’lerde bu dediğin bolca vardı. Örneğin hemen aklıma Speedy Gonzales geliyor. Belki de dünyanın farklı yerlerinde yaşayan çocukların Meksika hakkında öğrendikleri ilk şey bu imajdır.
Sonra o çocuklar kafalarında bu imajla büyüdü tabi…
Elbette. Amerika’nın Meksika ile sınırı olması bazı yönleriyle şanslı, bazı yönleriyle de talihsizdir. Çünkü Hollywood’un bakışı, bir süre sonra dünyanın kalanının bakışına dönüşür. Herkes Hollywood’un gözleriyle görmeye başlar. Bu yüzden dünyanın sıradan bir Meksikalı’ya bakışı korku yüklüdür. Meksikalıların hırsız ya da suçlu olmasından çekinilir. Örneğin Los Bastardos’ta provokatif bir şekilde bu klişelerle oynadım. Sıradan bir Amerikalı için bu genç Meksikalılar, suçla ilişkilendirilmişti. Birine suçlu gibi davranırsanız, onun şuçlu olmasını kolaylaştırmış olursunuz. Bence her klişenin içinde doğruluk payı vardır. Ama örneğin Meksikalıların çok uyuduğu ile ilgili çok genel-geçer bir klişe vardır ki; sanıyorum bunun kökeni Amerika’daki ırkçılık olsa gerek. Amerika ve Meksika’nın savaştığı 1850’li yıllara dayanıyor olmalı. Aslında bu tamamen yanlıştır. Dünya çapında yapılan bazı araştırmalar ortaya koyuyor ki, en çok çalışan millet Meksikalılar. Elbette yaptıkları işlere göre çok az gelir elde ediyorlar.
Söylediklerin üzerine aklıma bir başka soru geliyor hemen. “Klişe”nin sinemadaki yeri üzerine. Klişeler sinemada nasıl değerlendirilmeli?
İlginç bir soru. Benim de zaman zaman üzerine kafa yorduğum bir meseledir klişeler. Klişelerin gerçeklik barındırdığına, bir temeli olduğuna inanıyorum. Ama sinemada dikkatli olmak lazım. Klişeler kırılgandır. Klişelerden fazlaca uzak durursanız, gerçeklikten de uzaklaşabilirsiniz. Eğer klişelerden çok korkuyorsanız, siyaseten doğru olmaya çalışıyorsunuz demektir. Ben buna çok inanmam. Öte yandan klişeler çok çeşitlidir. Örneğin pembe dizilerin de takip etmesi gereken bazı klişeler vardır. Pembe dizide yakında ne olacağını bilirsiniz, çünkü olacaklar bir pembe dizi klişesidir.
Sangre’de çiftin hayatında büyük yer ediyordu pembe diziler…
Sangre’de pembe dizi klişeleri ile biraz oynamak istedim. Vasat bir hayatı olan, her gün işe gitmesi gereken biri, pembe dizideki insanlar gibi değildir. Filmde karakterler pembe dizideki gibi konuşuyorlar. Pekçok diyaloğu melodram üslubuyla yazdım; pembe dizilerdeki pekçok klişeyi kullandım. Sonra, bir de hayatın kendi klişeleri vardır… Ki bunlar çok kafa karıştırıcıdır, başa çıkması o kadar da kolay değildir.
Özellikle sormak istediğim bir soru var. İkinci uzun metrajlı filmin Los Bastastos’u Haneke’nin Funny Games’i ile karşılaştıranlar oldu mu? Benzerlikler olduğunu düşünüyorum. Bu yaratmak istediğin bir etki miydi?
Evet, Funny Games ile karşılaştıranlar oldu. Filmi çekerken bunun olabileceğinin farkındaydım. Ama bana sorarsanız iki film oldukça farklı. Özellikle de konuların beslendiği noktalar. Funny Games’te medyanın genç, sıkılmış zengin çocuklarını nasıl etkilediği üzerine bir eleştiri var. Benim çıkış noktam bu değildi. Benim karakterlerim zengin değiller. Sanıyorum benim filmim daha çok sosyal içerikli. Medyayı eleştirmek de sosyal elbette. Funny Games’i çok severim. Ama benim ilham kaynağım daha çok Stanley Kubrick’in Otomatik Portakal’ı idi. Karşılaştırmaya el vermeyen filmler yapmayı tercih ederim, ki bu zordur. Umuyorum sıradaki filmim öyle olacak.
Los Bastardos’u çekerken etik kaygılar taşıyor muydun?
Hep şöyle düşünmüşümdür; bir mesaj vermek istiyorsan, filme kocaman bir billboard koyabilirsin. Çok açık mesaj vermeyi sevmem. Daha çok, kafa karışıklığı yaratmak istedim.
Los Bastardos ABD’de nasıl tepkiler aldı?
Amerika’daki tepkiler çok iyi değildi. Amerikalılar’ın filme pek inandıklarını düşünmüyorum. Filmi anladıklarını sanmıyorum. Amerikalılar genel olarak Meksikalıları sevmezler; Meksikalıların kötü insanlar olduklarına inanırlar. Film de bu algıyla oynuyor zaten.
Meksika’da?
Meksika’da daha güzel tepkiler aldı elbette. Ama Meksikalıları kötü gösterdiğine dair eleştiriler de aldık.
Türk sineması hakkında ne düşünüyorsun, takip eder misin?
Çok fazla değil. Ama Nuri Bilge Ceylan gibi özgün ve yurtdışında da izlenen sinemacılara, yönetmenlere sahip olmak bu ülke için iyi bir şey. İlgi çekici filmler yapan böyle bir yönetmene sahip olmak gerçekten önemli. Her ülke iyi yönetmenlere sahip değil. Ancak bu durum şöyle bir sorunu da beraberinde getirir; yeni sinemacılar bu başarılı yönetmenin tekniğini uygulamaya ve aynı o yönetmen gibi yurtdışında başarı kazanmaya niyet edebilir. Bu da tehlikeli olabilir. Çünkü bazen çok fazla kişi benzer işler yapmaya başlayabilir. Ama son dönemde Belma Baş’ın kısa filmi Poyraz, Gelecek Uzun Sürer ve Çoğunluk filmleri beni olumlu anlamda şaşırtan yapımlar oldular. Bu filmler birbirine benzemeye çalışan yığından ayrı değerlendirilmeli. Türkiye’nin böyle başarılı yönetmenlere sahip olması çok güzel.
Meksika’da durum nasıl?
Meksika için aynısını söyleyemem. Çok film çevriliyor, ama çok azı başarı elde ediyor. Örneğin “Bir Zamanlar Anadolu’da” gibi bir film, Meksika’da çok sayıda sinemada gösterime girmezdi. Öyle bir filmi yüz binler izlemezdi. Çok fazla yıldızımız olduğu da söylenemez. Gael Garcia Bernal, Diego Luna gibi yıldızımız az. Onlar da yüz binleri sinemaya çekmiyorlar. Salma Hayek gibi yıldızlar da var elbette. Ama onlar da ABD’ye transfer oldular. Bu Meksika sinemasında gerçekleşen bir diğer tehlike. Yönetmenler, oyuncular; Hollywood’a transfer oluyorlar…
Başarılı yönetmenlerin tekniğini uygulamaya çalışan çok fazla kişiden bahsettin. Son yıllarda belki de bu yüzden sinemada minimalizm tırmanışta…
Sinemada insanları yakalayan şey, filmin dramatik bir durumdan ya da mutlak gerçeklikten bahsetmesidir. Çoğu yönetmenin minimalist tarzı uygulamasının nedeni, bu tarzla kimi yönetmenin başarı elde ettiklerini görmeleri. Ama sığ bir sinema ortaya koyuyorsanız; minimalist film de yapsanız, aksiyon filmi ya da komedi de çekseniz fark etmez. Derinliği olan, gerçeklikten bahseden ve hatta silah sesleri ile dolu bir aksiyon filmine, sığ ve insana dair hiçbir şey barındırmayan bir minimalist filmden daha fazla saygı duyabilirim. Minimalist film yapmak kolay gibi görünür. Bu sahte bir kolaylıktır. Pekçok farklı set kurmaktan, karmaşık kurgulardan kolay gibi durur. Ama bu minimalist tarzda başarısız olmak da eşit derecede kolaydır. Söyleyecek bir şeyiniz yoksa çuvallarsınız. Film festivalleri bu tür başarısız örneklerle dolu. Ödül alıyorlar. Çünkü sinema bilim değildir. Modern sanat gibi, subjektiftir. Sığ örnekler ortaya koyuyorsanız minimalist olmanız, ya da aksiyon çekiyor olmanız fark etmez. James Benning adında deneysel bir yönetmen vardır örneğin. Bazı mekanların, resim gibi çok uzun süren görüntülerini çeker. Bir görüntü 10 dakika sürebilir. Görünürde bunu herkes yapabilir. Ama James Benning’in bunu yapma biçimi, benim için sinemasını eşsiz kılar. Benim için sinemanın gizemidir bu.
Sinemanın geleceği hakkında ne düşünüyorsun? Minimalist sinemanın saltanatı sürecek mi, yoksa eski tarz “klasik” filmlere geri mi dönülecek?
Ben gelecekte çok fazla şeyin değişeceğini düşünmüyorum. 70’lerde de minimalist sinema vardı, şimdi de var. 70’lerde bu kadar yoktu belki, çünkü kasetler azdı. Yönetmen olmak isteyen çok az kişi vardı. Ama şimdi film izleyerek, televizyon izleyerek büyümüş bir nesil var. Daha çok kişi yönetmen olmak istiyor. Sinemada geri dönüş yok artık. Herşeyden daha çok olacak. Daha çok Hollywood filmi olacak, daha çok drama, daha çok korku filmi, daha çok minimalist film olacak…
Ticari sinema ile sanat sineması arasında bir fark olduğuna inanıyor musun?
Kendi filmlerimi ele alacak olursam; onları piyasaya sürüyorum, satıyorum, insanların izlemesini sağlamaya çalışıyorum. Yani bir anlamda ticari film yapmaya çalışıyorum. Ama aynı zamanda filmlerimde kişisel görüşümü sunmaya çalışıyorum. Bu belki de McDonald’s ile ev yemekleri yapan bir mekan arasındaki fark gibi birşey. Her ikisi de para kazanmaya çalışıyor, ama yöntemleri farklı.
Ticari sinema adıyla anılan sinema içten değil midir?
Bir Hollywood filmi için içten olabilmek, oldukça ender rastlanan bir durumdur. Çünkü Hollywood pekçok insanı memnun etmeye çalışır. Ama daha araştırmacı yönetmenler tarafından yapılan filmler, daha derinlikli ve içten olabilirler. İyi film, izledikten sonra az da olsa insanı değiştiren filmdir. Hollywood da bunu ender de olsa yapabilir. Sinema; hem sanat, hem de ticarettir. Örneğin 70’lerde Hollywood daha fazla risk alıyordu. Daha yeni şeyler deniyorlardı, daha provokatiftiler. Ama şimdilerde sinemaya çok para gömdüklerinden, risk almayı göze alamıyorlar.
2000’lerden beri özellikle bir de “remake” dalgası kasıp kavuruyor Hollywood’u…
Evet işte… Çünkü para kaybetmekten çok korkuyorlar. Çünkü bir filme çok para harcıyorlar. Sinemaya çok para yatırmamanın bir avantajı da budur zaten; daha büyük riskler alabilirsiniz.
İlk kısa metrajlı filmin Amarrados’ta da, Los Bastardos’ta da, hatta bir şekliyle Sangre’de de “öteki”nin, “clandestino”nun (kanunsuz) hikayesini anlatıyorsun…
Sıradan, normal insanların hikayesini anlatmak daha zor. Onların hikayeleri ile ilgilenmiyorum. Benim için hayattaki dramatik durumlar asıl hikayelerdir. İllegal olmak, düzen dışında olmak, sinematik açıdan daha ilgi çekici durumlar.
Yeni filminde de bu üslup sürecek mi?
Yeni film, Sangre ile Los Bastardos’un karışımı gibi olacak. Yeni film bir ailenin hikayesine odaklanıyor. Meksika’nın kuzeyinde otomobil fabrikalarında çalışıyorlar. Sistemin dışında var olma mücadelelerine odaklanıyoruz. Benim de yaşadığım yer olan Guanajuato’nun kuzeyinde General Motors, Honda, Nissan gibi markaların fabrikaları vardır. Üretilen otomobiller ABD’ye götürülür. Bu fabrikaların etrafında pekçok kasaba oluşmuştur. Hikaye bu kasabaların birinde anlatılacak.
Adı ne olacak?
Heli… Ana karakterin adı.
Korku filmi sever misin, izler misin?
Elbette. Cronenberg’in erken sinemasını severim. Shining muhteşemdir. Şimdiye kadar pekçok korku filminden esinlenmişimdir. Aslında ben de korku filmi çekmek istiyorum. Korku sinemasında daha çok özgürlük olduğuna inanıyorum. Sanırım benim yapacağım korku filmi daha çok gerçeklere dayanacaktır. Yani hayaletli olmayacaktır.
Politik sinema?.. Gerçi her film eninde sonunda politik bir yön barındırır ama…
Kesinlikle… Bence çok fazla politika isteyen gazete okumalı. Ben durumların sosyal gelişimiyle daha fazla ilgileniyorum.
Film izlerken ya da yaparken; mutlu sonları mı yoksa mutsuz sonları mı tercih ediyorsun?
Beni şaşırtan sonları severim. Ama şaşırtmak için aşırı çaba harcamamalı tabi. İlk anda anlamadığım, ama üzerine düşündükçe anlam kazanan sonları severim. Aslında ben sonlara pek inanmam; çünkü son yoktur… Mesela Hollywood’da her zaman mutlu son olmalıdır. En azından mutlu son umudu olmalıdır.
Latin Amerika sinemasının son durumu hakkında neler düşünüyorsun?
Dünyanın geri kalanına göre başarılı buluyorum. Her geçen yıl daha çok film yapılıyor. Farklı sesler duyuluyor, farklı görüşler sunuluyor.
Amores Perros’un Meksika sineması için, hatta Latin Amerika sineması için bir mihenk taşı olduğu söyleniyor. Yeni bir akım yarattığı iddia ediliyor. Ne düşünüyorsun bu konuda?
1994’te biliyorsun Meksika’da Zapatista hareketi başladı; Meksika NAFTA’yı imzaladıktan hemen sonra. Bundan sonra Meksika daha açık bir ülke olmak durumunda kaldı. Tüm Amerikan ürünleri, Amerikan tarzı, kültürü hızlıca Meksika’dan içeri giriş yaptı. Amerikan filmleri her yerdeydi. Sanıyorum yapılan bir tür kontra-ataktı. Amores Perros büyük bir başarıydı bu anlamda. Meksika film endüstrisine büyük katkı sağladı. Bu sağlam ve yeni tarzla Meksika hayatını gözler önüne seren ilk filmdi belki. Sonra bolca taklitleri yapıldı. Ama tek bir filmin bir hareket başlattığına inanmıyorum. Amores Perros’u çok severim; ama şükürler olsun ki herkes birer Amores Perros çekme sevdasından kurtuldu.
Televizyon izler misin? Takip ettiğin diziler var mı?
Evet, izlerim. Özellikle küçükken çok fazla televizyon izliyordum. Gerçi 12 yaşıma kadar televizyonumuz yoktu. Evimizde elektrik yoktu. Sadece pilli radyomuz vardı. Son birkaç yıldır Dexter’ı ve Breaking Bad’i takip ediyorum. The Sopranos, Seinfeld izlerim. Bilindik şeyler… Bir de Sangre’yi yazarken izlediğim bir pembe dizi vardı. Çok sıkıcıydı, ama çok populerdi.
-
Los Bastardos (Piçler) çünkü piç, annesi belli olmayan anlamında bir argodur. Filmdeki Meksikalılar anavatanlarını bırakmışlar ve Amerika’da yaşamaya başlamışlar. Anavatanlarından uzaktalar. Filmin adı bu yüzden Piçler.
-
Siyaseten doğrucu sinemacıların filmlerinde Amerika’daki yasadışı Meksikalı göçmenler hep çok iyi insanlardır. Küçük kasabalardan gelmişlerdir, şehir onları incitir. Kötülüğe itilirler. Ben bu klişeden uzaklaşmak istedim ve bu yüzden orijinal klişeye döndüm. Meksikalıların tehlikeli adamlar olduğu klişesine. Meksikalılar süper sert adamlardır. Aslında Meksika, tüm ülke koca bir klişedir. Meksikalılar sert adamlardır, ama ABD belki de dünyadaki en tehlikeli ülkedir. Yine de Türkiye’deyken Meksika’da olduğumdan çok daha emniyette hissediyorum.
-
En sevdiğim yönetmenler Luis Buñuel, Stanley Kubrick.
-
En sevdiğim filmler A Clockwork Orange, Midnight Cowboy, Los Olvidados, Taxi Driver
-
En çok ilham aldığım filmler Japon, A Clockwork Orange
-
En çok çalışmak istediğim oyuncular Sadrine Bonnaire, Taxi Driver’daki haliyle Robert de Niro, Klaus Kinski, Isabelle Adjani
-
Mexico City ve İstanbul birbirine benziyor. Mexico City’de insanlar arasındaki uçurum gözle görünür vaziyette. Avrupa kökenli zenginlerle, fakir yerlileri hemen ayırırsınız. İstanbul’da da öyle olduğuna eminim, ama Mexico City’deki kadar ortada değil.
-
ABD öyle büyük bir krizde değil. Sadece acı çekmeye, kemerleri sıkmaya pek alışık değiller. Ondan çıkıyor sesleri. Tüm dünya bir şekilde krizde, değil mi? Sanırım onlar daha çok psikolojik bir kriz yaşıyorlar.
Aralık 2011 yeniHarman Dergisinde yayınlanmıştır.