Geçen sene beklenmedik kalitesi ile pek çok korkuseverin yüzünü güldüren American Horror Story, geçtiğimiz hafta ikinci sezonunun startını verdi. Dağılmak üzere olan bir ailenin Los Angeles’taki eski büyük bir eve taşınmasını ve ardından gelişen olayları anlatan American Horror Story, gerek iyi düşünülmüş ana ve yan karakterleri, gerekse perili ev temasını ucuzluğa kaçmadan işlemek için gösterdiği gayreti ile gerçekten iyi bir iş çıkarmıştı.
Hayranların aklındaki en büyük soru ise yazar kadrosunun, kendi içinde tutarlı bir finale ulaşmış Harmon Ailesi’nin trajik hikayesine nasıl devam edecekleriydi (Sırf popülarite yüzünden iki üç sezon uzatılan hikayelerin nasıl felaketlere sebep olabileceğini her televizyon seyircisi en az bir kere deneyimlemiştir). Neyse ki projenin arkasındaki isimler Ryan Murphy ve Brad Falchuk’ın ikisi de şaşırtma konusunda uzman kişiler, dizinin ikinci sezonu “Asylum”; yeni karakterler ve mekanlar ile farklı bir hikayenin bize anlatılacağı bir korku platformu olarak planlanmış. Ama bu demek değil ki ilk sezonda bizi cezbetmeyi başarmış pek çok öğeden mahrum kalacağız…
İkinci sezonumuzda günümüz Los Angeles’ından ayrılıp 1964 yılına, Briarcliff Akıl Hastanesi’ne gidiyoruz. Bu sezon, 43 kişinin hayatına malolan büyük bir yangının ardından kapatılan bir akıl hastanesinin kayıp tarihine ve hastahanenin barındırdığı gizemli hasta ve bakıcılara odaklanıyoruz. Briarcliff, Katolik Kilisesi tarafından satın alınmış bir yapıdır. Hastahanenin işleyişinden sorumlu Rahibe Jude, psikolojik bozukluk olarak nitelendirilen özelliklerin nörolojik sebeplerden değil de inançsızlıktan geliştiğine inanan ve hastalara “direnen kafirler” gözüyle bakan despot bir yöneticidir. Jude’un mutlak engizisyonu getirme çabalarının karşısında ise geçmişi belirsiz yaşlı bir doktor bulunmaktadır. Dr. Arthur Arden hastalıkları anlamak için beynin işleyişini tüm çıplaklığıyla görmeye kararlıdır ve bu kararlılığı onu gizli ve etikdışı çalışmalara itmektedir. Briarcliff’te bilimin ve dinin en karanlık yüzleri sessiz bir savaşı her gün aralıksız tecrübe ederken, dengeler Kit Walker adlı hastanın getirilmesi ile değişecektir. “Kanlı Surat” lakaplı bir seri katil olduğu düşünülen Walker yaptıklarını hatırlamamaktadır, dahası karısının öldürülmesinden sorumlu olan gücün çok farklı bir kaynaktan geldiğine inanmaktadır. Walker’ın Briarcliff’e getirilmesi yerel bir gazete çalışanı olan Lana Winters’ın ilgisini çekmektedir ve Lana, ne pahasına olursa olsun hastahaneye girip Walker’la konuşmaya ve Briarcliff’in gizemlerini çözmeye kararlıdır…
American Horror Story: Asylum’un şu olabildiğince spoiler’dan uzak ilk bölüm özeti akıllara rahatlıkla 1999 yapımı remake film House on the Haunted Hill’i getiriyor. Açıkçası önceki sezonun bende yarattığı etki ile, (aynı House on the Haunted Hill gibi) Briarcliff’in geçmişine çok geç erişeceğimizi, daha çok lanetli tımarhanenin bugünü ile ilgileneceğimizi düşünüyordum. İlk baştaki kısa ama kanlı sahnenin ardından siyah ekranda “1964” yazısını görmek beni bu açıdan şaşırttı. Asylum hikayesini günümüze ne kadar yansıtır şu an bilemem ama ilk bölümden anladığımız üzere 1960’ları fazlasıyla yoğun bir şekilde yaşayacak, tımarhanenin en dehşet verici dönemlerini anbean tecrübe edeceğiz.
Halen beyne çivi çakmak ya da yüksek elektrik vermek gibi bir tıbbi ekolün etkisindeki bir “deli bilimadamı” ile Orta Çağ’ın cadı avı zihniyetine körü körüne bağlanmış bir rahibenin amansız çatışması zaten muhteşem bir gerilim atmosferi yaratırken Asylum’un 1960’larda geçmesinin hikayeye taşıdığı güçlü de bir politik altyapı bulunmakta. Afroamerikanların ikinci sınıf vatandaş olarak görülmesi, eşcinselliğin hala “hastalık” sayılması, evrimin okullarda okutulmasının hala bir problem olarak görülmesi gibi konular daha ilk bölümden Asylum’un hikayesinde kendilerine yer ediniyor. Etnik farklılıklar değilse bile eşcinselliğe yönelik bir duyarlılık ilk sezonda da kendini gösteriyordu ancak görülen o ki Asylum’da bu konu çok daha detaylı bir şekilde işlenecek. Yazar Ryan Murphy’nin hem eşcinsel hem de düzenli kiliseye giden bir katolik olduğu düşünüldüğünde hikayenin nasıl bir seyir izleyeceğini insan gerçekten merak ediyor. Şüphesiz, alıştığımız kurguların dışında farklı ve yenilikçi bir çatışmalar serisi bizi bekliyor olacak.
Ve tabii Asylum’un en çarpıcı özelliğine gelelim. Serinin ikinci sezonu çok alışık olmadığımız bir işe girişiyor ve bir önceki sezonun pek çok oyuncusunu yeni hikayesinde bambaşka rollerle seyirciyle buluşturuyor. İlk bölümde bize yapılan hoş ve çarpıcı sürprizler yaptıklarını hatırlamayan seri katil Walter’ı Evan Peters’ın, Rahibe Jude’u ise Jessica Lange’ın canlandırıyor olması. Geçen sezonun en heyecan verici karakterlerinin bambaşka (ancak önceki sezondaki rollerinden bazı açılardan çok da uzak olmayan) kimliklerle karşımıza çıkmaları muhteşem olmuş. Verilen ipuçlarına göre ikinci kez hafızasını yitirmiş katil rolünü üstlenen Peters, bu sefer trajik bir kötüden ziyade iyi bir karakter yolunda ilerleyecek. Constance rolü ile bizi adeta koltuklarımıza çivileyen Jessica Lange ise tekrar aynı güçlü oyunculuğu ile bize en tedirgin dakikaları yaşatacak (Açıkçası sadece Jessica Lange’in taşıdığı karakterler bile bu diziyi seyretmek için fazlasıyla yeterli bir gerekçe). Bunun dışında ilk başta göze çarpmayan bir diğer rol değişimi, ilk sezonda lanetli evin ilk sahibi Doktor Montgomery’nin karısı Nora’yı canlandıran Lily Rabe’in, Rahibe Jude’un sağkolu Mary’i canlandırması. İlerleyen bölümlerde hikayeye Zachary Quinto’nun da ana kadrodan ekleneceği düşünüldüğünde Asylum’un tadından yenmez bir 13 bölüm sunacağını söyleyebiliriz. Aynı ekip yeni hikaye olayı korku hikayelerinde çok denenmiş bir durum değil, bizler seyirci olarak daha çok bir oyuncuyu bir stereotipe sıkıştırmaya alışığız (Robert Englund sonsuza kadar Freddy Krueger olacaktır, oynadığı film noelin sevincini yansıtan bir aile filmi bile olsa durum değişmez). Ancak görünen o ki Asylum’un yaptığı seyirciyi itecek değil, bilakis çok daha hızlı bir şekilde hikayeye entegre edecek, zeki ve başarılı bir hamle. Takdir etmemek elde değil.
Kadronun yeni üyeleri arasında sinemadan yıldızların da bulunduğunu eklemek lazım. Esrarengiz doktor Arden’i James Cromwell, Briarcliff’in resmi yöneticisi Timothy Howard’ı ise “Aşık Shakespeare” Joseph Fiennes canlandırıyor. Oyunculuktan yana bu kadar iddialı bir kadroyu korku seven sevmeyen kimsenin kaçırmaması gerek.
American Horror Story, gerçekten adının hakkını veren bir seri. İlk sezonda Amerikan korkusunun en temel öğelerinden perili ev temasına odaklanan seri, Asylum’da diğer öğelere değinmeyi hedefliyor. Peki tımarhane, şeytan çıkarma (?) uzaylılar (???) ve daha fazlası tek bir hikayede nasıl bir araya gelebilir? Görülen o ki zor bir sınav hepimizi bu kış bekliyor. Ancak benim kadroya güvenim tam. Asylum aldığı yükü bir noktadan sonra taşıyamayabilir; ancak buna rağmen işin sonunda ortaya çıkan çalışma televizyon tarihinde adından yıllarca söz ettirmeyi başaracak.
Yigilante Kocagöz
Dilara Koyuncu’dan manalı ekleme:
Yeni sezonda Lana Winters rolüyle karşımıza çıkan Sarah Paulson, ilk sezonda da üç bölüm medyum Billie Dean Howard karakterini canlandırmış. Jessica Lange’ye o kadar odaklanmışım ki bunu kaçırmışım:)