İlk önce bir şeyleri netleştirmek istiyorum: Vampirleri sevmem. Vampir hikayelerinden sıkılırım. Suçu sadece Twilight’a atmayalım, vampirli hikayelerin doğası bir yerde ucuz aşk hikayelerine bağlanmaya mahkum. En çok da vampir hikayesi yazmak için sırf çekici gözüksün alakasız mitlerin şuursuzca kullanan yazarlara sinir olurum (Vampir hikayesi yazacak genç yazarlara tavsiyem: Sakın hikayenizde “gümüş” kullanmayın. Gümüş kurtadamlar içindir). Buna rağmen Vertigo’nun 2010’da yayınlamaya başladığı American Vampire serisine adeta vurulmuş vaziyetteyim. Gerek estetik, gerekse hikaye açısından bu kadar doyurucu ve sürükleyici bir vampir serisi gerçekten çok nadir raflarımızı ziyaret ediyor. Sonunda altı yüz yaşında hala ergenlikten kurtulamamış gecenin efendileri dışında birilerini tanımak gayet keyif verici.
Scott Snyder’ın yazıp Rafael Albuquerque’un çizdiği American Vampire, on dokuzuncu yüzyılın sonunda başlayıp yirminci yüzyılda devam eden uzun bir kovalamacalar dizisini bize sunuyor. Alıştığımızdan farklı olarak American Vampire’ın ilk sayıları birbirine paralel olarak iki hikaye anlatıyor. Kronolojik olarak bakarsak ilk hikayemiz geç western dönemini konu almakta. Skinner Sweet, tabancası hiç soğumayan gözüpek bir silahşör ve kanunkaçağıdır. Dedektif James Book tarafından yakalanan Skinner, Book’un elinden kaçmaya çalışırken Percy isimli Avrupa’dan gelen gizemli bir banker ve adamlarının saldırısına uğrar. Percy ve vampirlerinin saldırısının ardından hayatta kalan Skinner, hepimizin bildiği üzere kurallar gereği tüm hayatta kalanlar gibi vampire dönüşmek zorundadır. Kimsenin bilmediği şey ise kanbağının Avrupa’dan Amerikalılara geçtiğinde nasıl bir değişim göstereceğidir. Skinner, Avrupalı atalarına kıyasla çok daha güçlü bir vampire dönüşmüştür, daha da önemlisi gün ışığı ya da tahta kazık gibi alışıldık vampir öldürücüler Skinner üzerinde etki etmemektedir. Gücünün bilincindeki kanun kaçağı, kendisini hapsetmeye ve öldürmeye çalışan herkesten intikam almak için onlarca yıl sürecek bir yolculuğa çıkar. American Vampire’ın bu “doğuş” hikayesinin Stephen King tarafından kaleme alındığını söylemek, serinin kalitesi hakkında meraklılarına büyük ipuçları verecektir.
İkinci hikayemiz 1920’lerde Hollywood’da geçiyor. Ünlü bir aktrist olmak için şehre gelmiş Pearl Jones isimli kadın, Avrupa vampirlerinin film sektöründeki ayağı tarafından saldırıya uğrar. Ölüme terk edilen Pearl’ü ilk Amerikan vampiri Skinner bulur ve ona hayatta kalmak için bir şans daha sunar. Artık vampire dönüşmüş Pearl, Skinner gibi Avrupalı atalarından çok daha güçlüdür ve intikam almaya kararlıdır. Ancak Skinner’dan farklı olarak daha az göze batmayı tercih etmektedir çünkü dünyanın en güçlü vampirlerine düşman olanlar sadece türdaşları değildir.
American Vampire, ilk izlenimde çok yeni şeyler sunmuyor gibi gözükebilir ancak bu seriyi özgün kılan vampir mitolojisine getirdiği yeniliklerden ziyade bu mitolojiyi Amerikan tarihiyle birleştirmedeki ustalığı. Seri, her sayısında bir dönem çizgiromanı olduğunu fazlasıyla hissettiriyor; kesinlikle basmakalıp tarihi imajlarla süslenmiş vasat bir vampir hikayesi değil okuduğumuz. Yirmici yüzyılın ilk yarısı, American Vampire’da gerçekçi bir şekilde sunuluyor. Zaten kadrosuna Stephen King’i alan bir seri bu konuda kötü bir iş yapamazdı. Modern Amerika’nın yakın tarihi ile korku edebiyatını mükemmel bir şekilde harmanlayan King, Amerikan Vampire’ın ilk beş sayısında da yeteneğini konuşturuyor.
Amerikan Vampire’ın farklı coğrafyaların vampirlerini farklı özelliklerle donatma olayı ilgi çekici ve inandırıcı olmuş. Ancak hikayenin bunu yaparken neleri ölçüt aldığı hala muğlaklığını koruyor. Vampirler arasındaki farklılıklar ırki mi yoksa coğrafi mi tam belli değil. (Avrupalı ya da kızılderili vampirler ile Skinner/Pearl arasında bariz farklılıklar varken hikayenin ilerleyen kısımlarında olaylara katılan Afroamerikan vampir karakterde böyle bir fark yakalayamıyoruz). Bu muğlaklığın özellikle korunduğu aşikar, ilerleyen sayılarda Scott Synder’ın American Vampire’daki “amerikan” tanımını neye göre koyduğunu keşfetmek gerçekten ilginç olacak.
Serinin 2011’de “En iyi Yeni Seri” alanında Hem Eisner hem de Harvey ödülü kazandığını söylemeden olmaz. Daha ilk sayıdan okuyucuyu içine alan American Vampire’ın bu ödülü fazlasıyla hakettiği aşikar. Scott Synder/Stephen King’in yavaş ama sağlam adımlarla genişleyen evreni ve karakterlerinin yanında çizer Albuquerque’un yeteneği de takdire şayan. Albuquerque’un vampirleri hikayenin ihtiyaç duyduğu ürkütücülüğe sahipler (Gerçi fazlasıyla 30 Days of Night etkisindeler ama olsun) ancak çizeri daha da önemli bir noktaya getiren aksiyon sahnelerindeki yadsınamaz başarısı. Özellikle 1950’lerde Skinner ile genç vampir avcısının otobanda yaptıkları dövüş parmak ısırtacak cinsten. Bu serinin beyazperde/TV için keşfedilmesi an meselesidir. Gerçi keşif süreci çoktan başlamış diyebiliriz, bu yaz vizyonda yer almış olan Abraham Lincoln Vampire Hunter‘ın American Vampire’ın fazlasıyla etkisinde bir film olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Bu yazı yazıldığında otuzlu sayılarının başında olan American Vampire her çizgiroman okurunun tatması gereken bir deneyim. Seri, Vertigo Comics var olduğu sürece muhteşem çizgiromanlar okuyacağımız teorisini sonuna kadar destekleyen muhteşem bir örnek, hiç vakit kaybetmeden başlamakta yarar var.
yigilante Kocagöz
Burada ne ararsan var arkadaş, ne güzel yapmışsınız siteyi böyle! :) Teşekkür ederim.